Hukuk Genel Kurulu 2017/743 E. , 2020/129 K. “İçtihat Metni” MAHKEMESİ :İcra Hukuk Mahkemesi1. Taraflar arasındaki “takibin iptali” isteminden dolayı yapılan inceleme sonunda, İstanbul 9. İcra (Hukuk) Mahkemesince verilen şikâyetin kabulüne ilişkin karar alacaklı vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine Yargıtay 12. Hukuk Dairesince yapılan inceleme sonucunda bozulmuş, Mahkemece Özel Daire bozma kararına direnilmiştir.2. Direnme kararı alacaklı vekili tarafından temyiz edilmiştir.3. Hukuk Genel Kurulunca dosyadaki belgeler incelendikten sonra gereği görüşüldü.I. İNCELEME SÜRECİBorçlu İstemi:4. Borçlu vekili 25.06.2012 tarihli şikâyet dilekçesinde; takip dayanağı senedin teminat senedi olduğunu, alacaklı ile müvekkili arasında matbu 28.04.2007 tarihli Tüpsu Bayilik Sözleşmesinin akdedildiğini ve alacaklının Ankara iline temsilci göndererek sözleşmeyi imzalayacağını beyan ettiğini, devamında ise sözleşmeyi imza suretiyle akdetmeden icap-kabul gerçekleştiğini ve bayi olarak ticari ilişki başladığından taraflar arasındaki sözleşmenin geçerlilik kazandığını, takip dayanağı senedin taraflar arasında geçerli olan bayilik sözleşmesinin “Teminat” başlıklı 12. maddesi uyarınca müvekkili tarafından düzenlendiğini ve alacaklıya teslim edildiğini, anılan madde metnindeki bedel, keşideci ve lehtardan da bu durumun anlaşıldığını, ayrıca senedin arka yüzüne “teminattır” şerhinin yer aldığını, bono aslının incelenmesinde “teminattır” kelimesinin daksil ile kapatıldığının görüleceğini, senedin teminat için boş olarak verildiğini, tanzim ve vade tarihlerinin sonradan doldurulduğunu, senette tahrifat yapıldığını ve bedelinin semeresiz kaldığını ileri sürerek itirazın kabulü ile takibin iptaline ve alacaklının asıl alacağın %40’dan aşağı olmamak üzere kötü niyet tazminatı ödemeye mahkûm edilmesine karar verilmesini talep etmiştirAlacaklı Cevabı:5. Alacaklı vekili 15.10.2012 tarihli cevap dilekçesinde; borçlu vekilinin, borçlunun takip konusu senedi düzenleyerek alacaklıya verdiğini kabul ettiğini, senedi geçersiz kılmaya yönelik tüm iddiaların senetle ispatlanması gerektiğini, borçlu tarafın iddiasını ispatlar nitelikte herhangi bir yazılı delil sunmadığını, dar yetkili mercide öne sürülmesi mümkün olmayan iddiaları kabul etmediklerini, borçlunun sunduğu sözleşmeyi müvekkilinin imzalamadığını, sözleşmeyi yazılı delil olarak kabul etmediklerini, borçlu ile müvekkilinin ticari ilişkisi olduğunu, satılan mal bedeline binaen senedin borçlu tarafından müvekkiline verildiğini, Hukuk Genel Kurulunun ve Özel Dairenin kararlarında bonoda teminat ibaresi yazılı olsa dahi senedin kambiyo vasfını kaybetmeyeceğini, neyin teminatı olduğuna ilişkin borçlu tarafından delil sunulmadıkça kıymetinin olmayacağının belirtildiğini, borçlunun iddialarının usul ve yasaya aykırı olduğunu savunarak itirazın reddi ile borçlu aleyhine %40 oranında icra inkâr tazminatına hükmedilmesine karar verilmesini istemiştir.Mahkeme Kararı:6. İstanbul 9. İcra (Hukuk) Mahkemesinin 31.05.2013 tarihli ve 2012/703 E., 2013/533 K. sayılı kararı ile; borçlunun itiraz dilekçesinde 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu (HMK)’nun 119/1-g bendinde belirtilen hukuki sebeplerini hasretmekten imtina ettiği, bu eksikliğin ikmaline imkân bulunmadığı gerekçesiyle HMK’nın 119/1-g ve 119/2 maddeleri uyarınca davanın açılmamış sayılmasına evrak üzerinden karar verilmiştir.Özel Daire Bozma Kararı:7. İstanbul 9. İcra (Hukuk) Mahkemesinin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde borçlu vekili temyiz isteminde bulunmuştur.8. Yargıtay 12. Hukuk Dairesince 12.11.2013 tarihli ve 2013/27155 E., 2013/35698 K. sayılı kararı ile;“…2004 Sayılı İcra Ve İflas Kanunu, 6100 Sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’na göre özel kanun olup, Hukuk Muhakemeleri Kanunu, icra mahkemesince görülen şikâyet ve itirazlarda ancak İcra ve İflas Kanununda açıkça gönderme olduğunda ya da işin niteliğine uygun düştüğü ölçüde uygulanır.Somut olayda borçlu hakkında kambiyo senetlerine özgü haciz yolu ile başlatılan takibe karşı borçlu icra mahkemesine verdiği dilekçede, takibe konu senedin bayilik sözleşmesi kapsamında teminat olarak verildiğini, senedin vade ve tanzim tarihlerinin sonradan doldurularak tahrifat yapıldığını belirtip itiraz ettiği, mahkemece dava dilekçesinde hukuki sebeplerin bildirilmediği gerekçesiyle 6100 Sayılı HMK’nun 119/1-g maddesi gereğince davanın açılmamış sayılmasına karar verildiği anlaşılmıştır.İcra mahkemesine yapılan başvuru, İİK’nun 169/a ve 170/a maddelerine dayalı borca itiraz ve şikâyettir. Anılan başvuru Medeni Usul Hukuku anlamında dava olmadığından HMK’nun davaya ilişkin kuralları mutlak anlamda uygulanmaz. HMK’na nazaran daha özel nitelikte bulunan İİK’nun kapsamında işin esası incelenerek sonucuna göre bir karar verilmesi gerekirken; olayda uygulanma yeri bulunmayan HMK’nun 119/1-g maddesi gereğince davanın açılmamış sayılması yönünde hüküm tesisi isabetsizdir.Öte yandan borca itirazın incelenmesi yöntemini düzenleyen İİK’nun 169/a maddesi uyarınca “İcra mahkemesi hakimi, itiraz sebeplerinin tahkiki için iki tarafı en geç 30 gün içinde duruşmaya çağırır. Hakim, duruşma sonucunda borcu olmadığının veya itfa veya imhal edildiğinin resmi veya imzası ikrar edilmiş bir belge ile ispatı halinde itirazı kabul eder.”Somut olayda borca itirazın, İİK’nun 169/a maddesi uyarınca duruşma açılarak incelenmesi gerekirken evrak üzerinden eksik inceleme ile yazılı şekilde hüküm tesisi de doğru görülmemiştir…” gerekçesi ile karar bozulmuştur.Mahkeme Kararı:9. İstanbul 9. İcra (Hukuk) Mahkemesinin 24.07.2014 tarihli ve 2014/49 E., 2014/778 K. sayılı kararı ile; Özel Dairenin 12.11.2013 tarihli bozma kararına uyularak, takip dayanağı senedin arka yüzünde ‘Teminat senedidir. Kullanılamaz” cümleleri ile ifade edildiği üzere senedin teminat amaçlı olarak verildiği, her ne kadar bu cümlelerin daksil ile silindiği ya da iptal edildiği görülmüş ise de bu şekildeki silinme ya da iptalin bilinen etki ve sonuçlarını doğurabilmesi için onu düzenleyen tarafından muhakkak surette imza ile onaylanmasının zorunlu olduğu, imza ile desteklenmeyen ve onaylanmayan bir ibareyi hükümsüz ya da etkisiz kılmanın mümkün olmadığı, teminat amaçlı olarak verilen bu kambiyo senedinin doğrudan doğruya takibe konulmasına 6102 sayılı TTK’nın 776. maddesinin imkân vermediği gerekçesiyle takibin 2004 sayılı İcra ve İflas Kanunu (İİK)’nun 170/a maddesi uyarınca iptaline, borçlunun tazminat isteğinin reddine, sair itirazlar hakkında karar ittihazına yer olmadığına karar verilmiştir.Özel Daire Bozma Kararı:10. İstanbul 9. İcra (Hukuk) Mahkemesinin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde alacaklı vekili temyiz isteminde bulunmuştur.11. Yargıtay 12. Hukuk Dairesince 02.04.2015 tarihli ve 2015/5388 E., 2015/8374 K. sayılı kararı ile;“…Alacaklı tarafından bonoya dayalı olarak kambiyo senetlerine özgü haciz yolu ile başlatılan takibe karşı borçlu icra mahkemesine verdiği dilekçede, sair itiraz ve şikâyetleri ile birlikte takibe konu senedin bayilik sözleşmesi kapsamında teminat olarak verildiğini de ileri sürerek takibin iptalini talep ettiği, mahkemece istemin kabulü ile takibin iptaline karar verildiği görülmektedir.İİK’nun 169/a-1. maddesi gereğince; borcun bulunmadığı veya itfa yahut imhal edildiği resmi veya imzası ikrar edilmiş bir belge ile kanıtlanmalıdır.HGK’nun 14.3.2001 tarih 2001/12-233 ve 20.6.2001 tarih, 2001/12-496 sayılı kararlarında da benimsendiği üzere, dayanak belgenin hangi ilişkinin teminatı olduğu yazılı belge ile kanıtlanmalıdır. İİK’nun 169/a maddesi uyarınca, belgede, takip dayanağı senede açıkça atıf yapılması zorunlu olup, açıkça atıf yapıldığının kabulü için senedin, vade ve tanzim tarihleriyle miktarlarının belirtilmesi gereklidir.Somut olayda, 28.04.2007 tarihli bayilik sözleşmesi isimli belgede alacaklının imzası olmadığı gibi, alacaklının cevap dilekçesi ve yargılama aşamasındaki beyanları gözetildiğinde, takibe konu bononun teminat senedi olarak düzenlendiği yönünde kabulünün de bulunmadığı, senedin, neyin teminatı olduğu hususunun, dolayısıyla teminat senedi olduğuna ilişkin iddianın alacaklının imzasını taşıyan ve senede açık atıf yapan İİK 169/a maddesinde yazılı belgelerle kanıtlanamadığı görülmüştür.Öte yandan takip dayanağı bonoda “teminattır” ibaresinin bulunması, Dairemizin yerleşik içtihatları doğrultusunda neyin teminatı olduğu açıklanmadığı sürece, başlı başına senedin teminat senedi niteliğinde olduğunun kabulünü gerektirmez.O hâlde mahkemece, borçlunun iddiasını yazılı bir belge ile ispat edemediği ve alacaklı tarafından da takip dayanağı bononun teminat senedi olduğuna yönelik bir kabul beyanının bulunmadığı gözetilerek, bu yöndeki itirazın reddi ile borçlunun sair itirazlarının incelenerek oluşacak sonucuna göre karar verilmesi gerekirken, eksik inceleme ve yanılgılı değerlendirme ile yazılı şekilde hüküm tesisi isabetsizdir…” gerekçesi ile karar bozulmuştur.Direnme Kararı:12. İstanbul 9. İcra (Hukuk) Mahkemesinin 19.11.2015 tarihli ve 2015/538 E., 2015/945 K. sayılı kararı ile; TTK’nın 776/1/b maddesine göre bir bononun kayıtsız ve şartsız belirli bir bedeli ödemeyi vaad etmemesi ya da bu vaadi hükümden düşürecek kuşkulu bir ibareyi içermesi hâlinde bononun niteliğini yitireceği, somut olayda kambiyo senedinin arka yüzünde “Teminat senedidir. Kullanılamaz” ibaresini içerdiğinin tartışmasız olduğu, kambiyo senedinin arka yüzündeki bu ifadenin TTK’nın 776/1/b bendindeki unsuru hükümden düşüren bir olgu olduğu, hükümsüzlüğü vücuda getiren olguları sadece ”anlaşma ve yazılı metin ile” sınırlamanın öteki ifade ile kambiyo senedinin bu unsurunu hükümden düşürecek olguları aynılaştırmanın ve yazılı metinle sınırlamanın olanaksız olduğu, her somut olayda kambiyo senedinin hükümsüzlüğünü vücuda getirecek, onun kambiyo senedi olma özelliğini bertaraf edecek yahut onu teminat senedi olmaktan çıkaracak olguyu “yazılı metinle” tahdit etmenin madde düzenlemesinin uygulama anlamını daraltmak manasına geleceği, burada özellikle dikkatten kaçmaması gerekenin TTK’nın 776/1-b maddesine yönelik en küçük bir kuşkunun bile kambiyo senedinin bu unsurunu tehdit eden bir olgu olarak telakki edilmesi olduğu, Yasa yapıcının koşulun duyarlılık eşiğini oldukça düşürdüğü ve bu eşiği tehdit eden en küçük olguyu dahi senedin kambiyo senedi olma vasfını yitireceği kanaatinde olduğu, Yargıtay deneyimlerinin bu olguyu aynılaştırma, tek tipleştirme çabası somut olay adaleti önünde ciddi bir engel olmaktan başka Yasama iradesini aşkın içtihatla bertaraf edilmesi ve kısıtlanması sonucunu doğurduğu gerekçeleriyle direnme kararı verilmiştir.Direnme Kararının Temyizi:13. Direnme kararı süresi içinde alacaklı vekili tarafından temyiz edilmiştir.II. UYUŞMAZLIK14. Direnme yolu ile Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; kambiyo senetlerine özgü haciz yolu ile takibe dayanak senedin teminat senedi olup olmadığı, borçlunun bu yöndeki isteminin reddinin gerekip gerekmediği noktasında toplanmaktadır.III. GEREKÇE15. Hukuk Genel Kurulunda yapılan görüşmeler sırasında öncelikle; borçlu vekilinin 02.01.2020 tarihli dilekçesinde “…Kurulunuzca gerekli görülecek olursa incelenmek üzere davaya konu bono aslının İstanbul 9. İcra (Hukuk) Mahkemesinden zimmetli olarak getirtilmesine karar verilmesini…” şeklinde beyanda bulunması üzerine senet aslının incelenmesinin gerekip gerekmediği tartışılmış, yerel mahkemenin direnme gerekçesinde de belirttiği gibi senedin arka yüzünde “Teminat senedidir.Kullanılamaz” ibaresini içerdiğinin taraflar arasında tartışmasız olduğu ve senedin renkli fotokopisinin gönderildiği anlaşıldığından senet aslının incelenmesi için dosyanın mahalline geri çevrilmesine gerek bulunmadığına oybirliğiyle karar verilmiş ve işin esasına geçilmiştir.16. Kambiyo senetlerine özgü haciz yolu ile takipte, İİK’nın 168. maddesinin 3 ve 170/a maddesinin 1. fıkrasına göre borçlu ödeme emri tebliğinden itibaren 5 gün içinde icra mahkemesine başvurarak, takibe dayanak senedin kambiyo senedi niteliğinde olmadığını ileri sürerek takibin iptalini talep edebilir. İİK’nın 170/a maddesinin 2. fıkrasına göre süresinde yapılmak kaydıyla borçlu tarafından başka bir şikâyet veya itirazda bulunulması ile bu husus icra mahkemesince kendiliğinden ve öncelikle dikkate alınır. Bu inceleme sonucunda icra mahkemesi takip dayanağı senedin kambiyo senedi niteliğinde olmadığı kanısına varır ise icra takibinin iptaline karar verir. Ancak İİK’nın 170/a maddesinin son fıkrasına göre her ne suretle olursa olsun imza inkârı itirazı geri alınmış veya borç kısmen veya tamamen kabul edilmiş ise bu madde hükmü uygulanmaz.17. İcra takip tarihi itibari ile yürürlükte bulunan, 6762 sayılı Türk Ticaret Kanunu (TTK)’nun 688. maddesine göre bono veya emre muharrer senet, senet metninde (bono) veya (emre muharrer senet) kelimesini ve senet Türkçe’den başka bir dilde yazılmışsa o dilde bono karşılığı olarak kullanılan kelimeyi, kayıtsız ve şartsız muayyen bir bedeli ödemek vaadini, ödeme yerini, kime ve kimin emrine ödenecek ise onun ad ve soyadını, senedin tanzim edildiği gün ve yeri, tanzim edenin imzasını içermelidir. Sıralanan bu kayıtlar bononun zorunlu ve geçerliliğini etkileyecek olan zorunlu unsurlardır.18. Bu çerçevede belirlilik (muayyenlik) kambiyo senetlerinin temel unsurlarından biridir. Tedavül kabiliyeti de dikkate alındığında, bononun bütün unsurlarının açık, net, yoruma elverişli olmayacak biçimde belirgin olması gerekir. Öztan’ın da ifade ettiği gibi poliçe ve bono keşidesi “şart kabul etmeyen” bir işlemdir (Öztan, F.: Kıymetli Evrak Hukuku, 2. B., Ankara 1997, s.451).19. Nitekim TTK’nın 689. maddesi zorunlu unsurları taşımayan senedin bono niteliğinde olmadığını belirttikten sonra vade, tanzim ve ödeme yeri konusunda da yedek hukuk kuralı getirerek oluşabilecek boşlukları doldurmuş ve belirlilik ilkesini bu şekilde desteklemiştir. Bedel, faiz, protestodan muafiyet ve yetki şartı gibi kayıtların konulması kabul edilmekte ise de, illetten mücerretlik veya muayyenlik vasfını ortadan kaldıran kayıtların bono üzerine konması, onun kambiyo senedi vasfını ortadan kaldırır.20. Hukuk Genel Kurulunun 11.04.2018 tarihli ve 2017/19-819 E., 2018/771 K. sayılı kararında da benimsendiği üzere, TTK’nın 688. maddede belirtilen şekli koşulların yanında taraflar bononun ihdas nedeni (malen/nakden ya da teminat kaydı ile alındığını), uyuşmazlık durumunda aralarındaki anlaşmaya göre yetkili olacak mahkeme, faiz gibi bononun geçerliliğine etki etmeyecek ihtiyari unsurları belirleyerek senede ekleyebilirler. Sıralanan şekil şartlarından da anlaşıldığı üzere, kambiyo senetleri temel hukuki ilişkiden bağımsız bir nitelik taşır ve soyut bir borç ikrarı içerir. Bu nedenle de bono düzenlenirken temel ilişkinin kaynağına yönelik “bedelin malen-nakden ya da teminat olarak alındığına” ilişkin ibarelerin senede yazılması zorunlu değildir. Taraflar bu ibareleri ticaret hayatındaki olası bir uyuşmazlık durumunda ispat hukukunda karşılaşabilecekleri zorlukları daha kolay aşmak amacıyla ihtiyari olarak kayıt altına almaktadırlar. Yoksa elbette ki bu kayıtlar bağımsız borç ikrarı içeren senetlerin niteliğine etki etmez.21. Yukarıda yapılan açıklamalar ve yasal düzenlemeler ışığında somut olay değerlendirildiğinde; takip dayanağı senedin arka yüzünde “teminat senedidir.kullanılamaz” ibaresinin bulunduğu anlaşılmaktadır.22. Bonoda teminat kaydı var ise de neyin teminatı olduğu belirtilmediğinden bu kayıt bononun mücerrettik vasfını ortadan kaldırmaz. Sadece teminat olduğuna dair eklenen bu kayda doktrinde mücerret teminat kaydı denilmektedir.23. Bononun teminat amaçlı verildiğinin kabul edilebilmesi için, neyin teminatı olarak verildiğinin ya bononun önündeki veya arkasındaki yazılar veya ayrı bir belge (İİK’nın 169/a maddesinde öngörülen) ile teminat senedi olduğunun kanıtlanması gerekir.24. Nitekim Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 14.03.2001 tarihli ve 2001/12-233 E., 2001/257 K.; 20.06.2001 tarihli ve 2001/12-496 E., 2001/534 K.; 24.02.2010 tarihli ve 2010/19-67 E., 2010/99 K. ile 28.03.2018 tarihli ve 2017/12-1140 E., 2018/563 K. sayılı kararlarında da aynı hususlar benimsenmiştir.25. Diğer taraftan, yerel mahkemece direnme kararının gerekçe bölümünde “Yargıtay deneyimlerinin bu olguyu aynılaştırma tek tipleştirme çabası somut olay adaleti önünde ciddi bir engel olmaktan başka yasama iradesini aşkın içtihatla bertaraf edilmesi kısıtlanması sonucunu doğurur. İçtihat yasanın iradesini kısıtlayacak uygulama alanını büzecek ve iradeyi tümden hükümden düşürecek şekilde başkalaştıramaz” şeklindeki değerlendirmeler, Anayasanın 141. maddesi ile HMK’nın 297. maddesinde amaçlanan gerekçeye uygun olmayıp, hukukilikten uzaktır. Türk Adli Yargı Sistemi içerisinde adliye mahkemelerince verilen karar ve hükümlerin temyizen son inceleme merci ve üst mahkeme olan Yargıtay ile ilgili uygunsuz değerlendirmelerle Yargı kararlarının taşıması gereken üslubun dışına çıkıldığı, yargısal teamül ve geleneklere uygun olmadığı kabul edilmiş, bu hususta eleştiriye işaret olunmakla yetinilmesine karar verilmiştir.26. Öte yandan Özel Dairenin 02.04.2015 tarihli bozma kararının başlığında “Davacı:Borçlular: …”in de gösterilmiş olması bir maddi hata olarak değerlendirilmiş ve sonuca etkili görülmemiştir.27. Hâl böyle olunca, takip konusu bonodaki kaydın senedin kambiyo vasfını etkilemeyeceği, borçlunun teminat senedi olduğuna ilişkin iddiasının alacaklının imzasını taşıyan ve senede açık atıf yapan İİK’nın 169/a maddesinde yazılı belgelerle kanıtlanamadığından, Hukuk Genel Kurulunca da benimsenen Özel Daire bozma kararına uyulması gerekirken, önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır.IV. SONUÇ:Açıklanan nedenlerle;Alacaklı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile direnme kararının Özel Daire bozma kararında gösterilen nedenlerden dolayı BOZULMASINA,İstek halinde temyiz peşin harcının yatırana iadesine,2004 sayılı İcra ve İflas Kanunu’na 5311 sayılı Kanun’un 29. maddesi ile eklenen geçici 7. maddesinin göndermesi ile uygulanması gereken İİK’nın 366/III. maddesi uyarınca kararın tebliğden itibaren 10 gün içerisinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere 11.02.2020 tarihinde oy birliğiyle karar verildi.
19. Ceza Dairesi 2018/3834 E. , 2019/8944 K. “İçtihat Metni” Görevi kötüye kullanma suçundan şüpheliler … ve … haklarında yürütülen soruşturma evresi sonucunda Edirne Cumhuriyet Başsavcılığınca verilen 23/08/2017 tarihli ve 2017/9592 soruşturma, 2015/4820 sayılı kovuşturmaya yer olmadığına dair karara yönelik itirazın reddine dair mercii Edirne 1. Sulh Ceza Hâkimliğinin 27/10/2017 tarihli ve 2017/4395 değişik iş sayılı kararı aleyhine, Adalet Bakanlığı’nın 24/01/2018 gün ve 2017/12612 sayılı kanun yararına bozma istemini içeren yazısı ekindeki dava dosyası, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının 01/02/2018 gün ve KYB. 2018/8399 sayılı ihbarnamesi ile dairemize gönderilmekle okundu. Anılan ihbarnamede; 5271 sayılı Kanun’un 160. maddesi uyarınca, Cumhuriyet savcısının, ihbar veya başka bir suretle bir suçun işlendiği izlenimini veren bir hâli öğrenir öğrenmez kamu davasını açmaya yer olup olmadığına karar vermek üzere hemen işin gerçeğini araştırmaya başlaması gerektiği, aynı Kanun’un 170/2. maddesi gereğince yapacağı değerlendirme sonucunda, toplanan delillerin suçun işlendiği hususunda yeterli şüphe oluşturduğu kanısına ulaştığında iddianame düzenleyerek kamu davası açacağı, aksi halde ise anılan Kanun’un 172. maddesi gereği kovuşturma yapılmasına yer olmadığına dair karar vereceği, buna karşın Cumhuriyet savcısının 5271 sayılı Kanun’un kendisine yüklediği soruşturma görevini yerine getirmediği, ortada kanuna uygun bir soruşturmanın bulunmadığı durumda, anılan Kanun’un 173/3. maddesindeki koşullar oluşmadığından, itirazı inceleyen merciin Cumhuriyet savcısının soruşturma yapmasını sağlamak maksadıyla itirazın kabulüne karar verebileceği yönündeki açıklamalar karşısında, Dosya kapsamına göre, müşteki vekilinin Ziraat Bankası Süloğlu Şubesinden belge talebinde bulunduğu, banka tarafından verilen cevabi yazıda vekilin yetkili kılındığı 22/01/2009 tarihli ve 507 yevmiye nolu genel vekaletnamede, Ziraat Bankası Şubelerinden belge talep etme ilgili yetki verilmediğinden bahisle olumsuz cevap verildiği, alınan olumsuz cevap üzerine müşteki vekilince banka görevlileri hakkında suç duyurunda bulunulduğu, Edirne Cumhuriyet Başsavcılığınca yürütülen soruşturma evresi sonucunda, taraflar arasındaki olayın hukuki ihtilaf mahiyetinde olduğundan bahisle kovuşturmaya yer olmadığına dair karar verilmiş ise de; 1136 sayılı Avukatlık Kanunu’nun 2/3. maddesindeki “Yargı organları, emniyet makamları, diğer kamu kurum ve kuruluşları ile kamu iktisadi teşebbüsleri, özel ve kamuya ait bankalar, noterler, sigorta şirketleri ve vakıflar avukatlara görevlerinin yerine getirilmesinde yardımcı olmak zorundadır. Kanunlarındaki özel hükümler saklı kalmak kaydıyla, bu kurumlar avukatın gerek duyduğu bilgi ve belgeleri incelemesine sunmakla yükümlüdür. Bu belgelerden örnek alınması vekaletname ibrazına bağlıdır. Derdest davalarda müzekkereler duruşma günü beklenmeksizin mahkemeden alınabilir.” hükmü karşısında, müşteki vekilinin bankadan talep ettiği belgelerin kendisine verilmesi gerektiği hususunun kanundan kaynaklanan bir zorunluluk olduğu, ancak banka görevlilerinin bu talebi yerine getirmeyerek görevlerinin gereklerine aykırı davrandıkları anlaşılmakla, Edirne Cumhuriyet Başsavcılığınca verilen takipsizlik kararının usul ve yasaya aykırı olduğu, bu nedenle itirazın kabûlü yerine, yazılı şekilde reddine karar verilmesinde isabet görülmediği, gerekçesiyle 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanununun 309. maddesi uyarınca anılan kararın kanun yararına bozulması isteminde bulunulmakla, Gereği görüşülüp düşünüldü: 1136 sayılı Avukatlık Kanunu’nun “Avukatlığın amacı:” 2. maddesi; “(Değişik birinci fıkra : 2/5/2001 – 4667/2 md.) Avukatlığın amacı; hukuki münasabetlerin düzenlenmesini, her türlü hukuki mesele ve anlaşmazlıkların adalet ve hakkaniyete uygun olarak çözümlenmesini ve hukuk kurallarının tam olarak uygulanmasını her derecede yargı organları, hakemler, resmi ve özel kişi, kurul ve kurumlar nezdinde sağlamaktır. Avukat bu amaçla hukuki bilgi ve tecrübelerini adalet hizmetine ve kişilerin yararlanmasına tahsis eder. (Değişik ikinci fıkra: 2/5/2001 – 4667/2 md.) Yargı organları, emniyet makamları, diğer kamu kurum ve kuruluşları ile kamu iktisadi teşebbüsleri, özel ve kamuya ait bankalar, noterler, sigorta şirketleri ve vakıflar avukatlara görevlerinin yerine getirilmesinde yardımcı olmak zorundadır. Kanunlarındaki özel hükümler saklı kalmak kaydıyla, bu kurumlar avukatın gerek duyduğu bilgi ve belgeleri incelemesine sunmakla yükümlüdür. Bu belgelerden örnek alınması vekaletname ibrazına bağlıdır. Derdest davalarda müzekkereler duruşma günü beklenmeksizin mahkemeden alınabilir.” hükmünü amirdir. 1136 sayılı Kanun’un 2. maddesinde değişiklik yapan 4667 sayılı Kanun’un genel gerekçesinde; “Savunmanın yargının temel unsurlarından birisi olduğu düşüncesinden hareketle, avukatlık mesleğinin günümüz koşullarına göre en iyi şekilde yapılabilmesi için tasarıyla avukatlara görevlerini yerine getirmelerinde yardımcı olacak kuruluşlara açıklık getirilerek bu kuruluşlardan bilgi ve belge toplama yetkisi verilmektedir…” şeklinde, madde gerekçesinde ise; “Avukatlık Kanunu’nun 2. Maddesinin üçüncü fıkrasında yer alan “adli merciler ve diğer resmi daireler” ibaresi yerine bu kurum ve kuruluşlar genişletilerek, “kamu iktisadi teşebbüsleri, kamu kurum ve kuruluşları, özel ve kamuya ait bankalar ve diğer kurum ve kuruluşlar avukatlara görevlerinin yerine getirilmesinde yardımcı olmakla yükümlü” tutulmuşlardır. Adli merciler tabiri ise, yargı organları şeklinde değiştirilmiş ve emniyet makamları da madde kapsamına alınmış, ayrıca avukatlara belge toplayabilme yetkisi verilmiştir…” şeklinde, kanun koyucunun amacı, kimleri avukatlara bilgi ve belge vermekle yükümlü (zorunlu) kıldığı açıkça belirtilmiştir(https://www2.tbmm.gov.tr/d21/1/1-0422.pdf). Kanun metninden ve gerekçesinden açıkça anlaşılacağı üzere; madde metninde yazılı kurum ve kuruluşların (özel veya kamuya ait bankalar dahil olmak üzere) avukatların görevini yerine getirmesinde gerek duyacağı bilgi ve belgeleri incelemelerine sunmak zorunda olduğu, vekaletname ibrazı halinde ise avukatlara müvekkilleriyle ilgili bu belgelerden örnek vermek zorunda olacakları düzenlenmiştir. Suç ve şikayet tarihinde yürürlükte bulunan 5237 sayılı TCK’nin “Görevi kötüye kullanma” başlıklı 257. maddesi; “(1) Kanunda ayrıca suç olarak tanımlanan haller dışında, görevinin gereklerine aykırı hareket etmek suretiyle, kişilerin mağduriyetine veya kamunun zararına neden olan ya da kişilere haksız bir menfaat sağlayan kamu görevlisi, altı aydan iki yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır. (2) Kanunda ayrıca suç olarak tanımlanan haller dışında, görevinin gereklerini yapmakta ihmal veya gecikme göstererek, kişilerin mağduriyetine veya kamunun zararına neden olan ya da kişilere haksız bir menfaat sağlayan kamu görevlisi, üç aydan bir yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.” hükümlerini amirdir. Buna göre; TCK’nin 257. maddesinde yazılı “görevi kötüye kullanma” suçunun faili; “kamu görevlisi”dir. 5237 sayılı TCK’nin 6/(1)-c. maddesinde kamu görevlisi; “…c) Kamu görevlisi deyiminden; kamusal faaliyetin yürütülmesine atama veya seçilme yoluyla ya da herhangi bir surette sürekli, süreli veya geçici olarak katılan kişi,… Anlaşılır.” şeklinde açıkça tanımlanmıştır. Suçun hukuki konusu; kamu görevlileri tarafından üstlenilen ve toplum adına icra edilen kamu görevidir. Bu nedenle, görevi kötüye kullanma suçunun mağduru da toplumdur. Suçun maddi unsuru (fiil); maddenin 1. fıkrasında “görevinin gereklerine aykırı hareket etmek suretiyle, kişilerin mağduriyetine veya kamunun zararına neden olmak ya da kişilere haksız bir menfaat sağlamak”, 2. fıkrasında ise; “görevinin gereklerini yapmakta ihmal veya gecikme göstererek, kişilerin mağduriyetine veya kamunun zararına neden olmak ya da kişilere haksız bir menfaat sağlamak” olarak belirtilmiştir. 5271 sayılı CMK’nin “Kamu davasını açma görevi” başlıklı 170. maddesi; “(1) Kamu davasını açma görevi, Cumhuriyet savcısı tarafından yerine getirilir. (2) Soruşturma evresi sonunda toplanan deliller, suçun işlendiği hususunda yeterli şüphe oluşturuyorsa; Cumhuriyet savcısı, bir iddianame düzenler. … (5) İddianamenin sonuç kısmında, şüphelinin sadece aleyhine olan hususlar değil, lehine olan hususlar da ileri sürülür.”, “Kamu davasını açmada takdir yetkisi” başlıklı 171. maddesi; “(1) Cezayı kaldıran şahsî sebep olarak etkin pişmanlık hükümlerinin uygulanmasını gerektiren koşulların ya da şahsî cezasızlık sebebinin varlığı halinde, Cumhuriyet savcısı kovuşturmaya yer olmadığı kararı verebilir. (2) 253 üncü maddenin ondokuzuncu fıkrası hükümleri saklı kalmak üzere, Cumhuriyet savcısı, soruşturulması ve kovuşturulması şikâyete bağlı olup, üst sınırı bir yıl veya daha az süreli hapis cezasını gerektiren suçlardan dolayı, yeterli şüphenin varlığına rağmen, kamu davasının açılmasının beş yıl süreyle ertelenmesine karar verebilir. Suçtan zarar gören, bu karara 173 üncü madde hükümlerine göre itiraz edebilir…” “Kovuşturmaya yer olmadığına dair karar” başlıklı 172. maddesi; “(1) Cumhuriyet savcısı, soruşturma evresi sonunda, kamu davasının açılması için yeterli şüphe oluşturacak delil elde edilememesi veya kovuşturma olanağının bulunmaması hâllerinde kovuşturmaya yer olmadığına karar verir. Bu karar, suçtan zarar gören ile önceden ifadesi alınmış veya sorguya çekilmiş şüpheliye bildirilir. Kararda itiraz hakkı, süresi ve mercii gösterilir. (2) Kovuşturmaya yer olmadığına dair karar verildikten sonra kamu davasının açılması için yeterli şüphe oluşturacak yeni delil elde edilmedikçe ve bu hususta sulh ceza hâkimliğince bir karar verilmedikçe, aynı fiilden dolayı kamu davası açılamaz…” hükümlerini amirdir. Nitekim Yargıtay Ceza Genel Kurulu’nun 28.04.2009 tarihli, 2009/6-35 E., 2009/103 K. sayılı kararında ve pek çok emsal kararında da belirtildiği üzere; “…Soruşturma evresinin asıl yetkilisi olan Cumhuriyet savcısı, ihbar veya başka bir suretle bir suçun işlendiği izlenimini veren bir hâli öğrenir öğrenmez ceza yargılamasının temel amacı olan maddi gerçeğin ortaya çıkarılması için soruşturmaya başlayacaktır. Ancak soruşturma sırasında maddi gerçeğe ulaşmak için nasıl bir yol izleyeceğine ve hangi kanıtların toplanması gerektiğine ilişkin herhangi bir düzenleme bulunmamaktadır. Aslında suçların çeşitliliği ve toplumsal yaşamın karmaşıklığı göz önüne alındığında böyle bir düzenlemenin çok da isabetli olmayacağı kuşkusuzdur. Cumhuriyet savcısının maddi gerçeğin ortaya çıkartılması amacına yönelik olarak hangi tür olaylarda hangi yolları takip edeceğine ilişkin mevzuatta bir açıklık bulunmamakla birlikte bu husus tamamen bilinmeyen bir konu da değildir. Daha önce karşılaşılan benzer olaylardaki hareket tarzı yoluyla kazanılan ve mesleki birikim olarak isimlendirilebilecek tecrübe, yargısal kararlar ve öğreti, maddi gerçeğin ortaya çıkarılması için Cumhuriyet savcısının yolunu aydınlatmaktadır…” şeklinde soruşturma aşamasında hangi delillerin toplanabileceği hususunun Cumhuriyet savcısı tarafından, her olayın özelliğine göre mesleki bilgi ve birikimi çerçevesinde belirleneceği, bu husustaki takdir yetkisinin hiçbir zaman ucu açık veya keyfi bir yetki olarak kullanılamayacağı anlatılmaktadır. Yukarıda yazılı mevzuat, gerekçe metni ve emsal içtihat ışığında, kanun yararına konu somut uyuşmazlık değerlendirildiğinde; Şikayetçi (suçtan zarar gören) vekilinin dilekçesinde adı geçen banka ile arasındaki yazışmaların birer örneğini, vekaletname suretini şikayet dilekçesine eklediği ve banka ile arasında yaşanan olayları delilleriyle anlattığı, ancak Cumhuriyet savcısı tarafından; ileri sürülen iddiaların doğruluğuna dair yapılan yazışmaların aslı gibi bir örneğinin ve konu hakkında başvurana neden bilgi verilmediğine dair savunmanın ilgili bankadan istenmediği, şüphelilerin bu hususta ifadesinin alınmasına başvurulmadığı, şikayet tarihinden (22.08.2017) bir gün sonra (23.08.2017) “avukatın bankadan istediği belgelerin temini için Sulh Hukuk Mahkemesinde bir delil tespiti davası açabileceği, bu nedenle taraflar arasındaki olayın bir hukuki ihtilaf mahiyetinde olduğu” gerekçesiyle kovuşturmaya yer olmadığına dair bir karar verildiği görülmektedir. 1136 sayılı Avukatlık Kanunu’nun, sadece avukatlar için değil, avukatlar dışında ilgili görülen tüm muhataplar için de (özel veya kamu tüzel kişileri de dahil olmak üzere) uymaları gereken kuralları düzenlediği, banka çalışanlarının, vekalaletname ile başvuran mirasçı vekiline vefat eden babasının sigorta evraklarını vermemesi eyleminin, görevi kötüye kullanma suçunu oluşturduğu iddiası ile haklarında TCK’nin 257. maddesinde düzenlenen “görevi kötüye kullanma” suçundan kamu davası açılması için dosyada toplanan başvuru evrakı ve bankanın yazı cevabının yeterli şüpheyi oluşturacak delil olarak nitelendirilmesi gerekeceği, şayet kamu davası açmak için bunlarla yetinilemeyeceği kanaati hasıl olursa, bu kez yazışma belgelerinin aslı gibi onaylı örneğinin ilgili bankadan istenebileceği ve memurların bu şekilde cevap vermelerini gerektiren bir mevzuat veya emir varsa bunun araştırılması için ifadelerinin alınabileceği, bunun dışında sırf “uyuşmazlığın hukuki ihtilaf olduğu” gibi subjektif ve maddi dayanağı olmayan bir gerekçeyle kovuşturmaya yer olmadığına dair bir karar verilemeyeceği, somut olayda şikayetin bir gün sonrasında hiçbir işlem yapmaksızın kovuşturmaya yer olmadığına dair karar veren Cumhuriyet savcılığının şikayetçi tarafından sunulan delillerin hangi gerekçeyle atılı suçu oluşturduğuna dair yeterli bir şüphe oluşturmayacağından bahsetmediği, keza itirazı inceleyen merciin başvuranı veya toplumu tatmin eden bir gerekçe olmaksızın itirazın reddine karar verdiği anlaşılmakla, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının kanun yararına bozma istemine dayanan ihbarname içeriği bu nedenle yerinde görüldüğünden, Edirne 1. Sulh Ceza Hâkimliğinin 27/10/2017 tarihli ve 2017/4395 değişik iş sayılı kararının CMK’nin 309/4-a. maddesi uyarınca BOZULMASINA, müteakip işlemlerin, kararı veren mahkeme tarafından, gerekli inceleme ve araştırma sonucunda yerine getirilmesine, 27/05/2019 tarihinde oy birliğiyle karar verildi.
12. Hukuk Dairesi 2022/5894 E. , 2022/7311 K. “İçtihat Metni” MAHKEMESİ :İcra Hukuk Mahkemesi Yukarıda tarih ve numarası yazılı mahkeme kararının müddeti içinde temyizen tetkiki alacaklı tarafından istenmesi üzerine bu işle ilgili dosya mahallinden daireye gönderilmiş olup, dava dosyası için Tetkik Hâkimi … tarafından düzenlenen rapor dinlendikten ve dosya içerisindeki tüm belgeler okunup incelendikten sonra işin gereği görüşülüp düşünüldü : Alacaklı banka tarafından borçlu aleyhine konut kredisi sözleşmesi nedeniyle düzenlenen gayrimenkul ipoteğinin paraya çevrilmesi yolu ile ilamlı takip başlatıldığı, borçlu vekilinin takibin iptali istemi ile icra mahkemesine başvurduğu, mahkemece konut finansmanı sözleşmesi kapsamında alacağın varlığı ve miktarının 4077 sayılı Tüketicinin Korunması Hakkındaki Kanun kapsamında yargılama yapılmasının zorunlu kılındığı gerekçesi ile takibin iptaline karar verildiği, verilen kararın alacaklı vekili tarafından temyizi üzerine, alacaklı vekilinin temyiz talebinin süresinde olmadığı gerekçesiyle temyiz başvurusunun 27.02.2014 tarihinde reddine karar verildiği görülmüştür. Bölge Adliye ve Adli Yargı İlk Derece Mahkemeleri İle Cumhuriyet Başsavcılıkları İdari ve Yazı İşleri Hizmetlerinin Yürütülmesine Dair Yönetmeliğin 216/1 maddesinde “Hâkimin re’sen harekete geçtiği hâller ile kanunlardaki özel hükümler saklı kalmak kaydıyla taraflardan birinin talebi olmadıkça hüküm tebliğe çıkarılmaz. Taraflardan birinin talebi hâlinde hükmün bir nüshası makbuz karşılığında talep eden tarafa verilir, bir nüshası da diğer tarafa tebliğe çıkarılır.” düzenlemesi hükme bağlanmıştır. Somut olayda, dosya içeriğinden tarafların talepleri olmaksızın gerekçeli kararın tebliğe çıkarıldığı bu nedenle gerekçeli kararın usulüne uygun olarak alacaklı tarafa tebliğ edilmediği anlaşıldığından alacaklı vekilinin temyiz talebinin reddine ilişkin … 19. İcra Hukuk Mahkemesinin 27.02.2014 tarih ve 2014/91 Esas ve 2014/163 Karar sayılı ek kararının oy birliğiyle kaldırılmasına karar verildi. … 19. İcra Hukuk Mahkemesinin 27.02.2014 tarih ve 2014/91 Esas ve 2014/163 Karar sayılı kararının temyiz incelemesine geçildi: Tarafların karşılıklı iddia ve savunmalarına, dayandıkları belgelere, temyiz olunan kararda yazılı gerekçelere göre yerinde bulunmayan temyiz itirazlarının reddiyle usul ve kanuna uygun mahkeme kararının İİK’nun 366. ve HUMK’nun 438. maddeleri uyarınca (ONANMASINA), alınması gereken 80,70 TL temyiz harcından, evvelce alınan harç varsa mahsubu ile eksik harcın temyiz edenden tahsiline, ilamın tebliğinden itibaren 10 gün içinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere, 16.06.2022 tarihinde oy birliğiyle karar verildi.
4. Ceza Dairesi 2020/18492 E. , 2020/14009 K. “İçtihat Metni” KARAR Hakaret suçundan sanık … hakkında son soruşturmanın açılmasına yer olmadığına dair Tarsus 2. Ağır Ceza Mahkemesinin 08/10/2019 tarihli ve 2019/286 esas, 2019/327 sayılı kararına karşı yapılan itirazın reddine ilişkin mercii Tarsus 1. Ağır Ceza Mahkemesinin 25/10/2019 tarihli ve 2019/1588 değişik iş sayılı kararını kapsayan dosya incelendi. İstem yazısında; Dosya kapsamına göre, “İstanbul Barosunda kayıtlı avukat olan sanığın, …’nun silâhlı terör örgütüne üye olma suçundan yargılandığı Adana 11. Ağır Ceza Mahkemesinin 2017/135 esasına kayden görülen dava dosyasına, müdafii sıfatıyla ibraz ettiği 01/02/2018 tarihli tutukluluk halinin devamı kararına itiraz dilekçesinde “Savunma makamı olarak ne yapılırsa yapılsın lehe hangi deliller ortaya konulursa konulsun gerek iddia makamının mütalaası gerekse yargılama makamı heyetinin kararı önceden verilmiştir. Taleplerimiz hiçbir fiili ve hukuki gerekçe olmadan reddedilmektedir. Masumiyetin ortaya çıkmasından endişe edilmektedir. Listeyle tutuklamaların yapılması, listeyle tahliyelerin gerçekleştiği bir dönemde adalet beklemek saflıktır … yargılama yapan mahkemenin duvarındaki yazılı adaletten bile esinti yoktur. Mahkeme suç işlediği kesin olan ve etkin pişmanlıktan yararlanmak için müvekkilin yüzünü bile bilmeden ihbar eden bir kişinin sözüne itibar edip, hakkında hiçbir delil olmayan müvekkili mahkum etmeye çalışmaktadır. ‘in dubio pro libartate’ ‘kuşkulu durumlarda özgürlükten yana olmalıdır’ ilkesi hukukun kadim bir ilkesidir. Yani ‘şüpheden sanık yararlanır’ Yargı kültürümüzün hiç tanımadığı bir ilkedir. Zira bizim kültürümüze ‘ateş olmayan yerden duman çıkmaz’ ilkesi egemendir. Tabii ki bir belgenin başına iddianame yazmakla hukuken iddianame haline gelmiyor. Yakın tarihimizde çok sayıda kumpas, yalan, iftira davaları ortaya çıkmıştır. Bu iddianame de bir kumpas ve komplo iddianamesidir. Birileri başına iddianame yazdı diye bizim de iddianame olarak kabul etmemizi beklemesin. ‘Yalan herkesi yok etmek için kullanılan ilk silâh oldu. En teknolojik silâhlar ateşlenmeden önce yalan söylenir. Yalnız devlet adamı yalan söyleyebilir. Yalan devletin yararı gereği yurttaşları ya da devleti aldatmak için söylenebilir’ der Platon…Olaylar tarihsel olgulara, coğrafyalara göre değişir, ama zulüm her yerde zulümdür, faşizm her yerde faşizmdir. Bunu meşrulaştırabilecek bir dayanak tarih boyunca bulunamaz. Elbette meşrulaştırmak için siyasal meşruiyetler oluşturmuşlardır. Tarihe zulüm olarak geçmiştir bunlar. Kendi dönemlerinde başarı olarak geçse de zaman tarih yazmaya geldiğinde faşizm, baskı, zulüm olarak anılmıştır. Faşizan baskıların estirildiği bir dönemde adil olmayan yargılanmayla adına iddianame denen bir metne cevap vermek zorunda kalıyoruz” şeklindeki ifadelere yer vermek suretiyle hakarette bulunduğu, mevcut delillerin son soruşturmanın açılması için yeterli olduğu, delillerin takdir ve değerlendirilmesinin de son soruşturma aşamasında davayı görecek olan mahkemesine ait bulunduğu gözetilmeden, itirazın kabulü yerine yazılı şekilde reddine karar verilmesinde isabet görülmemiştir.” denilmektedir. Hukuksal Değerlendirme: 5237 sayılı TCK’nın “hakaret” başlıklı 125. maddesinde; “ Bir kimseye onur, şeref ve saygınlığını rencide edebilecek nitelikte somut bir fiil veya olgu isnat eden veya sövmek suretiyle bir kimsenin onur, şeref ve saygınlığına saldıran kişi, üç aydan iki yıla kadar hapis veya adlî para cezası ile cezalandırılır. Mağdurun gıyabında hakaretin cezalandırılabilmesi için fiilin en az üç kişiyle ihtilât ederek işlenmesi gerekir.” hükmü düzenlenmiştir. Ceza Genel Kurulu’nun 14/10/2008 gün ve 170-220 sayılı kararında da belirtildiği üzere; hakaret fiilinin cezalandırılmasıyla korunan hukuki değer, kişilerin şeref, haysiyet ve namusu, toplum içindeki itibarı, diğer fertler nezdindeki saygınlığı olup, bu suçun oluşabilmesi için, davranışın kişiyi küçük düşürmeye matuf olarak gerçekleştirilmesi gerekmektedir. Somut bir fiil ya da olgu isnat etmek veya sövmek şeklindeki seçimlik hareketlerden biri ile gerçekleştirilen eylem, bireyin onur, şeref ve saygınlığını rencide edebilecek nitelikte ise hakaret suçu oluşacaktır. Bir hareketin tahkir edici olup olmadığı, zamana, yere ve duruma göre değişebilmektedir. Kamu görevlileri veya sivil vatandaşlara yönelik her türlü ağır eleştiri veya rahatsız edici sözlerin hakaret suçu bağlamında değerlendirilmemesi, sözlerin açıkça, onur, şeref ve saygınlığı rencide edebilecek nitelikte somut bir fiil veya olgu isnadını veya sövmek fiilini oluşturması gerekmektedir. İnceleme konusu somut olayda; İstanbul Barosunda kayıtlı avukat olan sanığın, Adana 11. Ağır Ceza Mahkemesinin 2017/135 esasına kayden görülen kamu davası esnasında, sanık müdafii sıfatıyla 01/02/2018 tarihli tutukluluk halinin devamı kararına itiraz dilekçesinde, “Savunma makamı olarak ne yapılırsa yapılsın lehe hangi deliller ortaya konulursa konulsun gerek iddia makamının mütalaası gerekse yargılama makamı heyetinin kararı önceden verilmiştir. Taleplerimiz hiçbir fiili ve hukuki gerekçe olmadan reddedilmektedir. Masumiyetin ortaya çıkmasından endişe edilmektedir. Listeyle tutuklamaların yapılması, listeyle tahliyelerin gerçekleştiği bir dönemde adalet beklemek saflıktır … yargılama yapan mahkemenin duvarındaki yazılı adaletten bile esinti yoktur. Mahkeme suç işlediği kesin olan ve etkin pişmanlıktan yararlanmak için müvekkilin yüzünü bile bilmeden ihbar eden bir kişinin sözüne itibar edip, hakkında hiçbir delil olmayan müvekkili mahkum etmeye çalışmaktadır. ‘in dubio pro libartate’ ‘kuşkulu durumlarda özgürlükten yana olmalıdır’ ilkesi hukukun kadim bir ilkesidir. Yani ‘şüpheden sanık yararlanır’ Yargı kültürümüzün hiç tanımadığı bir ilkedir. Zira bizim kültürümüze ‘ateş olmayan yerden duman çıkmaz’ ilkesi egemendir. Tabii ki bir belgenin başına iddianame yazmakla hukuken iddianame haline gelmiyor. Yakın tarihimizde çok sayıda kumpas, yalan, iftira davaları ortaya çıkmıştır. Bu iddianame de bir kumpas ve komplo iddianamesidir. Birileri başına iddianame yazdı diye bizim de iddianame olarak kabul etmemizi beklemesin. ‘Yalan herkesi yok etmek için kullanılan ilk silâh oldu. En teknolojik silâhlar ateşlenmeden önce yalan söylenir. Yalnız devlet adamı yalan söyleyebilir. Yalan devletin yararı gereği yurttaşları ya da devleti aldatmak için söylenebilir’ der Platon…Olaylar tarihsel olgulara, coğrafyalara göre değişir, ama zulüm her yerde zulümdür, faşizm her yerde faşizmdir. Bunu meşrulaştırabilecek bir dayanak tarih boyunca bulunamaz. Elbette meşrulaştırmak için siyasal meşruiyetler oluşturmuşlardır. Tarihe zulüm olarak geçmiştir bunlar. Kendi dönemlerinde başarı olarak geçse de zaman tarih yazmaya geldiğinde faşizm, baskı, zulüm olarak anılmıştır. Faşizan baskıların estirildiği bir dönemde adil olmayan yargılanmayla adına iddianame denen bir metne cevap vermek zorunda kalıyoruz ” şeklindeki sözleri nedeniyle, kamu görevlisine görevinden dolayı hakaret ettiği gerekçesiyle düzenlenen iddianame sonrasında Tarsus 2. Ağır Ceza Mahkemesince, sanığın dilekçesinde belirtmiş olduğu ifadelerin muhatabın onur, şeref ve saygınlığını rencide edebilecek boyutta olmayıp, rahatsız edici kaba ve nezaket dışı hitap tarzı ile ağır eleştiri ve düşünce açıklamaları niteliğinde olduğu bu nedenle üzerine atılı suçun unsurlarının oluşmadığı gerekçesiyle son soruşturmanın açılmasına yer olmadığına karar verilmiştir. Öncelikle belirtilmelidir ki, sanığın sözlerinin rahatsız edici olduğu anlaşılmakla birlikte vekil edeni adına yaptığı hukuki işlemlerde davaya konu uyuşmazlığa ilişkin olarak davalının eylemlerine karşı bu sözleri söylemesi hususunun, Anayasa, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) içtihatlarında özel bir önem atfedilen, ifade özgürlüğü ile iddia ve savunma dokunulmazlığı kapsamında değerlendirileceği konusunda tereddüt bulunmamaktadır. İnsanın serbestçe haber, bilgi ve başkalarının fikirlerine ulaşabilmesi, edindiği düşünce ve kanaatlerden dolayı kınanamaması ve bunları tek başına veya başkalarıyla birlikte çeşitli yollarla serbestçe ifade edebilmesi, savunabilmesi ve yayabilmesi olarak kabul edilen, ifade özgürlüğü demokratik toplumun temelini oluşturan ana unsurlardan ve toplumun ilerlemesi ve bireyin gelişmesi için gerekli temel şartlardan birini oluşturmaktadır. Anayasa’nın 26. maddesinde, “Herkes, düşünce ve kanaatlerini söz, yazı, resim veya başka yollarla tek başına veya toplu olarak açıklama ve yayma hakkına sahiptir.” hükmüne yer verilmiştir. Bunun yanında, bu hak, birçok uluslararası belgeye ve mahkeme kararına da konu olmuştur. Türkiye’nin de yargılama yetkisini kabul ettiği AİHM, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin (Sözleşme) 10. maddesinin 2. paragrafı saklı tutulmak üzere, ifade özgürlüğünün sadece toplum tarafından kabul gören veya zararsız veya ilgisiz kabul edilen “bilgi” ve “fikirler” için değil, incitici, şoke edici ya da endişelendirici bilgi ve düşünceler için de geçerli olduğunu pek çok kararında yinelemiştir. AİHM’e göre ifade özgürlüğü, yokluğu halinde “demokratik bir toplum”dan söz edemeyeceğimiz çoğulculuğun, hoşgörünün ve açık fikirliliğin bir gereğidir. Bununla birlikte, ifade özgürlüğü de mutlak ve sınırsız değildir. Bu hak kullanılırken bireylerin hak ve özgürlüklerini ihlal edecek tutum ve davranışlardan kaçınılması hem ulusal hem de uluslar arası mevzuatlarda yer almaktadır. Nitekim Anayasa’nın 26. maddesinde koruma altına alınan ifade özgürüğü, aynı maddenin ikinci fıkrasında belirtilen sebeplerle sınırlandırılabilir. Dolayısıyla anılan madde ile Anayasanın 13. maddesine göre, ifade özgürlüğüne yönelik sınırlamalar ancak kanunla yapılabilir ve demokratik toplum düzeninin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamayacağı gibi hak ve özgürlüklerin özlerine de dokunamaz. Sözleşme’nin 10. maddesinin 2. paragrafı, kamu makamlarının bu özgürlüğün kullanılmasına getirebilecekleri sınırlama rejimini düzenlemektedir. Önemine binaen, ifade özgürlüğüne yapılan müdahaleler çok istisnai hallerde kabul görmekte ve Sözleşme’nin 10. maddesinin 2. paragrafının öngördüğü sınırlama kayıtları dar yorumlanmaktadır. Bu nedenle, bir kamu makamının ifade özgürlüğüne yaptığı “müdahalenin gerekliliği” mutlaka ikna edici bir şekilde açıklanmalıdır. Sözleşme’nin anılan maddesinde, belirtilen “gerekli” olma koşulu, müdahalenin bir ‘toplumsal ihtiyaç baskısına karşılık gelmesi ve özellikle izlediği meşru amaçla orantılı olması anlamına gelir. Bir müdahalenin bu kriterleri yerine getirdiği ve dolayısıyla haklı olduğu, ulusal makamların gösterdiği gerekçelerin “ilgili ve yeterli” olmasıyla anlaşılabilecektir. Gerek Anayasa gerekse Sözleşme hükümlerine uygun davranılmaması, devletin pozitif ve negatif yükümlülüklerine aykırı hareket etmesi anlamına gelebilecektir. Zira, negatif yükümlülük kapsamında yetkili makamlar, zorunlu olmadıkça ifadenin açıklanmasını ve yayılmasını yasaklamamalı ve yaptırımlara tabi tutmamalı; pozitif yükümlülük kapsamında ise ifade özgürlüğünün gerçek ve etkili korunması için gereken tedbirleri almalı ve denge unsurunu sağlamalıdırlar. Aksi takdirde AİHM, kişinin şeref ve itibarının haksız bir saldırı altında olmasına rağmen ulusal mahkemeler tarafından gereken ölçüde korunmadığı gerekçesiyle AİHS’nin 8. maddesi açısından ihlal kararı verebilmektedir. Zira AİHM açısından, başvuranların özel hayata saygı hakkı ve ifade özgürlüğü eşit derecede önemlidir. Denge unsurunun sağlanmasında içtihatlara göre göz önünde bulundurulması gereken temel ilkeler ise, başvuruya konu ifadelerin kamu yararına ilişkin tartışmaya katkısı, ifade sahibinin tanınırlığı ve daha önceki tutumları, ifadenin içeriği, şekli ve etkileridir. AİHM, birçok içtihadında Sözleşme’nin 10. maddesinin sadece ifade edilen düşünce veya bilginin esasını değil, aynı zamanda bunların aktarılma biçimlerini de güvence altına aldığını belirtmiştir. AİHM içtihatlarına göre, avukatlar da gerek kamuoyunun önünde gerekse yargılama faaliyetleri esnasında adaletin işleyişine dair yorum yapma hakkına sahiptirler. Ancak bu husustaki eleştiriler belirli sınırları aşmamalıdır. Bu bağlamda adaletin uygun biçimde sağlanması isteği ile yargılama makamlarının mesleki onurları arasında bir denge kurulmalıdır. Aksi takdirde, bir yargı mensubunun önyargılı ve dayanaktan yoksun bir şekilde eleştirilmesi onun itibarını kolayca zedeleyebilecektir. Ancak yine de yargı mensupları da diğer kişiler gibi özellikle kamu yararını ilgilendiren konularla ilgili yapılan eleştirilerde kendilerine karşı yapılan eleştirilere karşı belli bir oranda hoşgörü göstermek zorundadırlar. AİHM’e göre, öncelikle ifadelerin bir olgu isnadı mı yoksa değer yargısı mı olduğu belirlenmelidir. Zira olgu isnadı kanıtlanabilir bir husus iken, bir değer yargısının kanıtlanmasının istenmesi dahi ifade özgürlüğüne müdahale sayılabilecektir. Yargılamaya konu olan ifadeler eğer bir değer yargısı içermekte ve somut bir olgu isnadından bahsedilemeyecekse, değer yargılarını destekleyecek ‘yeterli bir altyapının’ mevcut olup olmadığı AİHM tarafından göz önünde bulundurulmaktadır. Zira değer yargılarının dahi belli düzeyde olgusal temel içermesi gerektiği kabul edilmektedir. Öte yandan, hiçbir veriye dayanmayan ve hiçbir altyapısı bulunmayan bir değer yargısı AİHM tarafından da ifade özgürlüğü sınırları içerisinde kabul görmemektedir. Olgu isnadı içeren ifadeler konusunda ise, en azından ilk bakışta güvenilir görünen delil sunulması gerektiği kabul edilmektedir. Elbette ki, bu deliller sunulamadığı takdirde, AİHM, iddiaların gerçekliğinin kanıtlanmasını beklemektedir. AİHM, Lesnik/Slovakya davasında, ilk olarak kamu görevlilerinin görevlerini yerine getirirken hoşgörü göstermeleri gereken eleştiri sınırının diğer insanlara göre daha geniş olduğunu, ancak, kamu görevlilerinin siyasetçilerde olduğu gibi her türlü söylemlerini yakın denetime açtıkları anlamına gelmeyeceğini, üstelik görevlerini hakkı ile yerine getirebilmeleri için kamu güvenine sahip olmaları gerektiğini; bunun ise kamu görevlilerinin asılsız suçlamalara karşı korumakla sağlanabileceğini vurgulamıştır. (Lesnik/Slovakya, 35640/97, 11.03.2003) Savcı tarafından tanıklık yapmak için mahkemeye bir kişinin çağırılması işlemini “manipülasyon ve kanıtların yasadışı yollarla sunulması” olarak nitelendirmesi nedeniyle, başvuran hakkında, yargılama sırasında kullandığı ifadelerden ötürü hakaret davası açılarak para cezasına çarptırıldığı Nikula–Finlandiya davasında, AİHM, resmi görev yapan memurlara karşı kabul edilebilir eleştiri sınırlarının sade kişilere göre daha geniş olduğunu, ancak bu memurların davranışlarının, tıpkı politikacılar gibi, sürekli denetim altında olacağı ve bu nedenle her türlü eleştiriye göğüs germeleri gerektiği anlamına gelmediğini, aksine görev başındaki memurların sözlü hakaret mahiyetindeki saldırılara karşı korunması gerektiğini yinelemiştir. Bununla birlikte AİHM’e göre, bu davada hakaret içeren bir saldırı söz konusu değildir. Başvuranın temel eleştirisi, sert de olsa, savcının dava devam ederken seçtiği yöntem hakkındadır. Dolayısıyla, savcının mesleki veya diğer nitelikleri hedef yapılmamıştır. Bu nedenle AİHM’e göre, savcı bu eleştirileri hoşgörü ile karşılamalıdır. AİHM, ayrıca, içtihadındaki sonucuna ulaşırken, ifadelerin medya önünde değil, sadece duruşma salonunda söylenmiş olduğunu da özellikle vurgulamıştır. Nitekim AİHM, göre ancak çok istisnai hallerde savunma avukatının ifade özgürlüğüne getirilen bir sınırlama kabul edilebilecektir (Nikula/Finlandiya, 31611/96, 21.03.2002) Somut olayda, sanığın avukat olması ve söz konusu eylemin avukatlık görevinin yerine getirilmesi sırasında işlenmesi savunma dokunulmazlığını gündeme getirmektedir. Avukatlar görevlerini ifa ederken belli koşullar içinde bazı isnatlarda bulunabilir, bunu yaparken de bazen muhatapları küçük düşürücü ifadeler kullanabilirler. Ancak bu esnada iddia ve savunmanın gerekliliği ile orantılı hareket etmek zorundadırlar. Savunma dokunulmazlığından söz edilebilmesi için eylemin iddia veya savunma niteliğindeki evrak ile ilgili olarak yapılması, eylemin, yargı organlarına verilen dilekçelerde veya bu organlar huzurunda yapılması ve bu hak kullanılırken sınırın aşılmaması gerekmektedir. (Yargıtay Ceza Genel Kurulu, 17.07.2007 tarih ve 2007/174 karar) Sonuç olarak, sanık tarafından mahkemeye sunduğu dilekçesinde kullanılan ifadeler, TCK’nın 128. maddesinde düzenlenen iddia ve savunma dokunulmazlığı kapsamında kaldığı anlaşılmıştır. Bu itibarla somut bir fiil ya da olgu isnat etmek şeklinde kabul edilemezler. Ayrıca bahse konu ifadeler, söylendiği yer ve zaman unsurları da gözetildiğinde müştekinin onur, şeref ve saygınlığını rencide edici boyutta olmayıp, eleştiri niteliğindedirler. Bu durumun aksinin savunulması, suçla korunmak istenen değeri ölçüsüz bir şekilde genişletmek ve ifade özgürlüğünü ön plana çıkaran evrensel hukuk düşüncesiyle bağdaşmayan bir yorum anlamına gelecektir. Bu itibarla, hakaret suçunun unsurlarının somut olayda oluşmadığı kanaatine varılmıştır. Yukarıda yer verilen mevzuat hükümleri, AİHM kararı ve açıklamalar ışığında, Tarsus 1. Ağır Ceza Mahkemesinin, son soruşturma açılmamasına ilişkin karara yapılan itirazın reddi kararı yerinde görüldüğünden, anılan kararın kanun yararına bozulmasına ilişkin talebin reddine karar verilmiştir. Sonuç ve Karar: Yukarıda açıklanan nedenlerle; Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının kanun yararına bozma isteği doğrultusunda düzenlediği tebliğnamedeki düşünce yerinde görülmediğinden, CMK’nın 309. maddesi uyarınca KANUN YARARINA BOZMA İSTEĞİNİN REDDİNE, dosyanın Yüksek Adalet Bakanlığına sunulmak üzere Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’na TEVDİİNE, 27/10/2020 tarihinde oy birliğiyle karar verildi.
Hukuk Genel Kurulu 2019/335 E. , 2022/850 K. “İçtihat Metni” MAHKEMESİ :Aile Mahkemesi 1. Taraflar arasındaki “edinilmiş mallara katılma rejimi alacağı” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda, İzmir 5. Aile Mahkemesince verilen davanın reddine ilişkin karar davacı vekilinin temyizi üzerine Yargıtay 8. Hukuk Dairesince yapılan inceleme sonunda bozulmuş, Mahkemece Özel Daire bozma kararına karşı direnilmiştir. 2. Direnme kararı davacı vekili tarafından temyiz edilmiştir. 3. Hukuk Genel Kurulunca dosyadaki belgeler incelendikten sonra gereği görüşüldü: I. YARGILAMA SÜRECİ Davacı İstemi: 4. Davacı vekili dava dilekçesinde; tarafların 30.04.1999 tarihinde evlendiklerini, İzmir 5. Aile Mahkemesinin 05.02.2013 tarihli ve 2012/648 E., 2013/101 K. sayılı kararı ile boşanmalarına karar verildiğini, kararın 21.01.2013 tarihinde kesinleştiğini, evlilik birliği içerisinde davalı adına İzmir ili Seferihisar ilçesinde kayıtlı gayrimenkulün 1/2 hissesi, yine İzmir ili Altındağ Mahallesinde bir adet daire, İzmir ili Dikili ilçesinde bir adet daire, 35 AN 2491, 35 HB 8561 ve 35 AG 8921 plaka sayılı araçlar, Elit Otomasyon adlı şirkette mevcut kar payı alacağı hissesinin edinildiği, müvekkilinin bu mallar yönünden davalıdan edinilmiş mallara katılma rejiminden kaynaklı alacağının bulunduğunu ileri sürerek fazlaya ilişkin hakları saklı kalmak kaydıyla şimdilik 10.000TL alacağın davalıdan tahsilini talep etmiştir. Davalı Cevabı: 5. Davalı vekili cevap dilekçesinde; tarafların 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun (TMK) 166. maddesinin 3. fıkrası uyarınca anlaşmalı olarak boşanmalarına karar verildiğini, buna göre birbirlerinden maddi ve manevi tazminat taleplerinin bulunmadığını, mahkeme içi ikrar niteliği bulunan beyanı doğrultusunda davacının eldeki davayı kesin hüküm nedeni ile açamayacağını, kaldı ki dava konusu edinilen malların müvekkilinin kişisel mal grubu niteliğinde sayılan mallardan olduğunu, davacının bu mal grubuna giren dava konusu mallar yönünden bir hak talep edemeyeceğini ileri sürerek davanın reddini savunmuştur. Mahkeme Kararı: 6. İzmir 5. Aile Mahkemesinin 09.09.2014 tarihli ve 2014/108 E., 2014/583 K. sayılı kararı ile; tarafların Mahkemenin 2012/648 E. ve 2013/101 K. sayılı boşanma dava dosyasında yaptıkları protokol sonucunda anlaşmalı olarak boşanmalarına karar verildiğini, imzalanan bu protokolün duruşmada doğru olduğunu kabul ettiklerini, protokolde “boşanmanın fer’isi niteliğindeki velayet, nafaka, kişisel ilişki dışında davalının davacıya ait evde oturmaya devam edeceği, evde bulunan eşyaların davalı …’a ait olacağı ve birbirlerinden başkaca maddi manevi taleplerinin olmadığının” belirtildiği, bu protokol uyarınca taraflar arasında boşanmanın fer’îleri dışında kalan yönlerden de anlaşma sağlandığı, bu beyanların mahkeme içi ikrar niteliğinde olduğu gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiştir. Özel Daire Kararı: 7. Mahkemenin yukarıda belirtilen kararına karşı yasal süresi içinde davacı vekili tarafından temyiz isteminde bulunulmuştur. 8. Yargıtay 8. Hukuk Dairesinin 15.03.2016 tarihli ve 2014/24971 E., 2016/4701 K. sayılı kararı ile; “…Maddi olayları ileri sürmek taraflara, hukuki nitelendirme yapmak ve uygulanacak kanun maddelerini belirlemek hâkime aittir (6100 sayılı HMK 33. m). İddianın ileri sürülüş şekline göre dava, değer artış payı ve artık değere katılma alacağı isteğine ilişkindir. Kural olarak anlaşmalı boşanma davasında taraflar arasında akdedilmiş olan boşanma protokolünde yer alan mal rejimi hukukundan kaynaklanan anlaşma maddelerinin mahkeme kararında yer alması veya protokolün mahkemece onaylanması gerekir. Mal rejiminden kaynaklanan talepler boşanmanın ferilerinden olmadığından ayrıca dava konusu edilebilirler. Mahkemece, davacının anlaşmalı boşanma davasında düzenlenen protokolde boşanmanın fer’ileri olan velayet, nafaka, şahsi münasebet dışında kadının erkek adına tapuda kayıtlı Bornova/Yeşilova adresindeki evde ikinci bir evlilik yapıncaya kadar oturmaya devam edeceğinin, bu evdeki eşyaların kadına bırakıldığının ve tarafların yukarıdaki şartlarda anlaştıkları, birbirlerinden başkaca maddi manevi tazminat talepleri ile masraf ve vekâlet ücreti talep etmeyeceklerinin düzenlendiği, 05.02.2013 tarihli duruşmadaki beyanlarında da bu hususları tekrarla bundan başka maddi manevi tazminat talepleri olmadığının da bildirilerek boşanmanın fer’ileri dışında da anlaşma sağlandığı görüşünden hareketle davanın reddine karar verilmiş ise de; ulaşılan sonuç isabetli değildir. Davacı …’ın boşanma protokolündeki ve protokolü doğruladığı 05.02.2013 tarihli oturumdaki boşanma dava dosyasındaki beyanı, boşanmanın fer’i niteliğindeki mali konulara yönelik olup, mal rejiminin tasfiyesi dolayısı ile eldeki dava konusu yapılan malvarlığına ilişkin bir açıklama içermemektedir. Mal rejiminin tasfiyesi boşanma davasının eki niteliğinde olmadığından; boşanmayla birlikte karara bağlanması zorunluluğu bulunmamaktadır. Açıklanan nedenlerle, mahkemece iddia ve savunma çerçevesinde taraf delilleri toplanarak tartışılması ve tüm deliller değerlendirildikten sonra talebin esası hakkında olumlu olumsuz bir karar verilmesi gerekirken, protokolden ve mahkeme içi ikrardan hareketle yazılı şekilde davanın reddine karar verilmiş olması doğru olmamıştır,…” gerekçesiyle karar bozulmuştur. Direnme Kararı: 9. İzmir 5. Aile Mahkemesinin 21.06.2017 tarihli ve 2017/200 E., 2017/433 K. sayılı kararı ile önceki gerekçeyle direnme kararı verilmiştir. Direnme Kararının Temyizi: 10. Direnme kararı yasal süresi içerisinde davacı vekili tarafından temyiz edilmiştir. II. UYUŞMAZLIK 11. Direnme yolu ile Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; somut olayda tarafların TMK’nın 166/3. maddesi uyarınca anlaşmalı olarak boşanmalarına karar verildiği gözetildiğine, eşlerin boşanma kararında yer alan “birbirlerinden başkaca maddi ve manevi tazminat talepleri bulunmamaktadır” şeklindeki beyan ve ifadenin edinilmiş mallara katılma mal rejiminin tasfiyesinden kaynaklanan alacak hakkını kapsayıp kapsamadığı noktasında toplanmaktadır. III. GEREKÇE 12. Uyuşmazlığın çözümü bakımından ilgili yasal düzenleme ve kavramların açıklanmasında yarar verdır. 13. Mal rejimi; eşlerin evlenmeden önce sahip oldukları ve evlilik birliği devam ettiği sürece edindikleri mallar üzerindeki hakları, birbirlerine ve üçüncü kişilere karşı sorumlulukları ile evlilik birliği sona erdiğinde bu malların paylaştırılması yönündeki kurallar bütününü ifade etmektedir. Mal rejimleri, yasal ve seçimlik mal rejimleri olarak iki gruba ayrılmıştır. Eşlerin malvarlıklarının yönetimi hususunda sözleşme ile mal rejimini tayin etme imkanı bulunmakla birlikte, bu seçimin gerçekleşmemesi ihtimali gözetilerek kanun gereği eşlerin tabi olacakları yasal mal rejimi belirlenmiştir. 14. Bilindiği üzere TMK’nın 202. maddesinin 1. fıkrası uyarınca eşler arasında edinilmiş mallara katılma rejiminin uygulanması asıldır. Yasal mal rejimi olan edinilmiş mallara katılma rejimine yönelik düzenlemeler TMK’nın 218 ilâ 241. maddeleri arasında yer almaktadır. Edinilmiş mallara katılma rejimi, edinilmiş mallar (TMK m. 219) ile eşlerden her birinin kişisel mallarını (TMK m. 220-221) kapsar. 15. Edinilmiş mallara katılma rejiminin tasfiyesi için tasfiyeye konu malın hangi grupta yer aldığının belirlenmesi zorunludur. Zira malvarlığının yer aldığı grup, bu malvarlığının tasfiyeye girip girmeyeceği veya tasfiyeye girmesi hâlinde ne şekilde tasfiye edileceği açısından büyük önem taşımaktadır. Ayrıca belirtmek gerekir ki; edinilmiş mallara katılma rejiminde kural, mal gruplarının değişmezliğidir. TMK’nın 221. maddesinin 1 ve 2. fıkraları ile açıklanan istisnalar dışında, eşler; mal gruplarını değiştiremezler, aksine ilişkin sözleşmeler geçersizdir. Bir eşin bütün malları, aksi ispat edilinceye kadar edinilmiş mal olarak kabul edilir (TMK m. 222/3). 16. Edinilmiş mallara katılma rejiminde tasfiye davasının görülebilmesi için eşler arasındaki mal rejiminin sona ermiş olması gerekir. TMK’nın 225. maddesi ile “Mal rejimi, eşlerden birinin ölümü veya başka bir mal rejiminin kabulüyle sona erer. Mahkemece evliliğin iptal veya boşanma sebebiyle sona erdirilmesine veya mal ayrılığına geçilmesine karar verilmesi hâllerinde, mal rejimi dava tarihinden geçerli olmak üzere sona erer” hükmü düzenleme altına alınmıştır. 17. Edinilmiş mallara katılma rejiminin sona ermesiyle birlikte eşler veya mirasçılar tarafından açılabilecek davalar; değer artış payı alacağı (TMK m. 227) davası ve artık değere katılma alacağı (TMK m. 231) davalarıdır. Bu iki alacak türünün özellikleri, koşulları ve hesaplama yöntemleri arasında farklılıklar bulunmakla birlikte, tasfiye davalarına özgü usul ve esasa yönelik genel ilkelerin tamamı her iki dava türü için de geçerlidir. 18. Eldeki davada olduğu gibi mal rejiminin tasfiyesinde evlilik birliğinin anlaşmalı boşanma neticesinde sona ermesi hâli özellik arz eden durumlardan biridir. Öyle ise uyuşmazlığın çözümü için “anlaşmalı boşanma” kavramının da açıklanması gerekmektedir. 19. Bilindiği üzere TMK’nın 166. maddesinin 3. fıkrasında eşlerin anlaşmalı olarak boşanma ve esasları düzenlenmiştir. Buna göre evlilik en az bir yıl sürmüş ise, eşlerin birlikte başvurması ya da bir eşin diğerinin davasını kabul etmesi hâlinde evlilik birliği temelinden sarsılmış sayılır. Bu hâlde boşanma kararı verilebilmesi için, hâkimin tarafları bizzat dinleyerek iradelerinin serbestçe açıklandığına kanaat getirmesi ve boşanmanın malî sonuçları ile çocukların durumu hususunda taraflarca kabul edilecek düzenlemeyi uygun bulması şarttır. Hâkim, tarafların ve çocukların menfaatlerini göz önünde tutarak bu anlaşmada gerekli gördüğü değişiklikleri yapabilir. Bu değişikliklerin taraflarca da kabulü hâlinde boşanmaya hükmolunur. Bu hâlde tarafların ikrarlarının hâkimi bağlamayacağı hükmü uygulanmaz. 20. Maddede değinildiği üzere anlaşmalı boşanmanın sağlanması için boşanmanın fer’î niteliğindeki taleplerde taraflar arasında uzlaşma gerçekleşmelidir. Bu talepler kanun koyucu tarafından “boşanmanın mali sonuçları ile çocukların durumu” olarak ifade edilmiştir. Maddede geçen “boşanmanın mali sonuçları” kavramı mal rejiminin tasfiyesini kapsamaz. Boşanmanın mali sonuçları ile anlaşılması gereken TMK’nın 174. maddesinde düzenlenen boşanma nedeniyle maddi-manevi tazminat, 174. maddesinde düzenlenen yoksulluk nafakası ile 182. maddesinde düzenlenen iştirak nafakasıdır. Bununla birlikte, boşanma davasında tarafların mal rejiminin tasfiyesi hakkında anlaşma yapmasını engelleyen yasal bir düzenleme bulunmamaktadır. 21. Mal rejiminin tasfiyesi boşanmanın fer’îsi niteliğinde olmayıp; eşler, tasfiyeyi anlaşmalı boşanma ile birlikte yapabilecekleri gibi bu yöndeki haklarını zamanaşımı süresi içerisinde daha sonra da kullanmak isteyebilirler. Bu konuda anlaşma sağlanamaması anlaşmalı boşanma davasının reddi sonucunu doğurmaz ve anlaşmalı boşanmaya bir etkisi olamaz. Anlaşmada ayrıca yer verilmemişse, tarafların sırf anlaşmalı olarak boşanmış olmaları aralarındaki mal rejimini de tasfiye ettikleri anlamında kabul edilemez. 22. Eşler, anlaşmalı boşanmada mal rejiminin tasfiyesine karar verdikleri takdirde bu durum doğmamış bir hakkın kullanımı anlamına gelmeyecektir. Zira boşanma ile sona eren evlilikler yönünden mal rejiminin tasfiyesi davasının görülebilirlik koşulu olarak boşanmanın gerçekleşmesi aranmakta ise de eşler arasındaki mal rejiminin sona erdiği tarih kabulle sonuçlanan boşanma davasının dava tarihi olup (TMK m. 225/2), mal rejiminin tasfiyesinden kaynaklanan alacak hakkı dava tarihi itibariyle doğmaktadır. Burada dikkat edilmesi gereken husus, mal rejiminden kaynaklı hakkın dava yolu ile kullanılabilmesi, diğer bir ifadeyle mal rejiminin tasfiyesine karar verilebilmesi için eşlerin boşanmalarına ilişkin kararın kesinleşmesi gerektiğidir. Anlaşmalı boşanmada ise eşler boşanma davası açmakla doğmuş hakları olan mal rejiminin tasfiyesine yönelik tasarrufta bulunabilirler. Uygulamada eşler boşanma davası ile eş zamanlı mal rejimin tasfiyesi davası açmaktadırlar. Bu şekilde boşanma davası ile birlikte açılıp tefrik edilen yahut bağımsız ancak boşanma sonuçlanmadan açılan tasfiye davaları yönünden Yargıtay’ın istikrarlı kararlarında, usul ekonomisi gereği davanın görülebilirlik şartı oluşmadığı gerekçesiyle reddedilmemesi, boşanmanın sonucunun bekletici mesele yapılması ve sonucuna göre karar verilmesi gerektiğine işaret edilmektedir. 23. Gerçekten de eşler; zorunlu olmamakla birlikte, anlaşmalı boşanma davasında mal rejiminin tasfiyesi konusunda da anlaşma yapabilirler. Anlaşma, mal rejiminin tasfiyesini de içermekte ise ayrı bir geçerlilik şartı aranmaz. Anlaşmalı boşanmada, taraflar edindikleri malvarlığını paylaşarak veya tasfiyeye yönelik haklarından feragat ederek mal rejiminin tasfiyesini gerçekleştirebilirler. Usulüne uygun şekilde yapılan anlaşma ile boşanma davası neticelenmiş ve karar kesinlemiş ise tarafların tekrar mal rejimi tasfiyesi talep etmeleri mümkün olmayacaktır. 24. Diğer yandan mal rejiminin tavsiyesi davası, boşanma davasının fer’î niteliğinde olmadığından, boşanma davasında tarafların anlaşmış olmaları kural olarak boşanma davasının fer’î niteliğindeki tazminat, nafaka ve velâyet konularını kapsadığı kabul edilmelidir. Şayet eşler, boşanma davasında mal rejiminin tasfiyesi hususunda da anlaşma yapmak istiyorlarsa, bu hususun hiçbir duraksamaya yer vermeyecek açıklıkta olması çok önemlidir. Soyut, muğlâk, her anlama gelebilen, farklı şekilde yorumlanmaya açık, müphem kelime ve cümleler kullanılan anlaşma metinleri sonradan açılan davanın görülmesine engel teşkil etmez. 25. Bu genel açıklamalardan sonra somut olaya gelindiğinde, tarafların İzmir 5. Aile Mahkemesinin 05.02.2013 tarihli ve 2012/648 E., 2013/101 K. sayılı kararı ile TMK’nın 166/3. maddesi uyarınca anlaşmalı olarak boşanmalarına karar verildiği, kararın 21.03.2013 tarihinde temyiz edilmeyerek kesinleştiği, anlaşmaya dayanak 05.02.2013 havale tarihli protokolün 5. bendinde “Taraflar yukarıdaki şartlarda anlaşmış olup birbirlerinden başkaca maddi ve manevi talepleri ile mahkeme masrafı ve avukatlık ücreti talep etmeyecektir” hükmünün imza altına alındığı, Mahkemece yapılan yargılamanın 05.02.2013 tarihli duruşmasında eşlerin hazır bulunduğu, protokolün doğru olduğunu ve onayladıklarını, anlaşma metni dışında birbirlerinden karşılıklı maddi ve manevi tazminat taleplerinin bulunmadığını beyan ettikler, Mahkemece gerekçeli kararın 7. bendi ile 05.02.2013 tarihli protokolün onaylanmasına karar verildiği anlaşılmaktadır. Somut olayda; eşlerin gerek anlaşmalı boşanmaya dayanak protokol metninden gerekse duruşmadaki beyanlarından aralarındaki mal rejimini tasfiye ettikleri sonucuna varılamadığı gibi, salt “davalının davacıya ait evde oturacağına” ilişkin anlaşma hükmünden eşlerin mal rejimini tamamen tasfiye ettiklerini değerlendirmek mümkün değildir. 26. Hâl böyle olunca; Hukuk Genel Kurulunca da benimsenen Özel Daire bozma kararına uyulması gerekirken önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır. 27. Bu nedenle direnme kararı bozulmalıdır. IV. SONUÇ: Açıklanan nedenlerle; Davacı vekilinin temyiz itirazının kabulü ile direnme kararının Özel Daire bozma kararında gösterilen nedenlerden dolayı 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’na eklenen “Geçici Madde 3” atfıyla uygulanmakta olan 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 429. maddesi gereğince BOZULMASINA, İstek hâlinde temyiz peşin harcının yatırana geri verilmesine. Aynı Kanun’un 440. maddesi uyarınca kararın tebliğ tarihinden itibaren on beş gün içerisinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere, 07.06.2022 tarihinde oy birliği ile karar verildi.
12. Hukuk Dairesi 2022/10051 E. , 2022/9918 K. “İçtihat Metni” MAHKEMESİ : İstanbul Bölge Adliye Mahkemesi 22. Hukuk Dairesi Yukarıda tarih ve numarası yazılı Bölge Adliye Mahkemesince verilen kararın müddeti içinde temyizen tetkiki alacaklı tarafından istenmesi üzerine bu işle ilgili dosya daireye gönderilmiş olup, dava dosyası için Tetkik Hakimi … tarafından düzenlenen rapor dinlendikten ve dosya içerisindeki tüm belgeler okunup incelendikten sonra işin gereği görüşülüp düşünüldü: Alacaklı tarafından bonolara dayalı olarak kambiyo senetlerine özgü haciz yolu ile başlatılan icra takibinde borçluların icra mahkemesine başvurularında, alacaklının yetkili hamil olmadığını ileri sürerek takibin iptalini talep ettikleri, İlk Derece Mahkemesince şikayetin reddine karar verildiği, borçlular tarafından bu karara karşı istinaf yoluna başvurulması üzerine, Bölge Adliye Mahkemesince istinaf başvurusunun kısmen kabulü ile mahkeme kararının kaldırılmasına ve yerine; şikayetin kısmen kabul kısmen reddi ile takip konusu senetlerden üç tanesi yönünden İİK’nun 170/a maddesi gereğince takibin iptaline, diğer senetler yönünden ise şikayetin reddine hükmedildiği, kararın alacaklı tarafından temyiz edildiği görülmektedir. İİK’nun 58. maddesinin 3. fıkrasında; alacağın veya istenen teminatın Türk parasıyla tutarının ve faizli alacaklarda faizin miktarı ile işlemeye başladığı günün, alacak veya teminat yabancı para ise alacağın hangi tarihteki kur üzerinden talep edildiğinin ve faizinin, takip talebinde belirtilmesi gerektiği, yine aynı Kanunun 60. maddesinin birinci fıkrasının birinci bendinde ise; alacaklının veya vekilinin banka hesap numarası hariç olmak üzere, 58. maddeye göre takip talebine yazılması lazım gelen kayıtların ödeme emrinde bulunması gerektiği belirtilmektedir. Buna göre; alacaklı, yabancı para alacağının TL karşılığını, takip talebinde göstermek zorunda olup, buna bağlı olarak bu zorunluluğun ödeme emrinde de yerine getirilmesi gerekmektedir. Anılan noksanlık kamu düzeni ile ilgili ve devletin hükümranlık haklarına ilişkin olması nedeniyle takibin her safhasında re’sen göz önünde tutulmalıdır (HGK’nun 12.05.1999 tarih 99/12-271 E, 99/301 K. sayılı kararı). Somut olayda, hem takip talebinde hem de ödeme emrinde, toplam 161.217,20 Euro ve 1.532,75 TL alacağın tahsili istenmekle birlikte yabancı para alacağının TL karşılığı gösterilmediği gibi, harca esas değerinin de Türk Lirası olarak yazılı olmadığı anlaşılmaktadır. O halde Bölge Adliye Mahkemesince, her ne kadar kararı alacaklı temyiz etmiş ise de, HGK’nun 06.10.2004 tarih ve 2004/1-433 esas sayılı kararında da benimsendiği üzere kamu düzenine aykırılıkta aleyhe bozma ilkesi nazara alınamayacağından, kararın alacaklı tarafından temyiz edilmiş olması sonuca etkili olmayıp, kamu düzeni ile ilgili olan İİK’nun 58. maddesi gözetilmek suretiyle, şikayete konu takip talebi ve ödeme emrinde 161.217,20 Euro yabancı para alacağının harca esas değer olarak Türk Lirası karşılığı gösterilmediğinden bu alacak kalemi yönünden takibin iptaline karar verilmesi gerekirken yazılı şekilde hüküm tesisi isabetsiz olup kararın bozulması gerekmiştir. SONUÇ :Alacaklının temyiz itirazlarının reddi ile, İstanbul Bölge Adliye Mahkemesi 22. Hukuk Dairesi’nin 06.7.2022 tarih ve 2022/1837 E. – 2022/2412 K. sayılı kararının yukarıda yazılı nedenlerle, 5311 sayılı Kanun ile değişik İİK’nun 364/2. maddesi göndermesiyle uygulanması gereken 6100 sayılı HMK’nun 373/2. maddeleri uyarınca re’sen BOZULMASINA, peşin alınan temyiz harcının istek halinde ilgiliye iadesine, dosyanın Bölge Adliye Mahkemesi’ne gönderilmesine, 06/10/2022 gününde oy birliğiyle karar verildi.
3. Hukuk Dairesi 2017/5914 E. , 2019/1063 K. “İçtihat Metni” MAHKEMESİ :SULH HUKUK MAHKEMESİ Taraflar arasındaki kira bedelinin tespiti davasının mahkemece yapılan yargılaması sonucunda, davanın kısmen kabulüne yönelik olarak verilen hükmün, süresi içinde davacı tarafından temyiz edilmesi üzerine; temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra, dosya içerisindeki kağıtlar okunup gereği düşünüldü: Y A R G I T A Y K A R A R I Davacı; davalının 15.02.2010 tarihli 1 yıl süreli kira sözleşmesi ile kiracısı olduğunu, kira bedelinin emsallerin altında kaldığını belirterek aylık 760,00 TL olan kira bedelinin 15.02.2015 tarihinden itibaren aylık 1.000,00 TL olarak tespitine karar verilmesini istemiştir. Davalı, talep edilen miktarın iyi niyete aykırı olup ÜFE oranının üzerinde kaldığını belirterek davanın reddine karar verilmesini istemiştir. Mahkemece; davanın kısmen kabulü ile aylık kira bedelinin 15.02.2015 tarihi itibari ile 900,00-TL olarak tespitine, %10 hak ve nefaset indirimi yapılarak taşınmazın aylık kirasının 15.02.2015 tarihi itibari ile 810,00-TL net kira olarak tespitine karar verilmiş; söz konusu karar davacı tarafından temyiz edilmiştir. Hak ve nesafete uygun kira belirlenirken taşınmazın yeniden kiralanması halinde serbest şartlarda boş olarak kiraya verilmesi halinde getirebileceği kira bedelinden mahkemece hak ve nesafet kurallarına uygun indirim yapılarak kira bedelinin tespiti gerekir. Hükme esas alınan 04.03.2016 tarihli bilirkişi raporunda davalının eski kiracı olduğu da değerlendirilerek indirim uygulanmak suretiyle kira bedelinin hak ve nesafete göre belirlendiği anlaşılmakta olup, Mahkemece ikinci kez indirim uygulanarak kira bedelinin belirlenmiş olması doğru değildir. Bu durumda Mahkemece öncelikle bilirkişi kurulundan hüküm kurmaya yeterli ve denetime elverişli bir şekilde ek rapor alınarak, taşınmazın boş olarak yeniden kiraya verilmesi halinde getirebileceği brüt kira bedelinin belirlenmesi, daha sonra Mahkemece bu bedelden davalının eski kiracı olduğu gözetilerek %10-20 oranında hakkaniyete uygun bir miktarda indirim yapıldıktan sonra kira bedelinin brüt olarak tespiti gerekirken, yetersiz bilirkişi raporuna göre yazılı şekilde hüküm kurulması usul ve yasaya aykırı olup bozmayı gerektirmiştir. Ayrıca; hüküm fıkrasının hak ve nesafet indirimi uygulanarak belirlenen bedel üzerinden kurulması gerekirken, infazda tereddüt yaratacak şekilde aylık kira bedelinin 15.02.2015 tarihi itibari ile 900,00-TL olarak tespitine karar verildikten sonra ikinci bent olarak %10 hak ve nefaset indirimi yapılarak taşınmazın aylık kirasının 15.02.2015 tarihi itibari ile 810,00-TL net kira olarak tespitine karar verilmesi de doğru değildir. SONUÇ: Yukarıda açıklanan nedenlerle açıklanan nedenlere hükmün HUMK.nun 428. maddesi gereğince davacı yararına BOZULMASINA, peşin alınan temyiz harcının istek halinde temyiz edene iadesine, 6100 sayılı HMK’nun geçici madde 3 atfıyla 1086 sayılı HUMK.nun 440.maddesi gereğince karar düzeltme yolu kapalı olmak üzere, 13/02/2019 tarihinde oy birliğiyle karar verildi.
1. Ceza Dairesi 2022/8360 E. , 2022/7544 K. “İçtihat Metni” MAHKEMESİ :Asliye Ceza Mahkemesi SAYISI : 2021/1034 E., 2021/1146 K. SUÇ : Kasten yaralama İNCELEME KONUSU KARAR : Mâhkumiyet KANUN YARARINA BOZMA YOLUNA BAŞVURAN : Adalet Bakanlığının istemi üzerine Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı TEBLİĞNAME GÖRÜŞÜ : İlgili kararın kanun yararına bozulması Develi Asliye Ceza Mahkemesinin, 29.11.2021 tarihli ve 2021/1034 Esas, 2021/1146 Karar sayılı kararı ile hükümlü hakkında kasten yaralama suçundan, hükmün açıklanması suretiyle 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun (5237 sayılı Kanun) 86 ncı maddesinin ikinci fıkrası, 31 inci maddesinin üçüncü fıkrası, 62 nci maddesinin birinci fıkrası, 52 nci maddesinin ikinci fıkrası uyarınca 1.500,00 TL adlî para cezası ile cezalandırılmasına ilişkin netice cezanın türü ve miktarı itibarıyla, 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu’nun (5271 sayılı Kanun) 272 nci maddesinin üçüncü fıkrasının (a) bendi uyarınca kesin nitelikte olması sebebiyle karar tarihi olan 29.11.2021’de kesinleştiği belirlenmiştir. Adalet Bakanlığının, 5271 sayılı Kanun’un 309 uncu maddesinin birinci fıkrası uyarınca, 02.07.2022 tarihli ve 2022/4504 sayılı evrakı ile kanun yararına bozma istemine istinaden düzenlenen, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının, 18.07.2022 tarihli ve KYB-2022/101663 sayılı Tebliğnamesi ile dava dosyası Daireye gönderilmekle, gereği düşünüldü: I. İSTEM Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının, 18.07.2022 tarihli ve KYB-2022/101663 sayılı kanun yararına bozma isteminin; “Dosya kapsamına göre; suça sürüklenen çocuğa denetim süresi içerisinde yükümlülük olarak yüklenen 50 adet fidanı dikimini yaparak bir yıl süreyle bakım ve gözetim yükümlülüklerinin yüklenmesi mükellefiyetinin para sarfı ile yerine getirilebilecek maddi edim ihtiva ettiği, hâkim ceza ve mükellefiyet tayininde takdir yetkisini haiz ise de bu takdirini kanundaki ilkeler çerçevesinde kullanmak durumunda olduğu, işlenen suçla ilgisi olmayan, hükümlünün ıslahı amacına hizmet etmeyen fidan diktirme ve bir yıl süre ile bakım ve gözetiminde bulunma mükellefiyetlerine hükmedilemeyeceği ve suça sürüklenen çocuk hakkında yükümlülük belirlenirken kanun koyucunun amacına uygun, akla ve mantığa muhalif olmayan tarafları tatmin edici, denetime elverişli bir yükümlülüğe hükmedilmesi gerektiği cihetle, Cumhuriyet savcısının infaz yetkisini kısıtlayacak ve sanığa mali külfet getirecek şekilde yükümlülük belirlenmesinin mümkün olmadığı gözetilmeden, yazılı şekilde karar verilmesinde isabet görülmemiştir. ” Şeklindeki gerekçeye dayandığı anlaşılmıştır. II. GEREKÇE 1. 5271 sayılı Kanun’un, “Hükmün açıklanması ve hükmün açıklanmasının geri bırakılması” başlıklı 231 inci maddesinin, inceleme konusu ile ilgili olan beşinci fıkrası, sekizinci fıkrası ve on birinci fıkrası; (5) (Ek: 6.12.2006-5560/23 md.) Sanığa yüklenen suçtan dolayı yapılan yargılama sonunda hükmolunan ceza, iki yıl veya daha az süreli hapis veya adlî para cezası ise; mahkemece, hükmün açıklanmasının geri bırakılmasına karar verilebilir. Uzlaşmaya ilişkin hükümler saklıdır. Hükmün açıklanmasının geri bırakılması, kurulan hükmün sanık hakkında bir hukukî sonuç doğurmamasını ifade eder. (8) (Ek: 6.12.2006-5560/23 md.) Hükmün açıklanmasının geri bırakılması kararının verilmesi halinde sanık, beş yıl süreyle denetim süresine tâbi tutulur. (Ek cümle: 18.6.2014-6545/72 md.) Denetim süresi içinde, kişi hakkında kasıtlı bir suç nedeniyle bir daha hükmün açıklanmasının geri bırakılmasına karar verilemez. Bu süre içinde bir yıldan fazla olmamak üzere mahkemenin belirleyeceği süreyle, sanığın denetimli serbestlik tedbiri olarak; a) Bir meslek veya sanat sahibi olmaması halinde, meslek veya sanat sahibi olmasını sağlamak amacıyla bir eğitim programına devam etmesine, b) Bir meslek veya sanat sahibi olması halinde, bir kamu kurumunda veya özel olarak aynı meslek veya sanatı icra eden bir başkasının gözetimi altında ücret karşılığında çalıştırılmasına, c) Belli yerlere gitmekten yasaklanmasına, belli yerlere devam etmek hususunda yükümlü kılınmasına ya da takdir edilecek başka yükümlülüğü yerine getirmesine, karar verilebilir. Denetim süresi içinde dava zaman aşımı durur. (11) (Ek: 6.12.2006-5560/23 md.) Denetim süresi içinde kasten yeni bir suç işlemesi veya denetimli serbestlik tedbirine ilişkin yükümlülüklere aykırı davranması halinde, mahkeme hükmü açıklar. Ancak mahkeme, kendisine yüklenen yükümlülükleri yerine getiremeyen sanığın durumunu değerlendirerek; cezanın yarısına kadar belirleyeceği bir kısmının infaz edilmemesine ya da koşullarının varlığı halinde hükümdeki hapis cezasının ertelenmesine veya seçenek yaptırımlara çevrilmesine karar vererek yeni bir mahkûmiyet hükmü kurabilir. Ş eklinde düzenlenmiştir. 2. Bu kapsamda inceleme konusu dava dosyası değerlendirildiğinde; hükümlü …’nın, Develi Asliye Ceza Mahkemesinin, 20.11.2020 tarihli ve 2020/155 Esas, 2020/586 Karar sayılı kararı ile, kasten yaralama suçundan, 5237 sayılı Kanun’un 86 ncı maddesinin ikinci fıkrası, 31 inci maddesinin üçüncü fıkrası, 62 nci maddesinin birinci fıkrası, 52 nci maddesinin ikinci fıkrası uyarınca 1.500,00 TL adlî para cezası ile cezalandırılmasına, 5271 sayılı Kanun’un 231 inci maddesinin altıncı fıkrası ve beşinci fıkrası uyarınca hükmün açıklanmasının geri bırakılmasına, 5271 sayılı Kanun’un 231 inci maddesinin sekizinci fıkrasının (c) bendi uyarınca hükümlüye 50 adet fidanın dikimini yaparak bir yıl süre ile söz konusu fidanların bakım ve gözetimini yapma yükümlülüğü yüklenmesine ilişkin kararın, 15.06.2021 tarihinde kesinleşmesinin ardından, hükümlünün yükümlülüğe uymadığının ihbar edilmesi üzerine, 5271 sayılı Kanun’un 231 inci maddesinin on birinci fıkrası uyarınca hükmün açıklanmasına karar verilmiştir. 3. Yargıtay Ceza Genel Kurulunun, 14.12.2010 tarihli ve 2010/2-239 Esas, 2010/257 Karar sayılı kararında; Adalet Bakanlığının “Fidan diktirme mükellefiyetinin para sarfı ile yerine getirilebilecek maddi bir edim ihtiva ettiği, hâkimin ceza ve mükellefiyet tayininde takdir yetkisini haiz ise de, bu takdirini kanundaki ilkeler çerçevesinde kullanmak durumunda olduğu, işlenen suçla ilgisi olmayan, hükümlünün ıslahı amacına hizmet etmeyen ‘fidan diktirme’ mükellefiyetine hükmedilemeyeceğinin gözetilmemesinin isabetsiz olduğu” şeklindeki yasa yararına bozma isteminde belirtilen hukuka aykırılığın, infaz sırasında hükmü veren mahkemeden yükümlülüğün değiştirilmesi ve gerektiğinde başka bir yükümlülüğe hükmolunmasının istenmesi yoluyla giderilmesi olanaklı olmayıp, ancak yasa yararına bozma konusu yapılarak giderilmesi olanaklı olduğu belirtilmiştir. 4. Bu kapsamda incelenen dosyanın değerlendirilmesinde; suça sürüklenen çocuğa yüklenen fidan dikme, 1 yıl süreyle bakım ve gözetimini yapma yükümlülüğü 5271 sayılı Kanun’un 231 inci maddesinin sekizinci fıkrasının (c) bendinde yer alan takdir edilecek başka yükümlülük kapsamında kalmaktadır. Mahkemece 5271 sayılı Kanun’un 231 inci maddesinin sekizinci fıkrasının (a), (b) ve (c) bentlerinde açıkça sayılanların dışında takdir edilecek başka bir yükümlülüğün belirlenebilmesi için bu denetimli serbestlik tedbirinin, hukuken ve fiilen infaz olanağının bulunması, Cumhuriyet savcısının infaz yetkisini kısıtlamaması ve hükümlüye malî (maddî) bir yük getirmemesi gerekir. Somut olayda getirilen yükümlülüğünün suça sürüklenen çocuk hakkında hukuken infaz olanağının bulunmadığı, varsa mevcut görevleri açısından malî külfet getireceği ve hukuka aykırı olduğu açıktır. Bu şekilde hukuka aykırı olarak belirlenen denetim yükümlülüğüne uyulmamasından bahisle hükümlü hakkındaki hükmün açıklanmasına karar verilmesi Kanun’a aykırı olup kanun yararına bozma talebi yerinde görülmüştür. III. KARAR 1. Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının kanun yararına bozma isteminin KABULÜNE, 2. Develi Asliye Ceza Mahkemesinin, 29.11.2021 tarihli ve 2021/1034 Esas, 2021/1146 Esas, 2022/146 Karar sayılı kararının 5271 sayılı Kanun’un 309 uncu maddesinin üçüncü fıkrası gereği, oy birliğiyle KANUN YARARINA BOZULMASINA, 5271 sayılı Kanun’un 309 uncu maddesinin dördüncü fıkrası uyarınca gerekli işlemin yapılması için dava dosyasının, Mahkemesine gönderilmek üzere Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığına TEVDİİNE, 03.10.2022 tarihinde karar verildi.
SİGORTALI OLMA HAKKININ VAZGEÇİLMEZ VE KAÇINILMAZ BİR HAK VE YÜKÜMLÜK OLDUĞU İlgili Kanun / Madde 5510 S. SGK. /92 T.C YARGITAY 10. HUKUK DAİRESİ Esas No. 2022/5621 Karar No. 2022/11839 Tarihi: 05.10.2022 lSİGORTALI OLMA HAKKININ VAZGEÇİLMEZ VE KAÇINILMAZ BİR HAK VE YÜKÜMLÜK OLDUĞU lSOSYAL GÜVENLİK HAKKINDAN FERAGAT EDİLEMEYECEĞİ ÖZETİ: 5510 sayılı Yasanın 92. maddesinde, “Bu Kanunda yer alan sigorta hak ve yükümlülüklerini ortadan kaldırmak, azaltmak, vazgeçmek veya başkasına devretmek için sözleşmelere konulan hükümler geçersizdir.” hükmü öngörülmüş olup; 506 sayılı Yasanın 6. maddesinde de benzer düzenleme yer almakta olup, sigortalı olmak, kamu düzenine ilişkin, kişiye bağlı, vazgeçilemez ve kaçınılamaz hak ve yükümlülük doğuran bir hukuksal statü meydana getirmektedir. Kişilerin ve sosyal güvenlik kuruluşlarının bu statünün oluşumundaki rolü, yenilik doğurucu ve iradi bir durum değil, kanun gereği kendiliğinden oluşan statüyü belirlemekten ibarettir. Dolayısıyla, sosyal güvenlik hakkından HMK. 307. (HUMK. 91.) maddesi kapsamında feragat olanaksızdır ve açılan sigortalılığın ve sigortalı hizmetlerin tespitine ilişkin davadan da vazgeçilemez. Davacı ancak, HMK. 123. maddesinde düzenlenen hakkını kullanabilir ve ileride yeniden dava açabilme hakkını saklı tutarak, davalının rızası ile davanın takibinden vazgeçebilir veya HMK. 150. maddesi hükmü gereğince davayı takip etmeyerek yenileninceye kadar dosyanın işlemden kaldırılması ve giderek davanın açılmamış sayılması sonucunu elde edebilir. DAVA: Dava, hizmet tespiti istemine ilişkindir. Mahkemece, ilamında belirtildiği şekilde feragat nedeniyle konusuz kalan dava hakkında karar verilmesine yer olmadığına dair karar verilmiştir. Hükmün, davalı Kurum vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine, temyiz isteğinin süresinde olduğu anlaşıldıktan ve Tetkik Hâkimi Barış Kılıç tarafından düzenlenen raporla dosyadaki kâğıtlar okunduktan sonra işin gereği düşünüldü ve aşağıdaki karar tespit edildi. Dosya kapsamı incelendiğinde, dava açıldıktan sonra 02.12.2014 tarihinde davacının davasından feragat etmesi sonucu yazılı şekilde karar verildiği anlaşılmıştır. Dava, 5510 sayılı Yasanın 4/1-a maddesi kapsamında geçen hizmetlerin tespiti istemine ilişkin olup; davacı vekilinin davadan feragat ettiğine dair beyanı gerekçe gösterilerek davanın reddine dair karar verilmiştir. 5510 sayılı Yasanın 92. maddesinde, “Bu Kanunda yer alan sigorta hak ve yükümlülüklerini ortadan kaldırmak, azaltmak, vazgeçmek veya başkasına devretmek için sözleşmelere konulan hükümler geçersizdir.” hükmü öngörülmüş olup; 506 sayılı Yasanın 6. maddesinde de benzer düzenleme yer almakta olup, sigortalı olmak, kamu düzenine ilişkin, kişiye bağlı, vazgeçilemez ve kaçınılamaz hak ve yükümlülük doğuran bir hukuksal statü meydana getirmektedir. Kişilerin ve sosyal güvenlik kuruluşlarının bu statünün oluşumundaki rolü, yenilik doğurucu ve iradi bir durum değil, kanun gereği kendiliğinden oluşan statüyü belirlemekten ibarettir. Dolayısıyla, sosyal güvenlik hakkından HMK. 307. (HUMK. 91.) maddesi kapsamında feragat olanaksızdır ve açılan sigortalılığın ve sigortalı hizmetlerin tespitine ilişkin davadan da vazgeçilemez. Davacı ancak, HMK. 123. maddesinde düzenlenen hakkını kullanabilir ve ileride yeniden dava açabilme hakkını saklı tutarak, davalının rızası ile davanın takibinden vazgeçebilir veya HMK. 150. maddesi hükmü gereğince davayı takip etmeyerek yenileninceye kadar dosyanın işlemden kaldırılması ve giderek davanın açılmamış sayılması sonucunu elde edebilir. Bu nedenle; inceleme konusu davada mahkemece, davadan vazgeçilemeyeceği davacı vekiline bildirilmeli, feragat beyanının Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 123 veya 150. maddelerinde düzenlenen haklardan birinin kullanımı niteliğinde olup olmadığı kendisine sorulmak suretiyle belirlenmeli, beyanın anılan anlamlarda kullanıldığı saptandığı takdirde duruma göre 123 veya 150. maddesinde öngörülen usul işletilmeli, aksi durumda ise, elde edilecek sonuca göre dava konusu istem hakkında karar verilmelidir. O hâlde, davalı Kurum vekilinin bu yönleri amaçlayan temyiz itirazları kabul edilmeli ve hüküm bozulmalıdır. SONUÇ: Temyiz edilen hükmün yukarıda açıklanan nedenlerle BOZULMASINA, 05.10.2022 gününde oybirliğiyle karar verildi.
2. Hukuk Dairesi 2009/20135 E. , 2011/162 K. “İçtihat Metni” MAHKEMESİ :Lüleburgaz 2. Asliye Hukuk (Aile) Mahkemesi TARİHİ :27.05.2008 NUMARASI :Esas no:2008/166 Karar no:2008/237 Taraflar arasındaki davanın yapılan muhakemesi sonunda mahalli mahkemece verilen ve yukarıda tarih numarası gösterilen hüküm temyiz edilmekle evrak okunup gereği görüşülüp düşünüldü. Yasa, babalık davasının Cumhuriyet Savcısına ve Hazine’ye ihbar edilmesini zorunlu tutmuştur. (TMK.md.301/3) Kendilerine yasal olarak ihbar edilmesi zorunlu olan bir davanın, bu ihbar yapılmadan sonuca bağlanması halinde, yasanın ihbarı zorunlu kıldığı makamların mahkemece verilen “babalık” hükmünü temyiz etmekte hukuki menfaatleri vardır. Bu bakımdan Hazine’nin ve Cumhuriyet savcısının temyiz talepleri incelenmiştir. Dosyaya alınan nüfus kaydına göre, çocukların annesi Z.kocasından 7.2.2006 tarihinde boşandığı anlaşılmaktadır. Çocuklardan S.annesinin evliliğinin devamı sırasında 19.12.2003 tarihinde, diğer çocuk S.ise, evliliğin sona ermesinden itibaren üç yüz gün geçmeden 22.8.2006 tarihinde doğmuştur. Evlilik devam ederken veya evliliğin sona ermesinden başlayarak üç yüz gün içinde doğan çocukların babası kocadır. (TMK.md.285/1) Bu bakımdan çocuklarla Z.boşandığı kocası arasında “evlilik içinde” doğumla kendiliğinden soybağı kurulmuştur. Bu soybağı çürütülüp geçersiz kılınmadıkça bir başka erkeğin çocukların babası olduğuna karar verilmez. Babalık davası açma hakkı da ana ve çocuğa aittir. (TMK.md.301/1) Baba olduğunu iddia eden kişiye “babalık davası” açma hakkı tanınmamıştır. Davacı H.bu çocukların, Z.ile evlilikdışı ilişkisinden doğduğunu, babalarının Z. boşandığı kocası değil, kendisi olduğunu iddia ettiğine göre, yukarıda açıklanan hukuki durum karşısında dava, gerçekte babalık değil, “baba olduğunu iddia eden kişi” tarafından açılan soybağının reddi isteğine ilişkindir. Yasa, baba olduğunu iddia eden kişiye, ancak; dava açma süresinin geçmesinden önce kocanın ölmesi veya gaipliğine karar verilmesi ya da sürekli olarak ayırt etme gücünü kaybetmesi hallerinde soybağının reddi davası açma hakkı tanımıştır. (TMK.md.291/1) Bu hallerin varlığı ispat edilmedikçe baba olduğunu iddia eden kişi, soybağının reddi davası açamaz. Öyleyse, öncelikle davacının soybağının reddi davası açma hakkının doğup doğmadığının ve bu hakkın süresinde kullanılıp kulllanılmadığının (TMK.md.291/1) belirlenmesi, hakkın var olduğu sonucuna ulaşılması ve davanın da süresinde açıldığının tespit edilmesi halinde, çocukların yasal temsilcisi olan ananın menfaati ile çocukların menfaati arasındaki çatışma nedeniyle davada çocukları temsil etmek, hak ve menfaatlerini korumak üzere kayyım tayin ettirilmesi (TMK.md.426/2), kayyımın davaya iştirakının sağlanması, göstermesi halinde delillerinin de toplanması, tüm deliller birlikte değerlendirilerek hasıl olacak sonucuna göre soybağının reddi hususunda karar verilmesi gerekirken, bu yönler gözetilmeden davanın hatalı olarak “babalık” şeklinde vasıflandırılıp babalık hükmü kurulması doğru bulunmamıştır. SONUÇ: Temyiz edilen hükmün yukarıda gösterilen sebeple BOZULMASINA, bozma sebebine göre diğer yönlerin incelenmesine yer olmadığına, yatırılmışsa istek halinde temyiz peşin harcının yatırana iadesine, işbu kararın tebliğinden itibaren on beş gün içinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere oybirliğiyle karar verildi.17.01.2011 (Pzt)
2. Hukuk Dairesi 2010/13850 E., 2010/15304 K. SOYBAĞININ REDDİ 4721 S. TÜRK MEDENİ KANUNU [ Madde 289 ] “İçtihat Metni” Taraflar arasındaki davanın yapılan muhakemesi sonunda mahalli mahkemece verilen ve yukarıda tarih numarası gösterilen hüküm temyiz edilmekle evrak okunup gereği görüşülüp düşünüldü. Koca, soybağının reddi davasını, doğumu ve baba olmadığını veya ananın gebe kaldığı sırada başka bir erkek ile cinsel ilişkide bulunduğunu öğrendiği tarihten başlayarak bir yıl içinde açmak zorundadır. Dava açmaktaki gecikme haklı bir sebebe dayanıyorsa, bir yıllık süre bu sebebin ortadan kalktığı tarihte işlemeye başlar. (TMK.m.289) Davacı, davalı A…. ile 12.4.2001 tarihinde evlenmiş, 30.1.2002 tarihinde boşanmıştır. Soybağının reddi istenilen küçük F…. 23.5.2001 tarihinde doğmuş ve 25.5.2001 tarihinde davacının kızı olarak nüfusuna kaydedilmiştir. Davacı, 14.11.2001 tarihli boşanma dava dilekçesinde; çocuğun başka erkekten doğduğu halde kendi nüfusuna kaydettirildiğini belirterek, kendisinden olmayan çocuğun velayetinin anneye verilmesini istemiştir. Görüldüğü gibi davacı; soybağının reddini istediği 23.5.2001 doğumlu F….’nin doğumunu ve kendisinin baba olmadığını en geç boşanma davasını açtığı 14.11.2001 tarihinde öğrenmiştir. Temyize konu dava ise yasada öngörülen süreler geçtikten sonra 27.4.2009 tarihinde açılmıştır. Davacı tarafından bu bir yıllık süre içinde dava açmakta gecikmeyi haklı kılan herhangi bir nedenin varlığı da ortaya konmamıştır. Soybağının reddi davası için yasada öngörülen süreler kamu düzeniyle ilgili olup “hakdüşürücü” niteliktedir, yargılamının her aşamasında mahkemelerce “kendiliğinden” gözetilmek zorundadır. Davanın süresinde açılmamış olması nedeniyle reddi gerekirken; yazılı şekilde karar verilmesi isabetli olmamıştır. SONUÇ:Temyiz olunan hükmün yukarıda açıklanan nedenle BOZULMASINA, istek halinde temyiz peşin harcının yatırana geri verilmesine, işbu kararın tebliğinden itibaren 15 gün içinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere oybirliğiyle karar verildi. 27.09.2010 (pzt.)
18. Hukuk Dairesi 2013/21009 E. , 2014/2186 K. “İçtihat Metni” MAHKEMESİ : Sarıveliler Asliye Hukuk Mahkemesi (Aile Mah. Sıfatıyla) TARİHİ : 05/02/2013 NUMARASI : 2011/124-2013/17 Dava dilekçesinde, soybağının reddi istenilmiştir. Mahkemece davanın kabulüne karar verilmiş, hüküm davalı ve kayyım tarafından temyiz edilmiştir. Y A R G I T A Y K A R A R I Temyiz istemlerinin süresi içinde olduğu anlaşıldıktan sonra dosyadaki bütün kağıtlar okunup gereği düşünüldü: Davacı, davalılardan Songül ile olan evlilikleri sırasında doğan 21.09.20doğumlu B. N..’un babasının kendisi olmadığını belirterek soybağının reddine karar verilmesini istemiştir. Dairenin geri çevirme kararı üzerine dosya içerisine konulan Sarıveliler Asliye Hukuk Mahkemesi’nin 20…/11 Esas 201/8 Karar sayılı boşanma dosyasının incelenmesinde; davacının 13.04.2010 tarihli oturumda “B. N..’un benden olmadığını tespit ettim” şeklinde beyanda bulunarak kendi müracaatı sonucunda aldığı ve baba olmadığına dair 09.01.2009 tarihli özel tanı merkezinden alınan raporu ibraz ettiği, bu davanın ise 04.10.2011 tarihinde açıldığı anlaşılmaktadır. Türk Medeni Kanunu’nun 289/1. maddesinde “Koca, davayı, doğumu ve baba olmadığını veya ananın gebe kaldığı sırada başka bir erkek ile cinsel ilişkide bulunduğunu öğrendiği tarihten başlayarak bir yıl içinde açmak zorundadır.” hükmü düzenlenmiştir. Açıklanan yasa hükmü karşısında davacı koca yönünden hak düşürücü süre geçmiş bulunduğundan davanın bu nedenle reddi gerekirken yazılı şekilde kabulü doğru görülmemiştir. Bu itibarla yukarıda açıklanan esaslar gözönünde tutulmaksızın yazılı şekilde hüküm tesisi isabetsiz, temyiz itirazları bu nedenlerle yerinde olduğundan kabulü ile hükmün HUMK.nun 428.maddesi gereğince BOZULMASINA, temyiz peşin harcının istek halinde temyiz edene iadesine, 13.02.2014 gününde oybirliğiyle karar verildi.
2. Hukuk Dairesi 2021/5896 E. , 2022/93 K. “İçtihat Metni” MAHKEMESİ : İzmir Bölge Adliye Mahkemesi 2. Hukuk Dairesi DAVA TÜRÜ :Soybağının Reddi Taraflar arasındaki davanın yapılan muhakemesi sonunda bölge adliye mahkemesi hukuk dairesince verilen, yukarıda tarihi ve numarası gösterilen hüküm feri müdahale talep eden tarafından temyiz edilmekle, evrak okunup gereği görüşülüp düşünüldü: Davacı biyolojik baba soy bağının reddi davası açmış, ilk derece mahkemesince davanın kabulüne, davacı ile davalılar … ve … arasındaki soy bağının reddine, davacının davalılar … ve …’in babası olmadığının tespitine karar verilmiş, hüküm davalılardan … ve … yanında ferî müdahale talep eden ve müdahale talebi reddedilen tarafından istinaf edilmiştir. Müdahale talebinin kabulü hâlinde müdahil, davayı ancak bulunduğu noktadan itibaren takip edebilir. Müdahil, yanında katıldığı tarafın yararına olan iddia veya savunma vasıtalarını ileri sürebilir; onun işlem ve açıklamalarına aykırı olmayan her türlü usul işlemlerini yapabilir. (6100 sayılı HMK m. 68/1) Ferî müdahalede üçüncü kişi, hukuki yararı olduğu gerekçesiyle görülmekte olan davaya ancak taraflardan birinin yanında ve onun yardımcısı olarak katılır. Bu nedenle ferî müdahale, bir davanın davalılar aleyhine sonuçlanması halinde, kendi hukuksal durumu dolaylı şekilde etkilenecek olan üçüncü kişinin başvuracağı bir yoldur ve genellikle amaç, açılmış davanın davalı yararına sonuçlanmasını (reddedilmesini) sağlamaktır. Müdahil hükmü ancak, lehine katıldığı tarafla birlikte temyiz edilebilir. Lehine müdahale edilen taraf temyiz kanun yoluna başvurmazsa, HMK’nın 68 inci maddesi uyarınca, yanında katıldığı tarafla birlikte hareket etmek zorunda olan ferî müdahil, yalnız başına kararı temyiz edemez. Müdahile husumet tevcih edilmediği gibi müdahil aleyhine bir karar da verilmemiş bulunan hallerde müdahilin tek başına temyiz isteğinde bulunmaya hakkı yoktur. Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 68 inci maddesi gereğince ferî müdahilin davada yanında katılmayı talep ettiği davalılarla birlikte hareket etmesi gerektiği dikkate alındığında, müdahil hükmü ancak lehine katıldığı tarafla birlikte temyiz edebilir. Somut olayda, feri müdahale talep edenin bu isteğinin mahkemece reddedilmiş olması, davalıların temyiz kanun yoluna başvurmamış olmaları ve temyize konu kararda ferî müdahil hakkında bir hüküm kurulmamış olması nedeniyle ferî müdahale talep edenin feri müdahil konumunda bulunduğu kabul edilse bile tek başına temyiz hakkı bulunmamaktadır. Bu nedenle temyiz hakkı bulunmayan feri müdahilin temyiz isteminin reddi gerekmiştir. SONUÇ : Yukarıda açıklanan sebeple, ferî müdahale talebinde bulunanın temyiz dilekçesinin REDDİNE, temyiz peşin harcının istek halinde yatırana geri verilmesine, dosyanın ilk derece mahkemesine, karardan bir örneğinin ilgili bölge adliye mahkemesi hukuk dairesine gönderilmesine kesin olarak oy birliğiyle karar verildi. 17.01.2022 (Pzt.)
2. Hukuk Dairesi 2022/8261 E. , 2022/7701 K. “İçtihat Metni” MAHKEMESİ : Bursa Bölge Adliye Mahkemesi 2. Hukuk Dairesi Taraflar arasındaki davanın yapılan muhakemesi sonunda bölge adliye mahkemesi hukuk dairesince verilen, yukarıda tarihi ve numarası gösterilen hüküm asli müdahale talep eden … ve arkadaşları tarafından temyiz edilmekle, evrak okunup gereği görüşülüp düşünüldü: Davacı nüfusta babası olarak görünen kişinin biyolojik babası olmadığını ileri sürerek soy bağının reddine karar verilmesini talep ve dava etmiştir. İlk derece mahkemesince davanın kabulüne, soy bağının reddine karar verilmiş, hüküm asli müdahale talep eden ve müdahale talebi reddedilenler tarafından istinaf edilmiştir. İlk derece mahkemesi 30/03/2022 tarihli ek karar ile “Davanın Soy Bağının Reddi davası olduğu, niteliği itibariyle TMK 286. maddesi uyarınca dava hakkının kimlere tanındığının belirtildiği, müdahillik talebinde bulunan kişilerin bu sıfata sahip olmadıkları gibi asli müdahale talebinin de yasal şartları oluşmadığından reddine karar verildiği” gerekçesiyle istinaf dilekçesinin reddine karar verilmiştir. Ek karara karşı yine müdahale talep edenler tarafından istinaf talebinde bulunulmuştur. İstinaf incelemesi yapan bölge adliye mahkemesince istinaf başvurusunun esastan reddine karar verilmiştir. Bölge adliye mahkemesi kararına karşı temyiz yoluna başvuranlar, 03.03.2021 havale tarihli dilekçe ile ilk derece mahkemesinden asli müdahale talep etmiştir. Asli müdahale, 6100 sayılı HMK’nın 65. maddesinde “Bir yargılamanın konusu olan hak veya şey üzerinde kısmen ya da tamamen hak iddia eden üçüncü kişi, hüküm verilinceye kadar bu durumu ileri sürerek, yargılamanın taraflarına karşı aynı mahkemede dava açabilir. Asli müdahale davası ile asıl yargılama birlikte yürütülür ve karara bağlanır.” şeklinde düzenlenmiştir. Ferî müdahaleyi düzenleyen 66. madde ise “Üçüncü kişi, davayı kazanmasında hukuki yararı bulunan taraf yanında ve ona yardımcı olmak amacıyla, tahkikat sona erinceye kadar, fer’î müdahil olarak davada yer alabilir.”şeklindedir. Maddi olayları ileri sürmek taraflara, hukuki nitelendirme yapmak ve uygulanacak kanun maddelerini belirlemek hakime aittir (HMK m. 33). Ferî müdahalede üçüncü kişi, hukuki yararı olduğu gerekçesiyle görülmekte olan davaya ancak taraflardan birinin yanında ve onun yardımcısı olarak katılır. Bu nedenle ferî müdahale, bir davanın davalılar aleyhine sonuçlanması halinde, kendi hukuksal durumu dolaylı şekilde etkilenecek olan üçüncü kişinin başvuracağı bir yoldur ve genellikle amaç, açılmış davanın davalı yararına sonuçlanmasını (reddedilmesini) sağlamaktır. Somut olayda müdahale talep edenlerin talepleri, “davalının yanında yer alarak davanın reddini savunmak” olduğuna göre asli değil ferî müdahale talep ettiklerinin kabulü gerekir. Müdahale talebinin kabulü hâlinde müdahil, davayı ancak bulunduğu noktadan itibaren takip edebilir. Müdahil, yanında katıldığı tarafın yararına olan iddia veya savunma vasıtalarını ileri sürebilir; onun işlem ve açıklamalarına aykırı olmayan her türlü usul işlemlerini yapabilir. (HMK m. 68/1) Lehine müdahale edilen taraf temyiz kanun yoluna başvurmazsa, HMK’nın 68 inci maddesi uyarınca, yanında katıldığı tarafla birlikte hareket etmek zorunda olan ferî müdahil, yalnız başına kararı temyiz edemez. Müdahil hükmü ancak, lehine katıldığı tarafla birlikte temyiz edilebilir. Sonuç olarak, davalıların temyiz kanun yoluna başvurmamış olmaları ve temyize konu kararda ferî müdahale talep edenler hakkında bir hüküm kurulmamış olması nedeniyle ferî müdahale talep edenlerin tek başına temyiz hakkı bulunmamaktadır. Bu nedenle temyiz hakkı bulunmayan feri müdahile talebinde bulunanların temyiz isteminin reddi gerekmiştir. SONUÇ : Yukarıda açıklanan sebeple, ferî müdahale talebinde bulunanların temyiz dilekçesinin REDDİNE, temyiz peşin harcının istek halinde yatırana geri verilmesine, dosyanın ilk derece mahkemesine, karardan bir örneğinin ilgili bölge adliye mahkemesi hukuk dairesine gönderilmesine oy birliğiyle karar verildi. 04.10.2022 (Salı)
3. Hukuk Dairesi 2021/2915 E. , 2021/5408 K. “İçtihat Metni” MAHKEMESİ : KONYA BÖLGE ADLİYE MAHKEMESİ 4. HUKUK DAİRESİ İLK DERECE MAHKEMESİ : KONYA 3. SULH HUKUK MAHKEMESİ Taraflar arasında ilk derece mahkemesinde görülen istirdat davasının kısmen kabulüne dair verilen karar hakkında bölge adliye mahkemesi tarafından yapılan istinaf incelemesi sonucunda; davacı tarafın istinaf başvurusunun esastan reddine, davalı tarafın istinaf başvurusunun kabulü ile düzelterek yeniden esas hakkında verdiği kararın, süresi içinde davacı vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine; temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra, dosya içerisindeki bütün kağıtlar okunup gereği düşünüldü: Y A R G I T A Y K A R A R I Davacı; dava konusu taşınmazın Devlet İhale Kanunu kapsamında ihale sonucu oluşan bedel üzerinden 31/12/2022 tarihine kadar kiralandığını, davalı … ile imzalanmış olan sözleşmenin 7.1 maddesine göre 2013 yılı yıllık kira bedelinin ihale sonucu 376.000,00 TL + KDV olarak belirlendiğini, devam eden yıllar için de TÜİK’in ilan edeceği bir önceki yılın 12 aylık ortalama ücreti fiyatları endeksi nispetinde artırılacağının kararlaştırıldığını ancak 16/01/2019 tarihli resmi gazetede yayımlanan Kamu İdarelerinin Taşınmaz Kiralamalarına İlişkin Genelge ile kamu idarelerinin taşınmaz kiralamalarına ilişkin kira artış oranının neye göre yapılacağı hususunda değişiklik yapıldığını, bu genelgeye göre daha önceki yıllarda kiralanan ve sonraki yıllarda kiralanmasına devam edilecek taşınmazların kira bedelinin Türkiye İstatistik Kurumunca artışın yapılacağı ayda yayımlanan tüketici fiyatları endeksinin on iki aylık ortalamalara göre yüzde değişim oranını geçmeyecek şekilde artırılacağının belirtilmesine rağmen, davalı belediyenin 2019 yılı için dava konusu yerin kira artışını ÜFE nispetinde belirlemek istediğini, itirazı kayıt ile kira bedellerini davalı belediyenin talep ettiği şekilde ÜFE zammı ile birlikte ödemek durumunda kaldığını belirterek, kiralananın kira bedeli artış oranının 2019 yılı ve devam eden yıllar için tüketici fiyatları endeksinin on iki aylık ortalamalara göre yüzde değişim oranını geçmeyecek şekilde belirlenmesi ve 2019 yılı aylık kira miktarının tespiti ile belirsiz alacak davası olarak müvekkilince fazla yatırılan şimdilik 1.000,00 TL’nin ödeme tarihlerinden itibaren işleyecek ticari avans faizi ile tahsiline karar verilmesini talep etmiştir. Davalı; taraflar arasındaki kira sözleşmesinin 7.1 maddesine göre kira bedellerinin bir önceki yılın 12 aylık ortalama üretici fiyat endeksi nispetince artırılacağının hükme bağlandığını, ilgili kanuni düzenleme gereğince 01/07/2020 tarihine kadar davacı ile akdedilen kira sözleşmesinin 7.1 maddesinin uygulanması Çevre ve Şehircilik Bakanlığı Yerel Yönetimler Müdürlüğü’nün 11/03/2019 tarihli mütalaasında da, belediye taşınmazları için yapılacak ve yenilenecek kira sözleşmelerinde 6098 sayılı kanuna atıf yapılması halinde üretici fiyat endeksi yerine tüketici fiyat endeksinin esas alınarak işlem tesis edilmesi gerektiği, ancak dava konusu kira sözleşmesinde 6098 sayılı kanuna herhangi bir atıf yapılmadığını, bu nedenle üretici fiyat endeksinin uygulanmasında hukuka aykırılığın bulunmadığını, TBK 344. maddesinin 01/07/2020 yılına kadar erteli olduğunu davacının ileri sürdüğü diğer hususların usul ve yasal dayanaktan yoksun olduğunu belirterek davanın reddine karar verilmesini dilemiştir. İlk derece mahkemesince; 01/01/2019 tarihinden itibaren yapılacak artışların TÜFE’nin on iki aylık ortalamasına göre değişim oranı esas alınarak belirleneceğinden, 05/11/2019 tarihli bilirkişi raporu hükme esas alınarak davanın kısmen kabulü ile 35.887,20 TL fazla ödenen kira bedelinin ödendiği 12/04/2019 tarihinden itibaren yasal faizi ile birlikte tahsiline karar verilmiştir. İlk derece mahkemesinin kararına karşı, taraflarca istinaf kanun yoluna başvurulmuştur. Bölge adliye mahkemesince; tacir olan davacı kiracı yönünden TBK’nın 344. maddesinin uygulanma imkanı bulunmadığı, öte yandan 16 Ocak 2019 tarihli Hazine ve Maliye Bakanlığının genelgesinin kanuni düzenlemeleri değiştirmesi söz konusu olamayacağı gibi genelgenin yenilenecek veya yeni yapılacak kiralara ilişkin artış kuralı getirdiği, mevcut kira sözleşmelerinin artış hükmünü ortadan kaldırmadığı veya değiştirmediği, devam eden sözleşme hükümlerinin kiralayan ve kiracıları bağlayacağı gerekçesiyle davacı tarafın istinaf başvurusunun esastan reddine, davalı tarafın istinaf başvurusunun kabulü ile hükmün düzeltilerek yeniden esas hakkında karar verilmek üzere ilk derece mahkemesi kararının kaldırılmasına, davanın reddine karar verilmiş; hüküm, davacı tarafından temyiz edilmiştir. 1) 01/07/2012 tarihinde yürürlüğe giren 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu 344. maddesinde “Tarafların yenilenen kira dönemlerinde uygulanacak kira bedeline ilişkin anlaşmaları, bir önceki kira yılında üretici fiyat endeksindeki artış oranını geçmemek koşuluyla geçerlidir. Bu kural, bir yıldan daha uzun süreli kira sözleşmelerinde de uygulanır. Taraflarca bu konuda bir anlaşma yapılmamışsa, kira bedeli, bir önceki kira yılının üretici fiyat endeksindeki artış oranını geçmemek koşuluyla hâkim tarafından, kiralananın durumu göz önüne alınarak hakkaniyete göre belirlenir. Taraflarca bu konuda bir anlaşma yapılıp yapılmadığına bakılmaksızın, beş yıldan uzun süreli veya beş yıldan sonra yenilenen kira sözleşmelerinde ve bundan sonraki her beş yılın sonunda, yeni kira yılında uygulanacak kira bedeli, hâkim tarafından üretici fiyat endeksindeki artış oranı, kiralananın durumu ve emsal kira bedelleri göz önünde tutularak hakkaniyete uygun biçimde belirlenir. Her beş yıldan sonraki kira yılında bu biçimde belirlenen kira bedeli, önceki fıkralarda yer alan ilkelere göre değiştirilebilir.” düzenlemesi bulunmaktadır. Türk Borçlar Kanunu’nun Yürürlüğü ve Uygulama Şekli Hakkındaki Kanunun 2. maddesinde geçmişe etkili olma başlığı altında ise “Türk Borçlar Kanununun düzenine ve genel ahlaka ilişkin kuralları gerçekleştirdikleri tarihe bakılmaksızın, bütün fiil ve işlemlere uygulanır.” hükmü yer almaktadır. Bununla birlikte 6217 sayılı yasanın geçici 2. maddesinde değişiklik yapan 6353 Sayılı Yasanın 53. maddesine göre; kiracının Türk Ticaret Kanun’un da tacir olarak sayılan kişiler ile özel hukuk ve kamu hukuku tüzel kişileri olduğu işyeri kiralarında 6098 sayılı Türk Borçlar Kanununun 344. maddesinin 01/07/2012 tarihinden itibaren 8 yıl süreyle uygulanamayacağı, bu halde kira sözleşmelerinde bu maddede belirtilmiş olan konuya ilişkin olarak sözleşme serbestisi gereği kira sözleşmesi hükümlerinin tatbik olunacağı, sözleşmede hüküm bulunmayan hallerde ise Mülga BK hükümlerinin uygulanacağı öngörülmektedir. 18/01/2019 tarihli Resmi Gazete’de yayınlanan 7161 sayılı kanunun 56. maddesi ile yapılan ve bu kanunun 69. yürürlük maddesi gereğince 01/01/2019 tarihinden sonrası için TBK 344 üncü maddesinin birinci, ikinci ve üçüncü fıkralarında yer alan “üretici fiyat endeksindeki artış” ibareleri “tüketici fiyat endeksindeki oniki aylık ortalamalara göre değişim” şeklinde değiştirilmiştir. Ayrıca, 18/01/2019 tarihli Resmi Gazetede yayınlanan 7161 sayılı kanunun 59. maddesi ile 6217 Sayılı Kanunun geçici 2. maddesine; “Bu fıkrayı ihdas eden Kanunla değiştirilen 6098 sayılı Kanunun 344 üncü maddesindeki tüketici fiyat endeksindeki on iki aylık ortalamalara göre değişim oranının esas alınacağına ilişkin hüküm, birinci fıkra kapsamında olan kira sözleşmeleri ile akdedilmiş diğer kira sözleşmelerinin yenilenmesinde uygulanır.” hükmü eklenerek, tüm çatılı gayrimenkul kiralarında 01/01/2019 tarihinden itibaren yapılacak kira artışlarının tüketici fiyat endeksindeki oniki aylık ortalamalara göre değişim oranı esas alınarak belirleneceği hüküm altına alınmıştır. Somut olayda davacı; eda davası şeklinde açtığı belirsiz alacak davası ile 2019 yılı artış oranının ve 2019 yılı kira bedelinin belirlenmek suretiyle, belirlenecek miktara göre fazla ödenen kira bedellerinin iadesini talep etmiştir. Uyuşmazlık 01/01/2019 tarihinden itibaren geçerli olan aylık kira artışının sözleşmenin 7.1 maddesi yerine TBK 344. maddesi ile 16 Ocak 2019 tarihli Hazine ve Maliye Bakanlığının genelgesinin uygulanıp uygulanmayacağı noktasında toplanmaktadır. Her ne kadar bölge adliye mahkemesince, tacir olan davacı kiracı yönünden TBK’nın 344. maddesinin uygulanma imkanı bulunmadığı ayrıca 16/01/2019 tarihli Hazine ve Maliye Bakanlığının genelgesinin kanuni düzenlemeleri değiştirmesinin söz konusu olamayacağı gibi, genelgenin yenilenecek veya yeni yapılacak kiralara ilişkin artış kuralı getirdiği, mevcut kira sözleşmelerinin artış hükmünü ortadan kaldırmadığı veya değiştirmediği, devam eden sözleşme hükümlerinin kiraya veren ve kiracıları bağlayacağı belirtilerek davanın reddine karar verilmiş ise de; 7161 sayılı kanunun 59. maddesi ile 6217 sayılı kanunun geçici 2. maddesinde, tüketici fiyat endeksindeki on iki aylık ortalamalara göre değişim oranının esas alınacağına ilişkin hükmün, akdedilmiş diğer kira sözleşmelerinin yenilenmesinde de uygulanacağı açıkça belirtilmiş olup, kanunun yayın tarihinden itibaren derhal uygulanması gerekeceğinden, bu itibarla, ilk derece mahkemesince kira bedelinin tüketici fiyat endeksindeki on iki aylık ortalamalara göre değişim oranının esas alınarak belirlenen kira bedeli üzerinden, davacının istirdatını istediği alacağın hesaplanarak karar verilmesinde bir isabetsizlik bulunmamaktadır. Ayrıca kira bedelinin miktarına ilişkin olarak bir uyuşmazlık bulunup mahkemeye müracaat edildiğine ve kira bedelinin dava yoluyla tespiti istenildiğine göre yeni dönem kira parasının mahkemece hüküm altına alınmasında davacının hukuki yararı olduğu hususu da gözetilerek kira bedelinin tespitine ilişkin bir hüküm kurulmamış olması da doğru değildir. Hal böyle olunca; bölge adliye mahkemesince, yanılgılı değerlendirme ve gerekçeyle ilk derece mahkemesi kararının kaldırılarak, davanın reddine ilişkin hüküm kurulmuş olması doğru görülmemiş, bozmayı gerektirmiştir. 2) Bozma nedenine göre davacının, davalı yararına hükmedilen vekalet ücretine yönelik temyiz itirazlarının incelenmesine bu aşamada gerek görülmemiştir. SONUÇ: Yukarıda birinci bentte açıklanan nedenlerle temyiz olunan bölge adliye mahkemesi kararının HMK’nın 371 inci maddesi uyarınca davacı yararına BOZULMASINA, ikinci bentte açıklanan nedenlerle davacının, davalı yararına hükmedilen vekalet ücretine yönelik temyiz itirazlarının incelenmesine bu aşamada yer olmadığına, peşin alınan temyiz harcının istek halinde temyiz edenlere iadesine, dosyanın bölge adliye mahkemesine gönderilmesine, 25/05/2021 tarihinde oy birliği ile karar verildi.
15. Hukuk Dairesi 2019/697 E. , 2019/2767 K. “İçtihat Metni” Mahkemesi :… 1. Asliye Hukuk Mahkemesi Yukarıda tarih ve numarası yazılı hükmün duruşmalı olarak temyizen tetkiki davacı vekili tarafından istenmiş olmakla duruşma için tayin edilen günde davacı vekili Avukat .. ile davalılar vekili Avukat…geldi. Temyiz dilekçesinin süresi içinde verildiği anlaşıldıktan ve hazır bulunan taraflar avukatları dinlendikten sonra vaktin darlığından ötürü işin incelenerek karara bağlanması başka güne bırakılmıştı. Bu kere dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra işin gereği konuşulup düşünüldü: – K A R A R – Dava, eser sözleşmesinden kaynaklandığı iddia edilen alacak ile ilgili olarak yapılan icra takibine itirazın iptâli talebine ilişkin olup mahkemece davanın reddine dair verilen karar, davacı tarafından temyiz edilmiştir. Davacı davasında davalı S.S. Hazan Konut Yapı Kooperatifi’ne 45.817,86 TL tutarında mutfak malzemesi ve çeşitli dolaplar yaptığını, karşılığında faturaları düzenleyerek davalıya teslim ettiğini, davalının söz konusu malzemelerin tutarını ödemediğini, bu nedenle yaptığı icra takibine de itiraz ettiğini belirterek davalının takibe itirazının iptâline karar verilmesini istemiş, davalı savunmasında taraflar arasında dava konusu faturalar ile ilişkili hiçbir sözleşmenin yapılmadığını belirterek davanın reddine karar verilmesini istemiş, mahkemece taraflar arasında, davalı kooperatife ait yapıdaki mutfak dolapları ve oda kapı imalâtları konusunda anlaşma bulunduğu, 16.04.2013 tarihli “İş Yapım Sözleşmesi” ve icra takibi öncesinde yüklenici davacı tarafından edimlerin bir kısmının yerine getirildiği ancak yapılan iş bedellerinin 24.09.2013 tarihinde tamamen ödenmiş olduğu, kaldı ki, icra takibine konu toplam fatura alacağın varlığı kabul edilse dahi, 16.04.2013 tarihli “İş Yapım Sözleşmesi” ile borcun tecdit edilmiş sayılacağı, bu nedenlerle davacının davalıdan, icra takibine konu edilen alacağı bulunmadığı gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiştir. Dosya kapsamına ve tarafların beyanlarına göre taraflar arasında mahkemenin de kabulünde olduğu gibi eser sözleşmesi ilişkisinin kurulduğu ihtilâfsızdır. Davacı 2012 yılında düzenlenen faturalara dayanarak icra takibine geçmiştir. Davalı kooperatif yetkili temsilcileri yargılama sırasındaki yeminli beyanlarında davacının kooperatife ait bir kısım mutfak dolaplarını yaptığını ancak faturaya konu edilen imalâtları teslim etmediğini belirtmişlerdir. Bu durumda taraflar arasında 2012 yılı içerisinde sözlü eser sözleşmesi ilişkisi kurulduğu anlaşılmaktadır. Taraflar arasında sözlü olarak kurulan bu sözleşme 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun 470 vd. maddelerinde düzenlenen eser sözleşmesi niteliğinde olup, uyuşmazlığın bu hükümlere göre Okundu. çözümlenmesi gerektiği açıktır. Genel olarak eser sözleşmelerinde yüklenicinin sadece eseri meydana getirmesi, aslî edim borcunu yerine getirdiği anlamına gelmemektedir. Yüklenici, sözleşmeye uygun meydana getirdiği eseri teslim borcu altındadır. Yüklenici üstlendiği eseri meydana getirecek ve meydana getirdiği bu eseri, iş sahibine usul ve yasaya ve sözleşme hükümlerine uygun olarak teslim edecektir. Eseri teslim borcu yüklenicide olduğundan eserin teslim edildiğini kanıtlama borcu da yükleniciye düşmektedir. Bir başka deyişle yüklenici, eseri, iş sahibine sözleşmeye uygun teslim ettiğini kanıtlamak zorundadır. Davacı yüklenici savunmasını kanıtlayabilmesi için, eseri iş sahibine süresi içerisinde iş sahibinin iş yerinde teslim ettiğini kanıtlamakla yükümlüdür. Eser sözleşmelerinde teslim, yüklenicinin tamamladığı eseri sözleşmeyi ifa etmek niyeti ile iş sahibinin fiili hakimiyetine geçirmesi olarak tanımlanmaktadır. Teslimi kanıtlama yükü somut olaydaki savunmaya göre davacı yüklenicide olmakla bu teslimin nasıl kanıtlaması gerektiği davanın çözüm noktasını oluşturmaktadır. Eserin teslim edilip edilmediğinin ispatında taraflar ispatın hangi delillerle yapılacağı hususunda sözleşmeye hüküm koyabilirler ve teslim konusunda bir delil sözleşmesi yapabilirler. Böyle bir delil sözleşmesi yoksa yüklenicinin meydana getirdiği eseri teslim ettiği vakıasını, teslim, hukuki işlem değil, hukuki fiil olduğundan kural olarak her tür kanıtla bu arada tanıkla dahi ispat edebilir. Bu açıklamalar ışığında somut olaya gelince; taraflar arasında kurulan sözleşme ilişkisinde yazılı bir sözleşme ve bu sözleşmede yer alan teslime dair bir delil sözleşmesi niteliğinde teslim vakıasının ispatına dair bir hüküm bulunmadığından davacı yüklenici teslim vakıasını her tür delil ile kanıtlayabilecektir. Davacı vekili dava dilekçesinde tanık deliline dayanmış olmakla, usulüne uygun şekilde teslim vakıasına dair olarak davacı tanıkları dinlenmeli, davacı taraf aşamalardaki dilekçelerinde keşif ve bilirkişi incelemesi deliline de dayandığı anlaşılmakla gerektiğinde mahallinde keşif ve bilirkişi incelemesi de yapılarak diğer deliller de gözetilmek suretiyle teslim yapılıp yapılmadığı hususu hiç bir duraksamaya yer vermeyecek şekilde belirlenmeli, teslimin kanıtlanması halinde taraflar arasında bedel konusunda uzlaşma bulunmadığından yapılmış imalâtların 6098 sayılı TBK’nın 481. maddesine göre yapıldığı yıl piyasa fiyatlarına göre hesaplattırılıp kanıtlanacak ödemelerin mahsubu ile sonucuna göre karar verilmesi gerekirken eksik inceleme ve Konya 2. Asliye Ticaret Mahkemesi’nin 2016/248 Esas sayılı dosyasındaki dava konusu işin, davalı kooperatif yetkililerinin yemin beyanlarında dahi başka bir sözleşmeye ilişkin olduğu belirtilmesine rağmen savunma dışına çıkılarak borcun yenilendiğinden bahisle davanın reddine karar verilmesi doğru olmamış, kararın bu nedenlerle bozulması gerekmiştir. SONUÇ: Yukarıda açıklanan nedenlerle kararın temyiz eden davacı yararına BOZULMASINA, 2.037,00 TL duruşma vekâlet ücretinin davalıdan alınarak Yargıtay’daki duruşmada vekille temsil olunan davacıya verilmesine, 5766 sayılı Kanun’un 11. maddesi ile yapılan değişiklik gereğince Harçlar Kanunu 42/2-d maddesi uyarınca alınması gereken 218,50 TL Yargıtay başvurma harcının temyiz eden davacıdan alınmasına, ödediği temyiz peşin harcının istek halinde temyiz eden davacıya iadesine, karara karşı tebliğ tarihinden itibaren 15 gün içinde karar düzeltme isteminde bulunulabileceğine 13.06.2019 gününde oybirliğiyle karar verildi.
2010/12 SAYILI GENELGE – (Üst hakkı) T.C. BAYINDIRLIK VE İSKANBAKANLIĞI Tapu ve Kadastro Genel Müdürlüğü Tasarruf İşlemleri Dairesi Başkanlığı Sayı :B.09.1.TKG0100001–073/1705 (15.06.2010) Konu: Üst Hakkı. GENELGE NO: 2010/12 4721 sayılı Türk Medeni Kanununun 704, 826 ila 836 ve998. maddeleriyle, Tapu Sicil Tüzüğünün 10. maddesindeki belirtilen bağımsız ve sürekli nitelikteki üst hakkının kuruluşu, tescili, üzerinde ipotek tesisi ve terkini konuları aşağıda açıklanmıştır. ÜST HAKKI 4721 sayılı Türk Medeni Kanununun, bağımsız ve sürekli (müstakil ve daimi) niteliğe haiz bulundukları takdirde taşınmaz olarak saydığı (T.M. K. madde 704, 826 ila 836 ve 998) ve tapu sicilinde ayrı bir sahifeye kaydını öngördüğü üst hakkı, mülkiyeti başkasına ait bulunan bir arazinin üstünde veya altında yapı yapmak veya mevcut yapıyı muhafaza etmek yetkisi veren bir irtifak hakkıdır. A – TESİSİ 4721 sayılı Türk Medeni Kanununun 826.maddesi ve Tapu Sicil Tüzüğünün 10. maddesi gereğince, en az 30, en fazla 100yıl süreli olan ve tasarrufları kısıtlamayan veya izne tabi kılmayan bağımsız ve sürekli irtifak hakları, tapu kütüğünün ayrı bir sayfasına taşınmaz olarak tescil edilir. Tapu kütüğüne taşınmaz olarak tescil edilen bağımsız ve sürekli hakların, üçüncü kişilere devir olunabileceği, mirasçılara geçebileceği ve bunlar üzerinde her türlü ayni ve kişisel hakkın kurulabileceği açıklanmıştır. Diğer taraftan, 30 yıldan az süreli üst hakkının, bağımsız ve sürekli hak olarak ayrı bir kütük sahifesine tescili mümkün olmadığı gibi 30 yıl ve daha fazla süreli olmasına rağmen üst hakkının tesisi sırasında, üçüncü şahıslara devredilemeyeceğine, mirasçılara intikal etmeyeceğine ve ayni hak tesis edilemeyeceğine ve bu tür tasarrufların izin alınmak suretiyle yapılabileceğine yönelik kısıtlamalar getirilmesi halinde(Kamu kuruluşlarınca getirilmek istenilen kısıtlamalar dahil) üst hakkı artık bağımsız bir nitelik kazanamayacağından, bu tür hak tesisi taleplerinin sadece taşınmaz tapu kütüğü sahifesinin “İrtifak Hakları ve Gayrimenkul Mükellefiyetleri” sütununda irtifak hakkı şeklinde tescil edilmek suretiyle karşılanması gerekmektedir. Ayrıca, aynı Kanununun 836. maddesi,“Üst hakkı, bağımsız bir hak olarak en çok yüz yıl için kurulabilir. Üst hakkı,süresinin dörtte üçü dolduktan sonra, kurulması için öngörülen şekle uyularak her zaman en çok yüz yıllık yeni bir süre için uzatılabilir. Bu konuda önceden yapılan taahhüt bağlayıcı değildir.”hükmündedir. Bu durumda, Kanun hükmü gereği, üst hakkı süresinin dörtte üçü dolduktan sonra, kurulması için öngörülen şekle uyularak her zaman en çok yüz yıllık yeni bir süre için uzatılabileceğinden, önceki üst hakkına atıfta bulunarak resmi senet düzenlenmek suretiyle üst hakkının süresinin uzatılması mümkündür. B – RESMİ SENET TANZİMİ 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun “İçerik ve Kapsam” başlıklı 827. maddesi“Üst hakkının içerik ve kapsamıyla ilgili olarak resmi senette yer alan, özellikle yapının konumuna, şekline, niteliğine,boyutlarına, özgülenme amacına ve üzerinde yapı bulunmayan alandan faydalanmaya ilişkin sözleşme kayıtları herkes için bağlayıcıdır.”hükmündedir. Buna göre; üst hakkı kurulmasına yönelik düzenlenen resmi senette özellikle yapının konumuna, şekline, niteliğine, boyutlarına, özgülenme amacına ve üzerinde yapı bulunmayan alandan faydalanmaya ilişkin şartlar, üst hakkı tesis bedeli, üst hakkının sona erme halleri, kanuni ipotek ve istenmesi halinde tazminat vb. şartların Türk Medeni Kanunu kapsamında açıklanması gerekmektedir. C – ÜST HAKKITESİSİNDEN SONRA GELEN TAKYİDATLAR Üst hakkının tesis ve tescilinden sonra dayanak sözleşmede belirtilen hakların kullanımı mümkün hale gelmektedir. Üst hakkı tesisinden sonra konulan yasaklayıcı ve kısıtlayıcı şerhlere (Tedbir, Kamu alacağı, Haciz vs.) karşı yazılan cevabi yazılarda, taşınmazın “üst hakkı olması nedeniyle tesisinde kullanılan sözleşme koşullarına bağlı olduğunun” belirtilmesi gerekir. D – TESCİL ŞEKLİ Yukarıda açıklandığı üzere bağımsız ve sürekli nitelikte olan üst hakkının bir taşınmaz mal olarak ayrı bir tapu kütük sayfasına tescil edilebilmesi için en az30, en fazla 100 yıl müddetle tesis edilmiş bulunması ve devir–temlik ile ayni hak tesisi konusunda herhangi bir kısıtlılık getirilmemiş olması gerekmektedir. Bağımsız ve sürekli nitelikli üst hakkı sahibinin ayrı bir sahifeye tesciline ilişkin talebini kapsar şekilde düzenlenmiş resmi senetten sonra; Yüklü (ana) taşınmaz malın tapu kütük sahifesinin “İrtifak Hakları ve Gayrimenkul Mükellefiyetleri” sütununda, “M: Bağımsız ve sürekli nitelikte olan,üst hakkı ……. lehine ……. yıl müddetle ……. nolu sahifede tescil edilmiştir. Tarih ….. Yev …..” şeklinde tescil ve kararlaştırılmış olması halinde, tapu kütüğünün beyanlar hanesinde “……. TL.lık tazminat karşılığında üst hakkı sahibinin kanuni ipotek hakkı vardır. ….. Tarih …… Yev.” şeklinde belirtme yapılacaktır. Yüklü (ana) taşınmaz malın tapu kütüğü sayfasında “bağımsız ve sürekli nitelik” ile ilgili tescil ve belirtme işlemleri yapıldıktan sonra, ilgili tapu kütüğünün en son sayfasına üst hakkı aşağıda belirtilen şekilde tescil edilecektir. a – Tapu kütüğünün sahife no sütunundaki sahife numarasının altına; “….. sahifedeki taşınmaza ait bağımsız ve sürekli üst hakkı” b – Yüzölçümü sütununa; Yüklü (ana)taşınmazın tamamı üzerinde üst hakkı tesis edilmiş ise “üst hakkı” bir kısmı üzerinde tesis edilmiş ise üst hakkı tesis edilen miktar yazılacak. c – Taşınmazın niteliği sütununa; “….. yıl süre ile …… nolu sahifedeki …..ada ….. parsel üzerinde üst hakkı” d – Mülkiyet bölümünün edinme sebebi sütununa; “Üst Hakkı” e – Beyanlar hanesine (tesis için düzenlenen resmi senette belirlenmiş ise); “Üst hakkı karşılığı olarak irad tarzında borçlanılan edaların azami üç yıllık miktarı için bu malikin kanuni ipotek hakkı vardır.Tarih….Yev….”, “- ……..TL’lık tazminat karşılığında yüklü (ana) taşınmaz üzerinde üst hakkı sahibinin kanuni ipotek hakkı vardır.Tarih….Yev….”, şeklinde yapılacak ve tapu kütüğü sayfaları arasında irtibat kurularak tescil işlemi tamamlanacaktır. Ayrıca, üst hakkının bulunduğu tapu kütüğü sahifesinin; pafta, ada, parsel numaraları ile semti, mahallesi, köyü, mevkii ve sokağı sütunları yüklü (ana) taşınmaz malın tapu kütüğü sahifesine uygun olarak yazılacaktır. E – ÜST HAKKININTERKİNİ 4721 sayılı Türk Medeni Kanununun 828.maddesi gereğince, üst hakkı süresinin sona ermesi ile, mevcut yapıların taşınmazın bütünleyici parçası olacağı ve malikine kalacağı, üst hakkı tapu kütüğüne bir taşınmaz olarak kaydedilmiş ise, sürenin sonunda bu sahifenin kapatılacağı, böylece üzerinde mevcut bulunan rehin hakları ile diğer bütün hak, kısıtlama ve yükümlülüklerin sona ereceği ancak, bedele ilişkin hükümlerin saklı kalacağı belirtilmiş ve aynı Kanun’un 829. maddesinde, üst hakkının sona ermesinde tapu malikine kalan yapılar için ödenmesi gereken bir bedel kararlaştırılmış ise bu bedel üst hakkı rehin alacaklılarının henüz ödenmemiş alacaklarının güvencesini oluşturur, rızaları olmadan üst hakkı sahibine ödenemez ve kararlaştırılan bedel kendilerine ödenmez veya güvence altına alınmazsa terkin edilen üst hakkı sahipleri veya bu hak kendilerine rehn edilen ipotek alacaklıları üst hakkının sona ermesinden itibaren 3 ay içerisinde lehlerine ipotek tesisi isteyebilirler. Buna göre, üst hakkı ile yüklü taşınmaz mal malikinin, üst hakkının süresinin bitimi nedeniyle terkin talebinde bulunması halinde; öncelikle, üst hakkı tesisine ilişkin resmi senedin, üst hakkının sona ermesi ve terkini hakkındaki şartları incelenerek, aksine bir hüküm ve başkaca bir sakıncası yok ise üst hakkının bulunduğu tapu kütüğü sahifesinin usulünce kapatılarak terkin talebinin karşılanması ve sonucundan T.M.K. 1019. maddesi uyarınca üst hakkı sahibi ile diğer aynî ve kişisel hak sahiplerine duyuruda bulunulması gerekmektedir. F – SÜRE BİTİMİNDEN ÖNCE ÜST HAKKININ DEVRİ 4721 sayılı Türk Medeni Kanununun 831.maddesi,“Üst hakkı sahibi, bu haktan doğan yetkilerinin sınırını ağır şekilde aşar veya sözleşmeden doğan yükümlülüklerine önemli ölçüde aykırı davranırsa; malik, üst hakkının ona bağlı bütün hak ve yükümlülükleri ile birlikte süresinden önce kendisine devrini isteyebilir.”hükmündedir. Anılan Kanun hükmü gereği, tarafların süresinden önce yukarıdaki gerekçeyi ileri sürerek üst hakkının malike devri konusunda talep de bulunmaları halinde, tapu sicil müdürlüğünde resmi senet düzenlenecek ve resmi senette, malikin, üst hakkı ile bu hakka dayalı hak ve yükümlülükleri bütün hukuki sonuçları ile birlikte devraldığı belirtilecek ve bu resmi senede göre gerekli terkin işlemi yapılacaktır. Ancak, süresi bitmeden tapu malikine devredilen üst hakkı üzerinde, herhangi bir takyidatın (haciz, ipotek v.s.)bulunmaması veya hak sahiplerinin konuya ilişkin yazılı muvafakati gerekir. Diğer taraftan, Kanun hükmü gereği taraflar anlaşamaz veya hak sahipleri muvafakat vermez ise, üst hakkının yargı yolu ile terkin edilmesi gerekmektedir. G – ÜST HAKKININ DEVİR-TEMLİKİ Bağımsız ve Sürekli niteliğe haiz üst hakkı, taşınmaz olarak sayıldığı ve ayrı bir sahifeye tescil edildiğinden bunların devir-temliki, mirasçılara intikali ve üzerinde her türlü ayni veya kişisel hak tesisi mümkün olduğu gibi kat irtifakı veya kat mülkiyeti ve yeni bir üst hakkı tesisi de mümkündür. Bilgilerinize ve bu hususun tüm birimlere duyurulmasının teminini rica ederim.
(Kapatılan)14. Hukuk Dairesi 2012/11290 E. , 2012/13299 K. “İçtihat Metni” MAHKEMESİ :Asliye Hukuk Mahkemesi Davacı vekili tarafından, davalılar aleyhine 07.03.2006 gününde verilen dilekçe ile üst hakkının ve ipoteğin terkini istenmesi üzerine yapılan duruşma sonunda; davanın kabulüne dair verilen 31.12.2009 günlü hükmün Yargıtayca incelenmesi davalı vekili tarafından istenilmekle süresinde olduğu anlaşılan temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra dosya ve içerisindeki bütün kağıtlar incelenerek gereği düşünüldü: _K A R A R_ Davacı, 1524 parsel sayılı taşınmaz üzerine davalı şirket lehine 26.10.1994 tarihinde 49 yıl süre ile üst hakkı irtifakı tesis edildiğini ve bu irtifak hakkı üzerinde diğer davalı … yararına da ipotek tesis edildiğini, 1999, 2000 ve 2001 yıllarına ait üst hakkı irtifak bedelinin ödenmemesi ve inşaatın süresinde bitirilmemesi nedeni ile davalı şirkete verilen iznin 24.06.2002 tarihinde kaldırıldığını ileri sürerek üst hakkı irtifakının ve ipoteğin terkinini talep etmiştir. Davalı, davanın reddini savunmuştur. Mahkemece,davanın kabulüne karar verilmiştir. Hükmü, davalı temyiz etmiştir. Dava, üst hakkı irtifakının ve üst hakkı irtifakı üzerinde diğer davalı … yararına tesis edilen ipoteğin terkini istemine ilişkindir. Bilindiği üzere üst hakkı, başkasının taşınmazı üstünde veya altında inşaat yapma veya önceden yapılmış bir inşaatı koruma yetkisi sağlayan ve inşaat üzerinde irtifak hakkı sahibine mülkiyet hakkı kazandıran bir irtifak hakkıdır. Üst hakkına ilişkin hükümlerin Türk Medeni Kanununun 726. ve 826-836. maddelerinde düzenlendiği görülmektedir. Üst hakkı olarak tanımlanan bu hakkın, bağımsız ve sürekli nitelikte ise hak sahibinin istemi üzerine tapu kütüğüne “taşınmaz” olarak kaydı Türk Medeni Kanununun 826. maddesinin 3.fıkrası hükmü uyarınca mümkündür. En az otuz yıl için kurulan üst hakları sürekli nitelikte kabul edilir. Üst hakkını bağımsız kabul edebilmek için de başkasına devrinin taraflarca kısıtlanmamış olması gerekir Kural olarak üst hakkı tesisi, önce tarafların üst hakkı kurulması konusunda yazılı veya sözlü anlaşmış olmaları, ilgili tapu siciline giderek iradelerini resmi senet düzenlemeye yetkili olan memur huzurunda açıklayıp üst hakkı kuruluş senedi yapmaları, sonra da resmi memurdan üst hakkının bir irtifak hakkı olarak taşınmaz kaydına şerh edilmesi veya tescilini istemeleri suretiyle olur. Türk Medeni Kanununun 827. maddesinde üst hakkı tesisinde resmi senet aranacağı hükme bağlandığından, üst hakkının ancak yukarıda açıklanan yöntemle resmi senetle kurulmasının mümkün bulunduğu duraksamasız kabul edilmelidir. Resmi senetten maksat ise, resmi bir memur tarafından hazırlanarak taraflar huzurunda imzalanan ve resmi memurca mühür ve imza ile onaylanan sözleşmedir. Bu genel açıklamalardan sonra somut olaya gelince; dava konusu 1524 parsel sayılı taşınmaz üzerine davalı lehine inşaat hakkı tesis edilmiştir. Resmi senet içeriğine dahil edilen ve irtifak hakkının içeriğini ortaya koyan 26.10.1994 tarihli taahhüt senedine göre taşınmaz üzerine 224 yataklı 2. sınıf tatil köyü ve yan tesisleri yapılarak işletmeye açılacaktır.Bu durumda tesis edilen irtifak hakkının Türk Medeni Kanununun 827. maddesinde düzenlenen üst hakkı olduğu kuşkusuzdur. Üst hakkı Türk Medeni Kanununun taşınmaz mülkiyetinin kısıtlamaları bölümünde 726. maddede düzenlendiği gibi ayrıca irtifak hakları bölümünde de 826 ve devamı maddelerde düzenlenmiştir. Anılan bu maddelere göre, üst hakkı başkasına ait bir arazinin altında veya üstünde sürekli kalmak üzere inşa edilen yapıların mülkiyetinin yapı sahibine ait olmasını sağlayan bir irtifak hakkı sözleşmesidir. Yasanın 827. maddesi hükmü gereğince bu sözleşme ancak, arazi maliki ile yapı maliki arasında resmi memur olan Tapu Sicil Müdürü önünde düzenlenir ve sözleşme içeriği de herkes için bağlayıcıdır. Somut olayda; davacı üst hakkının içeriğini ve koşullarını belirleyen resmi senede göre davalının sözleşmeden kaynaklanan edimlerini yerine getirmediğini, bu nedenle iznin kaldırıldığını ileri sürerek terkin istemektedir. Gerçekten de, … Bakanlığı’nın 24.06.2002 gün ve 475 sayılı kararı ile üst irtifak hakkı iptal edilmiştir. Davalı temyiz dilekçesi ile bu işlemin iptalini idari yargı önüne taşıdığını ileri sürmüştür. İdare mahkemesince verilecek karar eldeki davanın sonucunu da etkileyeceğinden, idare mahkemesinde görülen dava bekletici mesele kabul edilerek sonucuna göre bir karar verilmesi gerekirken yazılı şekilde hüküm kurulması doğru görülmemiş, bu sebeple kararın bozulması gerektirmiştir. SONUÇ: Yukarıda açıklanan nedenlerle temyiz itirazlarının kabulü ile hükmün BOZULMASINA, peşin harcın istek halinde yatırana iadesine 19.11.2012 tarihinde oybirliği ile karar verildi.
14. Hukuk Dairesi 2014/13869 E. , 2014/14889 K. “İçtihat Metni” MAHKEMESİ : İstanbul Anadolu 18. Asliye Hukuk Mahkemesi TARİHİ : 02/09/2014 NUMARASI : 2014/323-2014/234 Davacı vekili tarafından, davalı aleyhine 25.08.2014 gününde verilen dilekçe ile üst hakkının kurulması istenmesi üzerine yapılan duruşma sonunda; yargı yolu nedeniyle davanın reddine dair verilen 02.09.2014 günlü hükmün Yargıtayca incelenmesi davacı vekili tarafından istenilmekle süresinde olduğu anlaşılan temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra dosya ve içerisindeki bütün kağıtlar incelenerek gereği düşünüldü: K A R A R Davacı, davalı ile düzenlenen ön izin sözleşmesindeki edimlerini yerine getirdiğinden sözleşmenin 6. maddesi uyarınca .. parsel sayılı taşınmazda üst hakkının kurulması gerektiğini ileri sürerek, üst hakkının kurularak taşınmaza şerh verilmesini istemiştir. Mahkemece, idari yargının görevli olduğu gerekçesiyle yargı yolu nedeniyle davanın reddine karar verilmiştir. Hükmü, davacı vekili temyiz etmiştir. Dava, üst hakkı irtifakı kurulması isteğine ilişkindir. Bilindiği üzere üst hakkı, başkasının taşınmazı üstünde veya altında inşaat yapma veya önceden yapılmış bir inşaatı koruma yetkisi sağlayan ve inşaat üzerinde irtifak hakkı sahibine mülkiyet hakkı kazandıran bir irtifak hakkıdır. Üst hakkına ilişkin hükümlerin Türk Medeni Kanununun 726. ve 826 ila 836. maddelerinde düzenlendiği görülmektedir. Üst hakkı olarak tanımlanan bu hakkın, bağımsız ve sürekli nitelikte ise hak sahibinin istemi üzerine tapu kütüğüne “taşınmaz” olarak kaydı mümkündür. ( TMK m. 826/3) En az otuz yıl için kurulan üst hakları sürekli nitelikte kabul edilir. Üst hakkını bağımsız kabul edebilmek için de başkasına devrinin taraflarca kısıtlanmamış olması gerekir. Kural olarak üst hakkı tesisi, önce tarafların üst hakkı kurulması konusunda yazılı veya sözlü anlaşmış olmaları, ilgili tapu siciline giderek iradelerini resmi senet düzenlemeye yetkili olan memur huzurunda açıklayıp üst hakkı kuruluş senedi yapmaları, sonra da resmi memurdan üst hakkının bir irtifak hakkı olarak taşınmaz kaydına şerh edilmesi veya tescilini istemeleri suretiyle olur. Şayet taraflar arasında üst hakkı tesisini amaçlayan irade birliği yoksa ve eğer bina sahibi başkasının taşınmazına rızaya dayanmadan bir yapı yapmışsa bu “haksız inşaat” olacak ve kayıt maliki Türk Medeni Kanununun 683. maddesinden yararlanarak haksız elatmanın önlenmesini dava edebilecektir. Türk Medeni Kanununun 827. maddesinde üst hakkı tesisinde resmi senet aranacağı hükme bağlandığından, üst hakkının ancak yukarıda açıklanan yöntemle resmi senetle kurulmasının mümkün bulunduğu duraksamasız kabul edilmelidir. Resmi senetten maksat ise, resmi bir memur tarafından hazırlanarak taraflar huzurunda imzalanan ve resmi memurca mühür ve imza ile onaylanan sözleşmedir. Somut uyuşmazlıkta,..ve..parsel sayılı taşınmazların birleştirilmesiyle oluşan davalı adına kayıtlı ..parsel sayılı taşınmazda üst hakkı kurulması istenmiştir. Davacının bu isteminin dayanağı, taraflar arasında İstanbul 18. Noterliği’nde 31.01.2007 günü düzenlenen üst hakkı ön izin sözleşmesinin 6. maddesidir. Öncelikle, üst hakkının kurulabilmesi için taraflar arasında bir sözleşme bulunmalıdır. Bu sözleşmeye dayanarak TMK’nın 827. maddesi gereği tapu siciline giderek iradelerini resmi senet düzenlemeye yetkili olan memur huzurunda açıklayıp üst hakkı kuruluş senedi yapmaları, sonra da resmi memurdan üst hakkının bir irtifak hakkı olarak taşınmaz kaydına şerh edilmesi veya tescilini istemeleri gerekir. Somut olayda, davacı taraflar arasındaki geçerliliğini kaybettiği iddia edilmeyen bir sözleşmeye dayanarak istemde bulunmuştur. Resmi Gazetenin 21.01.1991 günlü 20762 sayısında yayınlanan Uyuşmazlık Mahkemesi’nin 1990/36-36 sayılı kararında da açıklandığı üzere tapu kayıtları üzerinde tescil, terkin ve tashih gibi işlemlere ilişkin davaların çözümünde adli yargı görevidir. Bu nedenle, çekişmenin esası incelenerek sonucuna göre bir karar verilmesi gerekir. Uyuşmazlık taşınmaz aynına ilişkin olduğundan mahkemece işin esasının incelenmesi gerekirken davanın idari yargının görevli olduğu gerekçesiyle yargı yolu bakımından reddine karar verilmesi doğru görülmemiş, bu nedenle kararın bozulması gerekmiştir. SONUÇ: Yukarıda açıklanan nedenle davalı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile hüküm BOZULMASINA, bozma nedenine göre sair hususların incelenmesine yer olmadığına, peşin yatırılan harcın istek halinde yatırana iadesine, işbu kararın tebliğinden itibaren 15 gün içinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere, 26.12.2014 tarihinde oybirliği ile karar verildi.
14. Hukuk Dairesi 2020/4384 E. , 2021/86 K. “İçtihat Metni” MAHKEMESİ :Asliye Hukuk Mahkemesi Taraflar arasındaki önalım hakkından kaynaklanan tapu iptali ve tescil davasından dolayı mahal mahkemesinden verilen yukarıda gün ve sayısı yazılı hükmün; Dairemizin 30/05/2019 gün ve 2016/6517 Esas, 2019/4971 Karar sayılı ilamı ile düzeltilerek onanmasına karar verilmişti. Süresi içinde davalı … vekili ve davalı … vekili tarafından kararın düzeltilmesi istenilmiş olmakla, dosya içerisindeki bütün evrak incelenerek gereği düşünüldü: K A R A R Dava, önalım hakkına dayalı tapu iptali ve tescil istemine ilişkindir. Davacı vekili, müvekkilinin paydaşı olduğu 2197 parsel sayılı taşınmazdan davalıların 22.04.2013 tarihli, 8043 yevmiyeli resmi senetle pay satın aldığını, müvekkiline herhangi bir bildirimde bulunulmadığını ileri sürerek önalım hakkı nedeniyle davalılar adına olan tapu kaydının iptaliyle davacı adına tesciline karar verilmesini talep ve dava etmiştir. Davalılar vekilleri, taşınmazın satış bedelinin resmi senette gösterilenden daha yüksek olduğunu, resmi satış sözleşmesinde yapılan hatanın önalım davası açılmadan önce vergi dairesine başvurularak düzeltildiğini önalım davasının reddini savunmuşlardır. Mahkemece, “açılan davanın kabulüne, … ili, … ilçesi, … Mahallesinde kain 2197 parsel sayılı taşınmazda davalılar adına olan tapusunun iptali ile davacı adına tesciline…” karar verilmiştir. Hükmün, davalı … vekili ve davalı … vekilince temyizi üzerine hükmün, Dairemizin 30.05.2019 tarih 2016/6517 Esas, 2019/4971 Karar sayılı ilamı ile düzeltilerek onanmasına karar verilmiştir. Davalı … vekili ve davalı … vekili, karar düzeltme isteminde bulunmuşlardır. Dairemizce davalı … vekilinin temyiz talepleri incelenmeden, davalı … vekilinin temyiz talepleri nazara alınarak kararın düzeltilerek onandığı anlaşıldığından davalı … vekilinin karar düzeltme isteminin kabulü ile; Dairemizin maddi hataya dayalı 30.05.2019 tarih 2016/6517 Esas, 2019/4971 Karar sayılı onama ilamının kaldırılmasına karar verildi. Yeniden yapılan incelemede; 1- Savunma hakkı Anayasanın 36. maddesinde güvence altına alındığı gibi, karar tarihinde yürürlükte bulunan HMK.nun 27. maddesi hükmüne göre de, davanın tarafları, müdahiller ve yargılamanın diğer ilgilileri, kendi hakları ile bağlantılı olarak hukuki dinlenilme hakkına sahip olup, başka bir anlatımla, davalıya savunma hakkını kullanma olanağı verilmeden hüküm kurulamaz. HMK.’nın 320/1. maddesinde “mahkeme mümkün olan hallerde tarafları duruşmaya davet etmeden dosya üzerinden karar vereceği” belirtilmişse de bunun ancak ön inceleme aşamasında ve “mümkün olan hallerde” olduğu belirtilmek suretiyle yasanın uygulama alanı dar bir çerçeve ile belirlenmiştir. HMK’nın 27. maddesinde belirtildiği üzere davanın taraflarının, kendi hakları ile bağlantılı olarak hukuki dinlenilme hakları mevcut olup, bu hak çerçevesinde tarafların açıklama ve ispat hakkını kullanabilmeleri gerekmektedir. Hukuki dinlenilme hakkının usul hukukundaki bir diğer yansıması ise, HMK madde 297/ 1-c bendinde yer almış olup buna göre, mahkemelerin gerekçeli kararlarında, tarafların iddia ve savunmalarının özeti, anlaştıkları ve anlaşamadıkları hususlar, çekişmeli vakıalar hakkında toplanan deliller, delillerin tartışılması ve değerlendirilmesi ile sabit görülen vakıalarla bunlardan çıkarılan sonuç ve hukuki sebeplerin belirtilmesi gerektiği vurgulanmaktadır. Mahkemece 24.11.2015 günlü duruşmada verilen ara kararı gereğince bir sonraki duruşma 21.01.2016 günü saat 11:00’e bırakılmış duruşma saati beklenmeksizin aynı gün saat 10:49’da duruşma yapılarak davalı …’un yokluğunda karar verilmiştir. Davanın taraflarına, bildirilen duruşma saatinden önce celse açılarak savunma hakkını ihlal edecek şekilde karar verilmesi doğru görülmemiş, bu sebeple hükmün bozulması gerekmiştir. 2- Kanuni önalım hakkının, başlıca iki amacının olduğundan sözedilebilinir, Birincisi, paydaşlar arasına istenmeyen kişilerin girmesini önlemek; diğeri ise, paydaş sayısını azaltmak ve paylı mülkiyetin ortadan kalkmasını kolaylaştırmaktır. Kanuni önalım hakkı, paylı mülkiyet ilişkisinin kurulduğu anda doğar ve mülkiyet ilişkisi devam ettiği müddetçe varlığını sürdürür; paydaşlardan birinin, payını üçüncü bir kişiye satması durumunda, önalım hakkı kullanılabilir hale gelir. Türk Medeni Kanununun 733. maddesi uyarınca, pay satışının önalım hakkı sahibine bildirilmesinden itibaren üç ay içinde ve her halde satışın üzerinden iki yıl içinde, dava açılmak suretiyle kullanılması ve bu beyanın muhatabına ulaşması ile birlikte, önalım hakkı sahibi ile alıcı arasında yeni bir satış ilişkisi doğar. 4721 sayılı Türk Medenî Kanununun 2. maddesinde; herkesin haklarını kullanırken ve borçlarını yerine getirirken dürüstlük kurallarına uyması zorunluluğu getirilmiş, uyulmamasının yaptırımı olarak da hakkın kötüye kullanılmasının hukuk düzeni tarafından korunmayacağı belirtilmiştir. Paylı mülkiyet ilişkisine tâbî bir taşınmazda, fiili taksimin mevcut olması durumunda yasal önalım hakkının kullanılmasını açıkça engelleyen bir düzenleme bulunmamasına rağmen, Yargıtay 6. Hukuk Dairesinin ve Dairemizin istikrar bulmuş kararlarında; önalım davasına konu payın ilişkin bulunduğu taşınmaz paydaşlarca özel olarak kendi aralarında taksim edilip her bir paydaş belirli bir kısmı kullanırken, bunlardan biri kendisinin kullandığı yeri ve bu yere tekabül eden payı bir üçüncü şahsa satarsa, satış sırasında bu yerde hak iddia etmeyen davacının tapuda yapılan satış nedeniyle önalım hakkını kullanmasının, 4721 sayılı TMK’nin 2. maddesinde yer alan dürüstlük kuralı ile bağdaşmayacağı; kötüniyet iddiasının, 14.02.1951 gün ve 17/1 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı uyarınca davanın her aşamasında ileri sürülebileceği ve hatta mahkemece de kendiliğinden nazara alınması gerektiği kabul edilmektedir. Dava konusu olaya gelince; resmi satış sözleşmesine göre, davalılar dava konusu taşınmazlardaki payları 22.04.2013 tarihinde 50.000,00’er TL’ye satın almış; davalılar tarafından dosyaya ibraz edilen Hisar Vergi Dairesinin 06.05.2013 tarihli, Koşuyolu Mevki 2197 parseller için ek harç açıklamalı, 1.606,00 TL miktarlı vergi dairesi alındılarına göre, davalıların gerçek değer olarak ifade ettiği miktar üzerinden harcı tamamladıkları anlaşılmıştır. Bu düzeltme işlemi, önalım davasının açıldığı 08.04.2015 tarihinden önce tamamlanmıştır. Davalılar, satış sözleşmesinde yer alan ve satış bedelinden kaynaklanan hatayı dava açılmadan önce yetkili merciye başvurmak suretiyle düzelttirmişlerdir. Buradaki mesele; davalıların, dava açılmadan önce resmi olarak düzenlenen sözleşmedeki herhangi bir hatayı düzelttirme hak ve yetkilerinin bulunup, bulunmadığı; eğer düzeltme yapılmış ise bu düzeltmenin sözleşme dışındaki üçüncü kişilere etki edip etmeyeceğidir. Taşınmaz mal mülkiyetinin kanundan kaynaklanan daraltımlarından biri olan önalım hakkıyla ilgili yorumların ve değerlendirmelerin, mülkiyet hakkının özüne zarar verecek şekilde önalım hakkı sahibi lehine genişletilmesi doğru değildir. Bu nedenle, dava açılmadan önce gerçekleşen satış ve düzeltme işlemlerinin, bir bütün halinde ve hepsine eşit değer vererek mevcut durumun değerlendirilmesi gerekir. Önalım davasına konu satış sözleşmesine ve buradaki bilgilere dayanarak talepte bulunan davacının, dava açılmadan önce bu sözleşmedeki bir hatanın düzeltilmesine yönelik davalıların işlemini kabul etmemesi 4721 sayılı Kanunun 2. maddesinde yer alan dürüstlük kuralı ile bağdaşmaz. Davanın her davalı payı için 127.900,00’er TL satış bedeli üzerinden kabulü gerekirken, 50.000,00’er TL üzerinden kabulü hukuka uygun değildir. Davalılar vekillerinin karar düzeltme istemi açıklanan nedenle yerinde olduğundan hükmün yazılan gerekçe ile bozulması gerekmiştir. SONUÇ: Yukarıda açıklanan nedenlerle Dairemizin 30.05.2019 tarih 2016/6517 Esas, 2019/4971 Karar sayılı ilamının KALDIRILMASINA, hükmün BOZULMASINA, peşin alınan karar düzeltme harcının yatıranlara iadesine, 19.01.2021 tarihinde oy birliği ile karar verildi.
Hukuk Genel Kurulu 2017/1658 E. , 2017/1464 K. “İçtihat Metni” MAHKEMESİ :Ticaret Mahkemesi Taraflar arasındaki “sözleşmenin uyarlanması” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda Ankara 1. Asliye Ticaret Mahkemesince göreve ilişkin dava şartı noksanlığı nedeniyle davanın usulden reddine dair verilen 15.05.2014 gün ve 2014/368 E., 2014/350 K. sayılı kararın temyizen incelenmesi davacı vekili ile davalılardan … tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 19. Hukuk Dairesinin 13.01.2015 gün ve 2014/14963 E., 2015/152 K. sayılı kararı ile: “…Davacı vekili, müvekkilinin akaryakıt dağıtıcı lisansı sahibi şirket olup, davalıların 1581 Sayılı Tarım Kredi Kooperatifleri ve Birlikleri Kanunu’na göre kurulmuş özel hukuk hükümlerine tabi kooperatiflerden müteşekkil, kooperatif bölge birlikleri olduğunu, müvekkili ile davalılar arasında yapılan ve halen yürürlükte bulunan bayilik sözleşmeleri devam ederken, EPDK’nın 21.03.2014 tarihinde yürürlüğe giren 4927 sayılı Kurul kararı ile herhangi bir somut gerekçe göstermeden ve yalnızca “Petrol Piyasası Kanunu’nun 10.maddesi uyarınca” demek suretiyle, iki ay süre ile “rafineri çıkış fiyatı”, “akaryakıt dağıtım tavan fiyatı” ve “bayi tavan fiyatı” belirleme esaslarını uygulamaya koyduğunu, müvekkilinin davalılarla yaptığı bayilik sözleşmeleri sebebi ile ortalama 32 TL/m3 kar ederken, kurul kararının yürürlüğe girdiği tarihinden itibaren ortalama 107 TL/m3 zarar eder hale geldiğini belirterek, bayilik sözleşmeleri kapsamındaki “motorin” alımlarına münhasır olarak davalı kooperatif birlikleri ile yapılmış bulunan bayilik sözleşmelerinin 21.03.2014 tarihinden geçerli olmak üzere gözden geçirilerek, BK’nun 138.maddesi gereğince sözleşmelerin feshine karar verilmesini talep ve dava etmiştir. Dosya üzerinden karar verildiğinden davalıların cevaplarının alınmadığı anlaşılmıştır. Mahkemece yapılan yargılama sonucunda, uyuşmazlığın taraflar arasında yapılan bayilik sözleşmesinin iptali talebinden ibaret olup, bir uyuşmazlığın ticari dava sayılması için TTK 4/1. maddeye göre her iki tarafın da tacir olması ve ticari işletmeleri ilgili hususlardan doğması gerektiği, TTK 4/2. maddesine göre ise tarafların tacir olup olmadıklarına bakılmaksızın “a-f” bentlerinde sayılan hususlardan doğan uyuşmazlıkların ticari dava sayıldığı, kooperatiflerin tacir sayılıp sayılmayacağı hususunun değerlendirilmesi gerekmekte olup, 6102 Sayılı TTK’nun 16 ve 124.maddesi gereğince kooperatifler ticaret şirketi olup, tacir olarak kabul edilmesi gerekir ise de Yargıtay uygulamasının aksi yönde olduğu (Yargıtay 15.Hukuk Dairesi 2014/483 E., 2014/844 K.sayılı ve 11.02.2014 tarihli kararı), davalıların tacir olmadığının dava dilekçesi içeriği ve tüm dosya kapsamı ile sabit olduğu, uyuşmazlığın TTK 4/2. md.de “a-f” bentlerindeki hususlara ilişkin de olmadığı, uyuşmazlığın ticari iş niteliğinde olmasının o uyuşmazlığın ticari dava olarak görülmesini gerektirmediği gerekçeleriyle davanın usulden reddine, kararın kesinleşmesinden sonra talep halinde dosyanın görevli nöbetçi Asliye Hukuk Mahkemesine gönderilmesine karar verilmiş, hüküm davacı vekili ve davalı … vekili tarafından temyiz edilmiştir. Davacı temyizi bakımından, tarafların davaya konu bayilik sözleşmelerinin ticari iş niteliğinde olduğu ve ticaret mahkemeleri tarafından bakılması gerektiği gözetilerek işin esasının incelenmesi gerekirken, davanın asliye hukuk mahkemesinde görülmesi gerektiği belirtilerek yazılı şekilde görevsizlik kararı verilmesi usul ve yasaya aykırıdır…” gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir. HUKUK GENEL KURULU KARARI Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kâğıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü: Dava, taraflar arasında düzenlenen akaryakıt bayilik sözleşmelerinin uyarlanması, bunun mümkün olmaması hâlinde ise feshi istemine ilişkindir. Davacı vekili, müvekkilinin akaryakıt dağıtıcı lisansı sahibi şirket, davalıların ise 1581 sayılı Tarım Kredi Kooperatifleri ve Birlikleri Kanunu’na göre kurulmuş kooperatif birlikleri olduğunu, davalıların üyelerine uygun koşullarda akaryakıt sağlamak istemesi üzerine davaya konu akaryakıt bayilik sözleşmelerinin yapıldığını, ancak sözleşmelerin devamı sırasında Enerji Piyasası Düzenleme Kurulunun 21.03.2014 tarihinde yürürlüğe giren kararı ile “rafineri çıkış fiyatı”, “akaryakıt dağıtım tavan fiyatı” ve “bayi tavan fiyatı” belirleme esaslarının uygulamaya konulduğunu, piyasaya müdahale niteliğindeki bu beklenmedik karar nedeniyle davalılarla uygulanan fiyatın maliyetlerin altına indiğini, davacı şirketin aylık ortalama 2.000.000,00 TL zarar eder hâle geldiğini, karşılıklı edimler arasındaki dengenin bozulduğunu ve bu durumun katlanılmaz bir hâl aldığını ileri sürerek, sözleşmelerin uyarlanmasına, bunun mümkün olmaması hâlinde ise feshine karar verilmesini talep ve dava etmiştir. Yerel mahkemece, 6102 sayılı Türk Ticaret Kanunu’nun 16 ve 124. maddeleri uyarınca kooperatifler ticaret şirketi olup tacir olarak kabul edilmesi gerekir ise de Yargıtay uygulamasının aksi yönde olduğu, davalılar tacir olmadığından davanın da nispi ticari dava olarak kabul edilemeyeceği, uyuşmazlığın ticari iş niteliğinde olmasının ise davanın ticari dava olarak görülmesini gerektirmediği, görevli mahkemenin asliye hukuk mahkemesi olduğu gerekçesiyle, göreve ilişkin dava şartı noksanlığı nedeniyle davanın usulden reddine karar verilmiştir. Davacı vekili ile davalılardan … vekilinin temyizi üzerine karar, Özel Dairece yukarıda başlık bölümünde yazılı gerekçe ile bozulmuştur. Mahkemece önceki gerekçelerle direnme kararı verilmiş, direnme kararını davacı vekili temyize getirmiştir. Direnme yoluyla Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık, yanlar arasındaki akaryakıt bayilik sözleşmelerinin uyarlanması, olmadığı takdirde feshine ilişkin davanın ticari dava niteliğinde olup olmadığı, burada varılacak sonuca göre görevli mahkemenin asliye hukuk mahkemesi mi, yoksa asliye ticaret mahkemesi mi olduğu noktasında toplanmaktadır. Bilindiği üzere, 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun (HMK) yürürlüğe girdiği 01.11.2011 tarihinden sonra 01.07.2012 tarihinde yürürlüğe giren 6102 sayılı Türk Ticaret Kanunu’nun (TTK) 5. maddesinde 6335 sayılı Kanun ile değişiklik yapılmış ve ticaret mahkemeleri ile asliye hukuk mahkemesi ve diğer hukuk mahkemeleri arasındaki ilişki iş bölümü ilişkisi olmaktan çıkarılıp görev ilişkisine dönüştürülmüştür. Görev kuralları kamu düzenine ilişkin olmasının yanında HMK’nın 114. maddesinde açıkça dava şartı olarak düzenlenmiş olduğundan, mahkemelerce ve temyiz incelemesi aşamasında Yargıtay’ca re’sen dikkate alınması gerekir. Bu kuralın tek istisnası, 6335 sayılı Kanunun 2. maddesi ile değişik 6102 sayılı TTK’nın 5/4. maddesinde düzenlenmiştir. Bu düzenlemeye göre yargı çevresinde ayrı bir asliye ticaret mahkemesi bulunmayan yerlerde, asliye hukuk mahkemelerine açılan davalarda görev kuralına dayanılmamış olması görevsizlik kararı verilmesini gerektirmez. Ticaret mahkemelerinin görevi TTK’nın 5. maddesinde düzenlenmiş ve maddenin 1. bendinde “Aksine hüküm bulunmadıkça, dava olunan şeyin değerine veya tutarına bakılmaksızın asliye ticaret mahkemesi tüm ticari davalar ile ticari nitelikteki çekişmesiz yargı işlerine bakmakla görevlidir.” denilmiştir. Bir davanın ticari dava olup olmadığı ise TTK’nın 4. maddesinde gösterilen ilkelere göre belirlenmekte olup, öğretide benimsenen görüşe göre de ticari davalar kendi aralarında mutlak ticari davalar ve nispi ticari davalar olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. Mutlak ticari davalar için tarafların sıfatlarına ve dava konusunun ticari işletme ile ilgili olup olmadığına bakılmazken, nispi ticari davalarda dava konusunun ticari işletme ile ilgili olup olmadığı kriter olarak kabul edilmiştir. Bu nedenle uyuşmazlığın çözümü için öncelikle “ticari işletme”, “ticari iş”, “tacir” ve “ticari dava” kavramları üzerinde kısaca durulmasında yarar vardır. Belirtmek gerekir ki 6102 sayılı Türk Ticaret Kanunu’nun hazırlanmasında esas itibariyle “ticari işletme” temelinden hareket edilmiş ve ticaret hukukunun önemli kurumları ticari işletme kavramı ile bağlantı kurularak tanımlanmıştır. Bu hususa TTK’nın 11. maddesinin gerekçesinde de değinilmiş ve “…ticari işletme kanunun temelidir; yani merkez kavramıdır; bu niteliği ile belirleyici, hatta tanımlayıcıdır…” denilmiştir. Ticari işletme, TTK’nın 11/1. maddesindeki tanıma göre; esnaf işletmesi için öngörülen sınırı aşan düzeyde gelir sağlamayı hedef tutan faaliyetlerin devamlı ve bağımsız şekilde yürütüldüğü işletmedir. Esnaf işletmesi ile ticari işletme arasındaki sınırın ise Bakanlar Kurulu tarafından çıkarılacak kararname ile belirleneceği hükme bağlanmıştır. Görüleceği üzere ticari işletmenin unsurları; esnaf işletmesi için öngörülen sınırın üzerinde bir gelir sağlamayı hedef tutan faaliyet, devamlılık ve bağımsızlık olarak düzenlenmiştir. Buradaki faaliyet iktisadi faaliyet olup, amacı gelir elde etmektir. Kanunda ticari işletme için herhangi bir miktarda gelir değil, esnaf işletmesi için öngörülen sınırı aşar düzeyde gelir sağlama amacı aranmıştır. TTK’nın 3. maddesinde “ticari iş” kavramı açıklanmış ve “Bu Kanunda düzenlenen hususlarla bir ticari işletmeyi ilgilendiren bütün işlem ve fiiller ticari işlerdendir.” denilmiştir. Bir işin ticari veya adi olması, farklı kuralların uygulanmasını gerektirir. Bir işin ticari olup olmadığını kanunda öngörülen kurallar uyarınca saptamak gerekir. Eğer iş ticari ise özel ticari kuralların uygulanması zorunlu olur. Ticari işletmeyi ilgilendiren bütün işler, yani, haklı veya haksız fiil yahut işletmeyi ilgilendiren her iş ayrık durumlar dışında, ticari iş sayılmıştır. Bu işler, eğer bir ticari işletmeyi ilgilendirmiyorsa ticari iş sayılmazlar (Eriş, G.: Ticari İşletme ve Şirketler, Ekim 2014, C. I, s.292). Ticaret hayatının temel süjesi olan “tacir” de yine işletme kavramı bağlamında tanımlanmış ve “bir ticari işletmeyi kısmen de olsa kendi adına işleten kişi”ye tacir deneceği TTK’nın 12/1. maddesinde belirtilmiştir. Maddenin devam eden bentlerinde; bir ticari işletmeyi kurup açtığını, sirküler, gazete, radyo, televizyon ve diğer ilan araçlarıyla halka bildirmiş veya işletmesini ticaret siciline tescil ettirerek durumu ilan etmiş olan kimsenin, fiilen işletmeye başlamamış olsa bile tacir sayılacağı ve bir ticari işletme açmış gibi, ister kendi adına, ister adi bir şirket veya her ne suretle olursa olsun hukuken var sayılmayan diğer bir şirket adına ortak sıfatıyla işlemlerde bulunan kimse, iyi niyetli üçüncü kişilere karşı tacir gibi sorumlu olacağı hüküm altına alınmıştır. Türk Ticaret Kanunu tacir kavramını gerçek kişiler ve tüzel kişilerde ayrı ayrı ele almış, gerçek kişilerde tacir sıfatının kazanılması bir ticari işletmenin mevcut olması, bir ticari işletmenin işletilmesi ve ticari işletmenin kısmen de olsa o kişi adına işletilmesi unsurlarına bağlanmıştır. Tüzel kişi tacir kavramının kapsamı ise TTK’nın 16/1. maddesinde düzenlenmiştir. TTK’nın “tüzel kişiler” başlıklı 16. maddesi, ticaret şirketleriyle, amacına varmak için ticari bir işletme işleten vakıflar, dernekler ve kendi kuruluş kanunları gereğince özel hukuk hükümlerine göre yönetilmek veya ticari şekilde işletilmek üzere Devlet, il özel idaresi, belediye ve köy ile diğer kamu tüzel kişileri tarafından kurulan kurum ve kuruluşlar da tacir sayılacaklarını belirlemiştir. Aynı maddenin 2. bendi Devlet, il özel idaresi, belediye ve köy ile diğer kamu tüzel kişileri ile kamu yararına çalışan dernekler ve gelirinin yarısından fazlasını kamu görevi niteliğindeki işlere harcayan vakıflar, bir ticari işletmeyi, ister doğrudan doğruya ister kamu hukuku hükümlerine göre yönetilen ve işletilen bir tüzel kişi eliyle işletsinler, kendilerinin tacir sayılmayacakları hükmünü içermektedir. Tacir sıfatının ticari işletmeye bağlı olduğu düşünüldüğünde, adlarına ticari işletme işletilen tüzel kişilerin kural olarak tacir sayılacağı açıktır. Tacir sıfatına bağlanan hüküm ve sonuçları ise; iflasa tabi olmak, ticaret unvanı kullanmak, işletmesini ticaret siciline tescil ettirmek, gerekli ticari defter ve kayıtları tutmak, basiretli bir iş adamı gibi hareket etmek, ticari örf ve adetlere tabi olmak, kanunda öngörülen ihtar ve ihbar şekillerine uymak, ticari iş karinesi, ticari işletmeyle ilgili görülen iş ve hizmetlerde kararlaştırılmamış olsa bile ücret isteyebilmek, avanslar ve giderler için faiz talep edebilmek, fatura vermek, faturaya ve teyit mektubuna süresinde itiraz etmemenin neticelerine katlanmak, ücret ve cezai şartın indirilmesini isteyememek, ticari yargı konusu olmak, ticari satış ve mal değişiminde özel hükümler, mal ve hizmet tedarikinde geç ödemenin özel sonuçları ve hapis hakkı bakımından özel düzenlemelerdir. Bu açıklamalardan sonra “ticari dava” konusuna gelindiğinde ise TTK’nın 4. maddesinde ticari davalar sayılmış olup bu maddeye göre her iki tarafın da ticari işletmesiyle ilgili hususlardan doğan hukuk davaları ile ticari nitelikteki çekişmesiz yargı işleri ve tarafların tacir olup olmadıklarına bakılmaksızın Türk Medeni Kanunu’nun, rehin karşılığında ödünç verme işi ile uğraşanlar hakkındaki 962 ilâ 969 uncu maddelerinde, 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun mal varlığının veya işletmenin devralınması ile işletmelerin birleşmesi ve şekil değiştirmesi hakkındaki 202 ve 203, rekabet yasağına ilişkin 444 ve 447, yayın sözleşmesine dair 487 ilâ 501, kredi mektubu ve kredi emrini düzenleyen 515 ilâ 519, komisyon sözleşmesine ilişkin 532 ilâ 545, ticari temsilciler, ticari vekiller ve diğer tacir yardımcıları için öngörülmüş bulunan 547 ilâ 554, havale hakkındaki 555 ilâ 560, saklama sözleşmelerini düzenleyen 561 ilâ 580 inci maddelerinde; fikrî mülkiyet hukukuna dair mevzuatta; borsa, sergi, panayır ve pazarlar ile antrepo ve ticarete özgü diğer yerlere ilişkin özel hükümlerde ve bankalara, diğer kredi kuruluşlarına, finansal kurumlara ve ödünç para verme işlerine ilişkin düzenlemelerde öngörülen hususlardan doğan hukuk davaları ticari dava sayılır. Bu düzenlemeye göre bir davanın ticari dava sayılabilmesi için tarafların her ikisinin tacir olması ve uyuşmazlığın her iki tarafın ticari işletmesiyle ilgili hususlardan doğması veya ticari nitelikte çekişmesiz yargı işi olması veyahut da açılan davanın maddede altı bent hâlinde sayılan davalardan olması gerekir. Taraflardan biri tacir değilse veya tacir olmasına rağmen uyuşmazlığın ticari işletmeyle ilgisi yoksa ticari davanın varlığından söz edilemez. Az yukarıda açıklandığı gibi ticari davalar, mutlak ticari davalar ve nispi ticari davalar olmak üzere iki gruba ayrılmaktadır. Mutlak ticari davalar, tarafların tacir olup olmadığına ve işin bir ticari işletmeyi ilgilendirip ilgilendirmediğine bakılmaksızın sırf dava konusunun TTK’da düzenlenmesi nedeniyle ticari sayılan davalardır. Mutlak ticari davalar TTK’nın 4/1. maddesinde bentler hâlinde sayılmıştır. Bunların yanında Kooperatifler Kanunu (m.99), İcra ve İflas Kanunu (m.154), Finansal Kiralama Kanunu (m.31) gibi bazı özel kanunlarda belirlenmiş ticari davalar da bulunmaktadır. Bu gruptaki davaların ticari dava sayılabilmesi için taraflarının tacir olması veya ticari işletmeleriyle ilgili olması gibi şartlar aranmaz. TTK’nın 4/1. bendinde sınırlı olarak sayılan davalar arasında yer alması veya özel kanunlarda ticari dava olarak nitelendirilmesi yeterlidir. Bu davalar kanun gereği ticari dava sayılan davalardır. Nispi ticari davalar ise, her iki tarafın ticari işletmesiyle ilgili olması hâlinde ticari nitelikte sayılan davalardır. TTK’nın 4/1. maddesine göre her iki tarafın ticari işletmesiyle ilgili hususlardan doğan ve iki tarafı da tacir olan hukuk davaları ticari dava sayılır. Bu hükme göre bir davanın ticari dava sayılabilmesi için, hem iki tarafın ticari işletmesini ilgilendirmesi hem de iki tarafın tacir olması gereklidir. Bu şartlar birlikte bulunmadıkça, uyuşmazlık konusunun ticari iş niteliğinde olması veya ticari iş karinesi sebebiyle diğer taraf için de ticari iş sayılması davanın ticari dava olması için yeterli değildir. Ticari iş karinesinin düzenlendiği TTK’nın 19/2. maddesi uyarınca, taraflardan biri için ticari iş sayılan bir işin diğeri için de ticari iş sayılması, davanın niteliğini ticari hale getirmez. TTK, kanun gereği ticari dava sayılan davalar haricinde, ticari davayı ticari iş esasına göre değil, ticari işletme esasına göre belirlemiştir. Hâl böyle olunca, işin ticari nitelikte olması davayı ticari dava hâline getirmez. Bu genel kuralın yanında TTK’nın 4. maddesinin son cümlesindeki düzenleme nedeniyle yalnızca bir tarafın ticari işletmesini ilgilendiren havale ve vedia gibi sözleşmelerden doğan davalarla fikri ve sınai haklara ilişkin davalar da ticari davadır. Yukarıda açıklandığı üzere bir davanın ticari dava sayılması için kural olarak ya mutlak ticari davalar arasında yer alması ya da her iki tarafın ticari işletmesiyle ilgili bulunması gerekirken, burada sayılan davaların ticari nitelikte sayılması için yalnızca bir yanın ticari işletmesiyle ilgili olması yeterli görülmüştür. Somut olayda uyuşmazlık akaryakıt bayilik sözleşmelerinden kaynaklanmaktadır. Bayilik sözleşmesi, Türk Borçlar Kanunu’nda veya özel yasalarda düzenlenmemiş olmakla birlikte öğretide kendine özgü bir sözleşme türü olarak kabul edilmekte ve taraflardan birinin (bayi) diğer tarafın mallarını satmak ve sürümünü artırmak üzere kendi adına ve hesabına dağıtmayı üstlendiği sürekli çerçeve sözleşme olarak tanımlanmaktadır. Bu tür sözleşmelerden kaynaklanan davaların ticari dava olduğuna ya da asliye ticaret mahkemelerinde görüleceğine dair yasal bir düzenleme bulunmamaktadır. Bu nedenle, eldeki davanın ticari dava olarak kabulü için uyuşmazlık konusunun her iki tarafın da ticari işletmesiyle ilgili olması ve her iki tarafın da tacir olması gerekmektedir. Her ne kadar Özel Daire bozma kararında davaya konu bayilik sözleşmelerinin ticari iş niteliğinde olduğu, bu nedenle davanın ticaret mahkemesinde görülmesi gerektiği belirtilmiş ise de, ticaret mahkemesinin görevinden, dolayısıyla işin ticari olduğundan söz edilebilmesi için sırf işin ticari nitelikte olması ve bir tarafın tacir olması yeterli olmayıp, her iki tarafın da tacir olması gerekmektedir. Somut uyuşmazlıkta davacının tacir, işin de davacı şirketin ticari işletmesiyle ilgili olduğu konusunda hiç bir tereddüt bulunmamaktadır. Ancak, davalıların 1581 sayılı Kanun ile kurulmuş olan tarım kredi kooperatif birlikleri olduğu gözetildiğinde, görevli mahkemenin tayini için davalıların da tacir olup olmadığı hususunun açıklığa kavuşturulması gerekmektedir. Toplumların sosyal ve ekonomik kalkınmasında önemli bir rol oynayan kooperatiflerin ülkemizdeki geçmişine bakıldığında; bugünkü tarım kredi kooperatiflerinin çekirdeğini oluşturan ve adına “memleket sandığı” denilen örgütlerin ilk kez 1863 yılında kurulduğu, Cumhuriyetin ilanından önce TBMM hükümeti döneminde İktisat Vekâletince “İstihsal, Alım, Satım Ortaklık Kooperatifleri Nizamnamesi”nin çıkarıldığı, Cumhuriyetin ilanından sonra ise 5 Ocak 1924 tarihinde 396 sayılı Yasa ile o zaman var olan Kara Ticareti Kanunu’na “İşbu 15. maddede adı geçen üç çeşit şirketten başka kooperatif yani ortaklık şirketleri de ticari şirketlerdendir” şeklindeki fıkranın eklendiği, yine 6762 sayılı Türk Ticaret Kanunu’ndan önce yürürlükte bulunan 29.05.1926 gün ve 865 sayılı Ticaret Kanunu’nun 121/I. maddesinde düzenlenen ticaret şirketleri arasında “kooperatif nevileri”nin de sayıldığı anlaşılmaktadır. Kooperatifler, 1 Ocak 1957 tarihinde yürürlüğe giren 6762 sayılı Türk Ticaret Kanunu’nda ise “Ticaret Şirketleri” ile ilgili bölümün sonunda yer alan 485 ilâ 502. maddeleri arasında düzenlenmiş, ancak bahsi geçen hükümler 24.04.1969 gün ve 1163 sayılı Kooperatifler Kanunu’nun yürürlüğe girmesi ile adı geçen kanunun 100. maddesi uyarınca yürürlükten kaldırılmıştır. 1163 sayılı Kooperatifler Kanunu’nun 1. maddesinde kooperatifin tanımı yapılmış ve tüzel kişiliği haiz olmak üzere ortaklarının belirli ekonomik menfaatlerini ve özellikle meslek veya geçimlerine ait ihtiyaçlarını işgücü ve parasal katkılarıyla karşılıklı yardım, dayanışma ve kefalet suretiyle sağlayıp korumak amacıyla gerçek kişilerle kamu tüzel kişileri tarafından kurulan değişir ortaklı ve değişir sermayeli ortaklıklar olarak tanımlanmıştır. Esasen 1163 sayılı Kooperatifler Kanunu’nun 1. maddesindeki tanımda, 21.04.2004 tarihinde 5146 sayılı Kanun ile yapılan değişiklikten önce kooperatif hakkında “teşekkül” ibaresi kullanılmışken anılan Yasa ile “ortaklık” kavramı getirilmiş ve değişiklik gerekçesinde de, kooperatiflerin nitelikleri hukuki bakımdan tartışma konusu olduğundan “teşekkül” kavramı yerine “ortaklık” kavramı kullanılarak kooperatiflerin gerçek kimliklerini kazanmalarının sağlanması olduğu belirtilmiştir. 1581 sayılı Kanunla kurulan tarım kredi kooperatifleri ise tarımsal üretimde kullanılmak üzere ortaklarına olabildiğince uygun ve yeterli koşullarda kredi sağlamak üzere kurulan kooperatiflerdir. Bireylerin ekonomik ve sosyal yönden dayanışma ihtiyacından doğan kooperatiflerin tacir olup olmadığı 6762 sayılı Türk Ticaret Kanunu döneminde tartışmalara konu olduğu gibi 6102 sayılı yeni Türk Ticaret Kanunu’nun 01.07.2012 tarihinde yürürlüğe girmesinden sonra da bu konudaki görüş ayrılıkları devam etmiştir. Az yukarıda belirtildiği gibi Kooperatifler Kanununun 1. maddesinde yer alan ve kooperatiflerin ticaret şirketi olup olmadığı, dolayısıyla tacir sayılıp sayılmayacağı tartışmalarının odağında bulunan “teşekkül” ibaresi 5146 sayılı Kanunla çıkarılıp, yerine “ortaklık” ibaresi getirilmekle birlikte doktrin ve Yargıtay kararlarında genel olarak kooperatiflerin ekonomik faaliyetini kâr amacı gütmeden sürdürdüğü, kooperatif ortaklarının kazanç elde edip bunu paylaşmaktan ziyade yardımlaşma ve dayanışma anlayışı içerisinde bir araya geldikleri, bu nedenle Kanunda kooperatifler “ortaklık (şirket)” olarak belirtilmiş olmakla birlikte bu ortaklığın “ticari nitelikte bir ortaklık” olduğu yönünde açıklama bulunmadığı, Kooperatifler Kanunu’nun 99. maddesinde yer alan bu kanundan kaynaklanan hukuk davalarının tarafların sıfatına bakılmaksızın ticari dava sayılacağı yönündeki hükümle de kooperatifle ortakları arasındaki uyuşmazlıkların amaçlandığı, kooperatiflerin sosyal bir fonksiyona sahip kendine özgü ortaklıklar olduğu belirtilerek tacir olmadığı ifade edilmiştir. Bu noktada belirtmek gerekir ki, yürürlükten kalkan 6762 sayılı Türk Ticaret Kanunu’nun 18/1. maddesinde olduğu gibi 6102 sayılı TTK’nın 16/1. maddesinde de bütün ticari şirketler tacir olarak sayılmış, İkinci Kitabın “Ticari Şirketler” i düzenleyen Birinci kısımda yer alan 124/1. maddesinde de 136. maddesi hükmü aynen tekrar edilerek ticari şirketlerin kollektif, komandit, anonim, limited ve kooperatif şirketlerden ibaret olduğu belirtilmiştir. Görüleceği üzere, Kooperatifler Kanunu yürürlükte olmasına karşın yeni TTK’nda da kooperatiflerin ticaret şirketi olduğu açık bir biçimde hüküm altına alınmıştır. Kanun koyucu yeni TTK’nda kooperatifleri ticaret şirketleri arasında saymanın yanında, Kooperatifler Kanunu’nun 1. maddesinde “ortaklık” olarak ifade edilen kooperatiflerin “ticari nitelikte bir ortaklık” olup olmadığı konusunda gerek doktrin gerekse yargısal kararlarda süregelen tartışmalar karşısında iradesini de 6102 sayılı TTK’nın 124. maddesinin gerekçesinde net bir şekilde açıklamıştır. Anılan madde gerekçesinde “kooperatif şirket” ibaresi ile ilgili tartışmanın 2004 yılında çıkarılan 5146 sayılı Kanun’la son bulduğu, çünkü anılan Kanunun kooperatifin şirket olduğunu belirttiği, gerçi Kanunun 1. maddesinde kooperatifin şirket olduğu ifade edilmekte ise de ticaret şirketi olup olmadığını açıkta bıraktığı, bu boşluk dolayısıyla bir tartışma başlatılabilir ve kooperatifin ticaret şirketi olmadığı teorik olarak ileri sürülebilir ve 124. maddenin kooperatifi ticaret şirketi olarak kabul etmesi eleştirilebilirse de böyle bir tartışmanın kooperatif şirketin niteliği tartışmasını davet edeceği belirtilerek “…Anılan şirket adi şirket olamayacağına göre Türk hukukunda üç çeşit şirket ortaya çıkmış olur. Kooperatif şirkete uygulanacak hükümler sorunu da diğer sorunların ortaya çıkmasına sebep olur. Tasarı, tüm bu çözümün güç sorunları ortadan kaldırmak amacıyla kooperatifin ticaret şirketi olduğunu hükme bağlamıştır.” demek suretiyle kooperatiflerin ticaret şirketi olduğunu vurgulamıştır. Kanun koyucunun kooperatifi ticaret şirketi, dolayısıyla tacir sayma iradesinin varlığı oldukça açıktır. Yeni Türk Ticaret Kanunu bakımından da ticaret şirketleri arasında sayılan kooperatiflerle ilgili ana düzenleme şüphesiz ki 1163 sayılı Kooperatifler Kanunu’dur. Bu Kanunun 3. maddesinde kooperatif ve şubelerinin ticaret siciline tescil olunacağı, 7. maddesinde kooperatifin ticaret siciline tescil ile tüzel kişilik kazanacağı, 98. maddesinde de bu Kanunda aksine açıklama olmayan hususlarda TTK’daki anonim şirketlere ait hükümlerin uygulanacağı düzenlenmiştir. Bu düzenleme nedeniyle TTK’nın özellikle anonim şirketlere ilişkin hükümleri ile 1163 sayılı Kanuna aykırı olmayan birleşme, bölünme ve tür değiştirmeye ilişkin hükümlerinin kooperatiflere uygulanacağı ve kooperatiflerin de defter tutmak zorunda olduğu açıktır. Ayrıca 99. maddesinde tarafı olduğu hukuk davalarının ticari dava sayılacağı düzenlendiği gibi 2004 sayılı İcra ve İflas Kanunu’nun 179. maddesindeki düzenleme uyarınca kooperatiflerin iflasa tabi oldukları da gözden kaçırılmamalıdır. Tüm bu yasal düzenlemeler birlikte değerlendirildiğinde kooperatiflerin ticaret şirketi ve tacir olduğu açıkça görülmektedir. Bu açık kanun hükümleri karşısında ticaret siciline tescili zorunlu olan, ancak bu şekilde tüzel kişilik kazanabilen, ticari defterler tutan, ortaklarının sermaye koyma borcu bulunan, şirketler ile birlikte düzenleme yapılıp birleşme, bölünme ve tür değiştirme şartları düzenlenen ve iflasa tabi olan kooperatifin ticaret şirketi ve tacir sayılmaması mümkün değildir. Ayrıca belirtmek gerekir ki, kooperatifler tek amacı kâr elde etmek olmamakla birlikte, ortaklarının ekonomik menfaatlerini geliştirmeyi amaçlayan ticari birer ortaklıktır. Kooperatiflerin kârlılık ilkesini büsbütün bir kenara bıraktıkları da söylenemez, aksi takdirde varlıklarını sürdürmeleri beklenemez. Kâr elde edilip bunun ortakları arasında paylaşılıp paylaşılmadığı, diğer bir deyişle ne şekilde tasarruf edildiği kooperatifin amacının ekonomik olduğu gerçeğini değiştirmemektedir. Kooperatif şirketinin TTK’nın 124. maddesinde şahıs ve sermaye şirketleri arasında gösterilmemiş olması da kanunun açık lafzı karşısında kooperatifin ticaret şirketinin sayılmasına engel değildir. Kooperatif şirketler bütün ticaret kanunlarında adı geçen ticari ortaklıklardan biri olduğu gibi 865 sayılı Ticaret Kanunu döneminde verilen 07.11.1945 gün ve 1944/8 E., 1945/14 K. sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Genel Kurulu Kararında da kooperatif şirketleri, ortaklarının sıfatı ve işlemlerinin niteliği ne olursa olsun ticaret şirketi kabul edilmiştir. O dönemde yapı kooperatiflerinin tacir sayılıp sayılmayacağı konusunda farklı yargı kararlarının ortaya çıkması nedeniyle içtihatların birleştirilmesi yoluna gidilmiş ve “Ticaret Kanunu’nda, mutlak surette tacir addolunacağı ve ticaret şirketleri nevinden olduğu tasrih olunan ve ticaret şirketlerinin bütün mümeyyiz vasıflarını haiz bulunan kooperatif şirketlerini, muameleleri bakımından medeni veya ticari diye ayırt etmeye kanun hükümleri müsait olmadığından, bu şirketleri, ortaklarının sıfatı ve muamelelerinin vasfı ne olursa olsun sadece ortaklığın hukuki şekline göre ticari şirketlerden madut olduğuna ve şirket azası arasında çıkan davanın Ticaret mahkemelerinde görülmesi gerekli bulunduğuna” karar verilmiştir. Öğretide de, Kooperatifler Kanununun 1. maddesinde 2004 yılında yapılan değişiklik ile kooperatifin tacir olup olmadığı hususundaki tartışmanın noktalandığı ve kooperatifin şirket niteliğinde bulunduğunun vurgulandığı, 6102 sayılı TTK’nın 124/1. maddesi ile de ticaret şirketi niteliğinde olduğunun bir kez daha teyit edildiği (Arkan, S.: Ticari İşletme Hukuku, 20.Bası, 2015, s.123), kooperatifin tacir sayılmayacağı yönündeki yorumun kanuna aykırı (contra legem) bir yorum faaliyeti olduğu, 07.11.1945 gün ve 1944/8 E., 1945/14 K. sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Genel Kurulu kararında da tespit edildiği üzere kooperatifin “… ticari işletme işletip işletmediğinden bağımsız olarak (hukuki) şekli (kalıbı) dolayısıyla tacir…” (Kırca, İ.: Kooperatiflerin Tacir Niteliği Hakkında, Banka ve Ticaret Hukuku Dergisi, Haziran 2017, s.5-25) olduğu ifade edilmektedir. Hukuk Genel Kurulundaki görüşmeler sırasında, Kooperatifler Kanunu’nun 1. maddesindeki tanımda kooperatifin ortaklık olduğu belirtilmiş ise de bunun ticari nitelikte bir ortaklık olduğunun belirtilmediği, kooperatiflerde amacın kazanç elde edip bunu ortaklar arasında paylaşmak olmayıp, ortakların ekonomik menfaatlerini, özellikle meslek veya geçimlerine ilişkin ihtiyaçlarını iş gücü ve parasal katkılarıyla karşılıklı yardım, dayanışma ve kefalet suretiyle korumak ve gidermek maksadıyla bir araya geldikleri, aksi bir kabulün Anayasa’nın kooperatifleri düzenleyen hükmünde belirtilen amacına uygun düşmeyeceği, Yargıtay’ın istikrar kazanan kararlarında da kooperatiflerin tacir olarak kabul edilmediği, bu durumda somut olayda davacının ticari işletmesiyle ilgili bir uyuşmazlık var ise de davalı taraf için ticari işletmeyle ilgili bir uyuşmazlığın söz konusu olmadığı, dolayısıyla eldeki davanın nispi ticari dava olarak kabul edilemeyeceği ve yerel mahkeme kararının onanması gerektiği görüşü ileri sürülmüş ise de, bu görüş yukarıda açıklanan gerekçelerle kurul çoğunluğunca kabul edilmemiştir. Somut olayda davalı kooperatiflerin tacir olduğu, faaliyetleri bakımından da akaryakıt satım işletmesine sahip bulundukları ve bu kapsamda bayilik sözleşmeleri yaptıkları anlaşılmakla açılan davaya bakma görevinin ticaret mahkemesine ait olduğunun kabul edilmesi gerekir. Hâl böyle olunca, eldeki davaya bakma görevi 6102 sayılı TTK’nın 4/1. maddesi uyarınca ticaret mahkemesine ait olup, Özel Dairenin bozma gerekçesi yanında yukarıda açıklanan genişletilmiş gerekçe ile bozma kararına uyulması gerekirken, göreve ilişkin dava şartı noksanlığı nedeniyle davanın usulden reddine dair verilen önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır. Açıklanan nedenlerle direnme kararı bozulmalıdır. SONUÇ : Davacı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile direnme kararının yukarıda açıklanan gerekçelerle BOZULMASINA, istek hâlinde temyiz peşin harcının yatırana geri verilmesine, karar düzeltme yolu kapalı olmak üzere 29.11.2017 gününde oy çokluğu ile karar verildi. KARŞI OY Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık, dava konusunun davacının ticari işletmesiyle ilgili olup aynı konunun davalılar için de ticari işletmesiyle ilgili olup olmadığı, 6102 sayılı TTK’nın 4/1. maddesi uyarınca her iki tarafın ticari işletmesiyle ilgili hukuk davası (nispi ticari dava) olup olmadığı konusudur. Her iki tarafın ticari işletmesiyle ilgili hukuk davası var denilir ise nispi ticari dava sayılıp asliye ticaret mahkemesi görevli olacak, davalı tarafın ticari işletmesiyle ilgili bir dava yok sayılır ise nispi ticari dava sayılmayıp genel görevli asliye hukuk mahkemesi görevli olacaktır. Hukuk Genel Kurulu çoğunluğu, davalı tarafta yer alan tüzel kişi kooperatifler hakkındaki davanın da ticari işletmeleriyle ilgili nispi ticari dava kabul ederek asliye ticaret mahkemesinin görevli olduğunu kabul etmiştir. Aşağıda açıkladığım sebeplerle çoğunluk görüşüne katılamıyorum. 1163 sayılı Kooperatifler Kanunu’nun 1. maddesinde kooperatifler, “Tüzel kişiliği haiz olmak üzere ortaklarının belirli ekonomik menfaatlerini ve özellikle meslek veya geçimlerine ait ihtiyaçlarını iş gücü ve parasal katkılarıyla karşılıklı yardım, dayanışma ve kefalet suretiyle sağlayıp korumak amacıyla gerçek ve tüzel kişiler tarafından kurulan değişir ortaklı ve değişir sermayeli ortaklıklar” olarak tanımlanmıştır. Maddede, kooperatifin ortaklık (şirket) olduğu belirtilmiş ise de, bu ortaklığın “ticari nitelikte bir ortaklık” olduğu yönünde bir açıklama ve belirleme yapılmamıştır. Kooperatifler Kanunu’nun 1. maddesinde gösterilen bu tanımdan açıkça anlaşılacağı üzere kooperatiflerde amaç, diğer ticaret şirketlerinden farklı olarak kazanç elde etmek ve bunu ortakları arasında paylaşmak olmayıp, ortakların ekonomik menfaatlerini, özellikle meslek veya geçimlerine ait ihtiyaçlarını iş gücü ve parasal katkılarıyla karşılıklı yardım, dayanışma ve kefalet suretiyle sağlayıp korumak ve gidermektir. Kooperatifler, kâr – zarar amacından ziyade sosyal yönü ağır basan ortaklıklardır. Bu tanım ve amaç 2709 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’mn 171. maddesinde, “Devlet, milli ekonominin yararlarını dikkate alarak, öncelikle üretimin artınlmasını ve tüketicinin korunmasını amaçlayan kooperatifçiliğin gelişmesini sağlayacak tedbirleri alır.” şeklinde anlamını bulmuştur. Bu tanım ve düzenlemelere göre, yapı kooperatiflerini tacir kabul edip, tacir sıfatının sonuçlarıyla sorumlu tutmak mümkün değildir. Aksi bir kabul, kooperatiflerin ticari kazanç elde etme amacına yönelik hareket etmeleri sonucunu doğurur ki, bu durumun Anayasa’da dahi kendisine yer verilen kooperatifçiliğin amacına uygun düşmeyeceği açıktır. 6102 sayılı Türk Ticaret Kanunu’nun 124/1. maddesinde, “Kooperatifler” ticaret şirketleri arasında sayılmış ise de, aynı maddenin 2. bendinde kooperatifler “Şahıs şirketleri” ve “Sermaye şirketleri” arasında gösterilmemiştir. TTK’nın 124. maddesinin 1 ve 2. bentleri ile 1163 sayılı Kooperatifler Kanunu’nun 1. maddesi birlikte değerlendirildiğinde yapı kooperatiflerinin “ticaret şirketi” olmadığı, sosyal niteliği ağır basan kendine özgü bir ortaklık olduğu anlaşılmaktadır. Kaldı ki, bu düzenlemelere benzer hükümler, 6762 sayılı mülga Türk Ticaret Kanunu’nda da bulunmasına rağmen (md 18, 136), Yargıtay’ın istikrar kazanan uygulamasında yapı kooperatifleri tacir olarak kabul edilmemiştir. (Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 07.02.1996 tarih ve 1995/956 E, 196/45 K., Yargıtay 15. Hukuk Dairesi’nin 11.6.2015 tarih ve 2014/5062 E, 2015/3271 K. Yargıtay 23. Hukuk Dairesi’nin 05.04.2016 tarih ve 2014/10937 E., 2016/2136 K. Ve 08.06.2016 tarih ve 2015/1147 E., 2016/3470 sayılı ilamları aynı yöndedir.) Davalı tüzel kişi kooperatifler 1581 sayılı kanuna göre kurulmuş tarım kredi kooperatifleri ve birlikleridir. 1163 sayılı Kooperatifler Kanununun 1. maddesine benzer şekilde aynı ifade ve ibareler 1581 sayılı Kanunun 1. maddesinde yer almakta, fazla olarak 2. fıkrasında ”ortak ürünleri üzerinde ticaret ve komisyonculuk yapanlar, faizle para veya mal olarak kredi verenler bu kooperatiflere giremezler” demektedir ki evleviyet kuralı ve yasaklama gözetildiğinde, ticari iş ve işletmeleriyle ilgili bir uyuşmazlık olmadığını kabulde zorunluluk bulunmaktadır. Hal böyle olunca davacı tarafın ticari işletmesiyle ilgili bir uyuşmazlık var ise de yukarıda sayılan kanuni düzenlemeler gözetildiğinde davalı taraf için ticari işletmesiyle ilgili bir uyuşmazlık bulunmadığını kabul etmek zarureti ortaya çıkmaktadır. 6102 sayılı TTK’nın 4/1. maddesi uyarınca her iki tarafın ticari işletmesiyle ilgili hukuk davası (nispi ticari dava) olmadığı, buna göre asliye ticaret mahkemesi değil asliye hukuk mahkemesi görevlidir. Aynı yöne ilişen direnme kararı da usul ve yasaya uygun olup onama görüşünde olduğumdan aksi yöndeki çoğunluk görüşüne katılamıyorum.
15. Hukuk Dairesi 2016/298 E. , 2016/742 K. “İçtihat Metni” Mahkemesi :Ticaret Mahkemesi Yukarıda tarih ve numarası yazılı hükmün temyizen tetkiki davalı …. Ltd. vekili tarafından istenmiş ve temyiz dilekçesinin süresi içinde verildiği anlaşılmış olmakla dosyadaki kağıtlar okundu gereği konuşulup düşünüldü: – K A R A R – Dava, eser sözleşmesinden kaynaklanmış olup, ayıplı ifa nedeniyle ayıplı imalâtların yenileriyle değiştirilmesi, olmadığı takdirde bedellerinin tahsili istemlerine ilişkindir. Mahkemece davanın görevsizlik nedeniyle usulden reddine, karar kesinleştikten sonra iki hafta içinde başvurulması halinde dosyanın görevli Asliye Hukuk Mahkemesine gönderilmesine dair verilen karar davalı ….Ltd. Şti. vekilince temyiz edilmiştir. Yerel mahkemenin de kabulünde olduğu gibi, uyuşmazlığın Türk Borçlar Kanunu’nun 470 ve devamı maddelerinde düzenlenen eser sözleşmesinden kaynaklanmış olup çözümünde bu hükümler uygulanacağı, mutlak ticari davalardan olmadığı ve konut yapı kooperatifi olan davacı da ticari şirket olmayıp sosyal niteliği ağır basan kendine özgü bir ortaklık olduğundan davaya bakmakta asliye hukuk mahkemesi görevlidir. Ancak, 6100 sayılı Hukuk Mahkemeleri Kanunu’nun 23/2. maddesinde “Bölge adliye mahkemesince veya Yargıtayca verilen yargı yeri belirlenmesi ile kanun yolu incelemesi sonucu kesinleşen göreve veya yetkiye ilişkin kararlar, davaya ondan sonra bakarak mahkemeyi bağlar” şeklinde emredici düzenleme yapılmıştır. Somut olayda, davanın 19.07.2013 tarihli dilekçe ile…tüketici mahkemesine açıldığı,…3. Tüketici Mahkemesi’nin 19.07.2013 gün ve 2013/82 Esas, 2013/4 Karar sayılı kararla dava dilekçesinin görevsizlik nedeniyle reddine,…Asliye Ticaret Mahkemelerinin görevli olduğuna, dosyanın kararın kesinleşmesine müteakip talep halinde görevli ve yetkili … Nöbetçi Asliye Ticaret Mahkemesine gönderilmesine karar verdiği ve davacı vekilinin temyizi üzerine görevsizlik kararının Yargıtay 15. Hukuk Dairesi’nin 21.01.2014 gün ve 2013/6544 Esas, 2014/454 Karar sayılı ilâmı ile onanarak kesinleştiği anlaşılmaktadır. Bu durumda Tüketici Mahkemesince verilip temyiz üzerine Yargıtay’ca onanarak kesinleşen kararla…Asliye Ticaret Mahkemesi’nin görevli olduğu belirlendiği ve bu karar HMK’nın 23/2. maddesi gereğince dosyanın gönderildiği …Asliye Ticaret Mahkemesi’ni bağlayacağından, mahkemece işin esasına girilip sonucuna uygun bir karar verilmesi gerekirken bu husus gözden kaçırılarak tekrar görevsizlik kararı verilmesi doğru olmamış, bozulması uygun görülmüştür. SONUÇ: Yukarıda açıklanan nedenlerle temyiz itirazlarının kabulü ile kararın BOZULMASINA, ödediği temyiz peşin harcının istek halinde temyiz eden davalı …. … Şti.’ye geri verilmesine, karar düzeltme yolu kapalı olmak üzere 05.02.2016 gününde oybirliğiyle karar verildi.
11. Hukuk Dairesi 2021/23 E. , 2022/2524 K. “İçtihat Metni” MAHKEMESİ :ASLİYE HUKUK MAHKEMESİ Taraflar arasında görülen davada Susurluk Asliye Hukuk Mahkemesi’nce bozmaya uyularak verilen 01.10.2020 tarih ve 2019/547 E. – 2020/291 K. sayılı kararın Yargıtayca incelenmesi davacı vekili tarafından istenmiş ve temyiz dilekçesinin süresi içinde verildiği anlaşılmış olmakla, dava dosyası için Tetkik Hakimi … tarafından düzenlenen rapor dinlendikten ve yine dosya içerisindeki dilekçeler, duruşma tutanakları ve tüm belgeler okunup, incelendikten sonra işin gereği görüşülüp, düşünüldü: Davacı vekili, davalı şirketin 03/09/2014 tarihinde olağan genel kurul toplatısı yaptığını, genel kurul çağrısının usulüne uygun olmadığını, müvekkiline yapılan tebligatın “aynı konutta yakınına/hizmetçisine” ibaresi işaretlenerek …’nun imzasına yapıldığını, …’nun müvekkilinin hizmetçisi ya da aynı konutta yaşadığı biri olmadığını, genel kurulda murakıplığa seçilen denetçinin davalı şirketin defterlerini tutan muhasebecinin yanında çalışan şahıs olduğunu, şirketin muhasebe işlerinde bizzat faaliyette bulunduğunu, denetçi seçiminin TTK’nın 440. maddesine aykırı olduğunu ileri sürerek 03/09/2014 tarihinde yapılan olağan genel kurulun iptali ile genel kuruldaki kararların geçersizliğine ve tedbiren şirkete kayyum atanmasına karar verilmesini talep ve dava etmiştir Davalı vekili, zamanaşımı itirazında bulunduklarını, yapılan genel kurul toplantı nisabında herhangi bir usulsüzlük bulunmadığını savunarak davanın reddini istemiştir. Mahkemece, bozma ilamına uyulmak suretiyle yapılan yargılama sonunda, TTK’nın 445. maddesinde 446. maddede belirtilen kişilerin, kanun veya esas sözleşme hükümlerine ve özellikle dürüstlük kuralına aykırı olan genel kurul kararları aleyhine karar tarihinden itibaren 3 ay içinde iptal davası açabileceğinin hükme bağlandığı, TTK’nın 446/1-b maddesinde ise toplantıda hazır bulunsun veya bulunmasın, olumsuz oy kullanmış olsun ya da olmasın; çağrının usulüne göre yapılmadığını, gündemin gereği gibi ilan edilmediğini, genel kurula katılma yetkisi bulunmayan kişilerin veya temsilcilerinin toplantıya katılıp oy kullandıklarını, genel kurula katılmasına ve oy kullanmasına haksız olarak izin verilmediğini ve yukarıda sayılan aykırılıkların genel kurul kararının alınmasında etkili olduğunu ileri süren pay sahiplerinin iptal davası açabilecekleri hükmüne yer verildiği, davalı şirket ana sözleşmesinin “Toplantı Ve Karar Nisabı” başlıklı 20. maddesinde, genel kurul toplantılarında, toplantı ve karar nisabı için 6102 sayılı TTK hükümlerinin uygulanacağının belirtildiği, Kanun’un “Toplantı ve Karar Nisabı” başlıklı 418. maddesinde, genel kurulun, TTK’da veya esas sözleşmede, daha ağır nisap öngörülmüş bulunan hâller hariç, sermayenin en az dörtte birini karşılayan payların sahiplerinin veya temsilcilerinin varlığıyla toplanabileceği ve bu nisabın toplantı süresince korunmasının şart olduğu, kararların ise toplantıda hazır bulunan oyların çoğunluğu ile alınabileceği hükmünün getirildiği, davalı şirketin sermayesinin toplam 50.000,00 TL itibari değere sahip paydan ibaret olduğu,dava konusu genel kurul toplantısına toplam 33.400,00 TL itibarı paya sahip hissedarların katıldığı, TTK’da öngörülen toplantı nisabının sağlandığı, kararların oybirliği ile alınarak karar nisabının da sağlandığı, iptali talep edilen olağan genel kurul toplantısının 03/09/2014 tarihli olduğu, davanın açıldığı 18/12/2014 tarihi itibariyle TTK’nın 445. maddesinde öngörülen 3 aylık dava açma süresinin dolduğu, davacının davalı şirketin temsil edilmediği iddiası ile şirkete tedbiren kayyum atanmasını da talep ettiği ancak sermaye şirketlerine yönetim kayyumu atanabilmesi şartlarının bulunmadığı gerekçesiyle davacının şirkete tedbiren kayyum atanması talebinin ve süresinde açılmayan davanın reddine karar verilmiştir. Karar, davacı vekili tarafından temyiz edilmiştir. Dosyadaki yazılara, mahkemece uyulan bozma kararı gereğince hüküm verilmiş olmasına ve delillerin takdirinde bir isabetsizlik bulunmamasına göre, davacı vekilinin bütün temyiz itirazları yerinde değildir. SONUÇ: Yukarıda açıklanan nedenlerden dolayı, davacı vekilinin bütün temyiz itirazlarının reddiyle usul ve kanuna uygun bulunan hükmün ONANMASINA, aşağıda yazılı bakiye 26,30 TL temyiz ilam harcının temyiz eden davacıdan alınmasına, 28/03/2022 tarihinde oyçokluğuyla karar verildi. KARŞI OY 1- Dava, genel kurul kararıyla şirkete denetçi seçilmesine dair anonim şirket genel kurul kararının iptali istemine ilişkindir. 2- Mahkemece, davacının genel kurul kararının iptali davasını üç aylık yasal süre içerisinde açmadığı gerekçesiyle davanın reddine karar vermiştir. 3- Anonim şirket genel kurul kararlarının iptali davasının, pay sahiplerine usulüne uygun tebligat yapılsın veya yapılmasın, toplantı tarihinden itibaren en geç üç ay içerisinde açılması gerektiği, kendilerine usulüne uygun toplantı tarihi tebliğ edilmeyen pay sahiplerinin ise toplantıda muhalif oy kullanma ve muhalefet gerekçesini tutanağa geçirme şartı olmaksızın bu süre içerisinde dava açabilecekleri konusunda Daire üyeleri arasında bir görüş ayrılığı bulunmamaktadır. Keza, yokluk ve butlan sebeplerinin varlığı halinde ise, hukuki yararı olmak koşuluyla, belirli bir süreye bağlı olmaksızın genel kurul toplantısında alınan kararların iptalinin talep edilebileceği hususunda da bir görüş ayrılığı bulunmamaktadır. 4- Anonim şirket genel kurul kararlarının butlan sebepleri konusunda 6102 sayılı TTK’nın 447. Maddesinde “a) Pay sahibinin, genel kurula katılma, asgari oy, dava ve kanundan kaynaklanan vazgeçilemez nitelikteki haklarını sınırlandıran veya ortadan kaldıran, b) Pay sahibinin bilgi alma, inceleme ve denetleme haklarını, kanunen izin verilen ölçü dışında sınırlandıran, c) Anonim şirketin temel yapısını bozan veya sermayenin korunması hükümlerine aykırı olan” kararların butlanının talep edilebileceği düzenlenmiştir. 5- 6762 sayılı eTTK’da anonim şirketlerin organları; idare meclisi (yönetim kurulu), murakıplar (denetim kurulu) ve umumi heyet (genel kurul) olarak sayılmış iken, 6102 sayılı TTK’da denetim kurulu anonim şirketin organı olmaktan çıkartılmış ve anonim şirket organları yönetim kurulu ile genel kurul olarak düzenlenmiştir. Yeni düzenlemede, anonim şirketlerin kendi yönetim organının oluşturduğu iç denetim yanında, yönetim organını denetleyen bağımsız bir dış denetim, diğer bir anlatımla organ vasfı olmayan bir denetim mekanizması öngörmüş ve gerek kanunun genel gerekçesinde, gerekse TTK’nın 397 vd. maddelerinin gerekçesinde bağımsız denetimin esaslarına özel bir önem ve anlam verilmiştir. Diğer bir anlatımla, bir anonim şirkette, kanunun öngördüğü organların dışında, 6762 sayılı eTTK’da olduğu gibi bir denetim organı veya başka bir organ oluşturulması mümkün değildir. Bu husus anonim şirketlerin temel yapısına ilişkin bir husus olup, şirket genel kurulunda aksine karar alınması TTK’nın 447/1-c maddesi uyarınca açık bir butlan sebebi teşkil edeceği konusunda Daire heyeti üyeleri arasında bir görüş ayrılığı bulunmamaktadır. 6- Anonim şirketlerde bağımsız denetimin ne surette sağlanacağı ise TTK’nın 397 vd. maddelerinde düzenlenmiştir. 6102 sayılı TTK’nın yasalaştığı ilk halinde, tüm anonim şirketler için öngörülen zorunlu bağımsız denetim esasları, yasa henüz yürürlüğe girmeden önce 26.06.2012 tarih ve 6335 sayılı K. ile kısmen değiştirilmiş ve 398.maddedeki denetleme mekanizmasının tüm şirketler yönünden değil, 397/4 maddesi uyarınca, kapsamı Cumhurbaşkanınca (daha önce BK tarafından) belirlenecek şirketler yönünden uygulanacağı kabul edilmiştir. Bu şirketler, niteliklerine, işçi sayılarına ve sermaye büyüklüklerine göre göre son olarak 26.03.2018 tarih ve 2018/11597 sayılı BKK ile belirlenmiştir (bkz. https://turmob.org.tr/). 7- Kanun’a 28.03.2013 tarih ve 6455 sayılı K. ile eklenen 397/5. Maddesi uyarınca, 4. Fıkra kapsamı dışında kalan diğer şirketlerin denetimine ilişkin usul ve esasları ile denetim yapacak denetçilerin niteliklerine, uyacakları etik ilkelere, görev ve yetkilerine, seçilmelerine, görevden alınmalarına veya ayrılmalarına; denetimin ve denetim raporlarının içeriğine ve raporun genel kurula sunulmasına ilişkin hususların Cumhurbaşkanınca çıkarılacak yönetmelikle düzenleneceği kabul edilmiş ise de bu Yönetmelik bu zamana kadar henüz çıkartılmamıştır. Mevcut durumda, kapsam dışında bulunan şirketlerin denetim ve denetçilere ilişkin esaslar henüz belirlenmemiş ve bu konuda Kanun (mevzuat) boşluğu bulunsa da, Kanun’un kapsam dışı şirketler yönünden bağımsız denetim anlayışından vazgeçtiği söylenemez. Esasen bu hususta da Daire heyet üyeleri arasında bir görüş ayrılığı bulunmamaktadır. 8- Keza kapsam dışı şirketlerin genel kurul kararıyla kendilerine haricen dış denetçi atayabilecekleri konusunda da bir görüş ayrılığı bulunmamaktadır. 9- Daire çoğunluğu, somut olayda kapsam dışı davalı Martar A.Ş.’nin sadece şirkete denetçi seçtiği ve bu denetçinin seçimine ve niteliklerine ilişkin hususların ancak TTK’nın 445 ve 446. Maddeleri uyarınca üç aylık yasal süre içerisinde açılacak iptal davasına konu olacağını kabul etmektedir. Oysa, dosyada bulunan davalı şirketin genel kurul toplantısının duyurulmasına ilişkin ilanda “Denetim Kurulu üyelerinin seçimi” gündem maddesinin yer alması ve genel kurul toplantı tutanağının 8. Maddesinde “… Denetim kurulu üye seçimine geçildi. … Murakıplığa … seçildi”, 9. Maddesinde ise “… Denetim kurulu üyelerine ücret ödenmemesine oybirliğiyle karar verildi” ifadelerinden, davalı şirketin, 6102 sayılı TTK ile kaldırıldığı halde “ORGAN” olarak murakıp seçtiği ve böylelikle, anonim şirketler için artık Kanun’da olmayan bir organ oluşturulduğundan bu kararın anonim şirketlerin temel yapısını bozan ve “butlan” ile batıl olan bir karar olduğu ve dava açmanın belirli bir süreye tabi olmadığı kararın bu nedenle bozulması gerektiği düşüncesindeyiz. Dairemizin her ikisi de oybirliğiyle alınan, 28.09.2020 tarih ve 2019/1802 E. – 2020/3601 K. sayılı kararı ile bu kararın karar düzeltme isteminin reddine dair 09.03.2022 T. ve 2021/418 E. – 2022/1674 sayılı kararı da tamamen bu doğrultudadır. Bu nedenle, yapılan seçimi şirkete organ oluşturulması değil de basit bir denetçi seçimi olarak görün Daire çoğunluk görüşüne katılmıyoruz. 10- Öte yandan, her ne kadar kapsam dışı şirketler yönünden TTK’nın 398 vd. maddeleri doğrudan uygulanacak kurallar değil ise de, mevcut kanun (mevzuat) boşluğunda, denetçilerin “bağımsız” nitelikte olması yeni dönemde yapılacak şirket dış denetiminde aranan zorunlu bir unsur olduğunu, mevzuattaki boşluğun Cumhurbaşkanlığınca doldurulmasına kadar kapsam içi şirketler için geçerli denetim esaslarının, kapsam dışı şirketler yönünden de uygulanması ve TMK’nın 1/2. Maddesi uyarınca mevcut boşluğun bu şekilde doldurulması gerektiğini düşünmekteyiz. Yukarıda zikredilen bu husus Dairemizin oybirliği ile alınan kararında da bu şekilde zikredilmiştir. Somut olayda, davalı şirketin murakıbı olarak seçilen şahsın, şirket muhasebecisinin yanında çalışan bir kişi olması hasebiyle, yapılan seçimin TTK’nın 400/1-e-f-g. Maddesinde aranan “e) Denetlenecek şirketin defterlerinin tutulmasında veya finansal tablolarının düzenlenmesinde denetleme dışında faaliyette veya katkıda bulunmuşsa, f) Denetlenecek şirketin defterlerinin tutulmasında veya finansal tablolarının çıkarılmasında denetleme dışında faaliyette veya katkıda bulunduğu için (e) bendine göre denetçi olamayacak gerçek veya tüzel kişinin veya onun ortaklarından birinin kanuni temsilcisi, temsilcisi, çalışanı, yönetim kurulu üyesi, ortağı, sahibi ya da gerçek kişi olarak bizzat kendisi ise, g) (a) ila (f) bentlerinde yer alan şartları taşıdığı için denetçi olamayan bir denetçinin nezdinde çalışıyorsa,” temel kurala ve anonim şirketlerin temel yapısına aykırı ve nedenle de mutlak butlanla batıl olduğu, dava açmanın süreye tabi olmadığını düşündüğümüzden Daire çoğunluğunun konuyu iptal davası olarak gören aksi yöndeki görüşüne katılmıyoruz.
4. Hukuk Dairesi 2021/26777 E. , 2022/11236 K. “İçtihat Metni” MAHKEMESİ :Asliye Hukuk Mahkemesi Taraflar arasındaki tazminat davasının yapılan yargılaması sonunda; kararda yazılı nedenlerden dolayı kısmen kabulüne dair verilen hükmün süresi içinde Adalet Bakanlığı tarafından kanun yararına bozma yoluna başvurulması üzerine dosya incelendi, gereği düşünüldü. K A R A R Davacı vekili, davacıya ait araca, davalıların maliki ve sürücüsü oldukları aracın çarpması sonucunda araçta hasar meydana geldiğini belirterek, araçta meydana gelen maddi hasar, araç değer kaybı ve araç mahrumiyet bedelinin tahsiline karar verilmesini talep etmiştir. Davalılar, davanın reddini savunmuşlardır. Denizli 5. Asliye Hukuk Mahkemesinin 19/06/2020 tarih, 2019/98 Esas, 2020/113 Karar sayılı ilamında; toplanan deliller ve benimsenen bilirkişi raporuna göre; davanın kısmen kabulü ile 5.270,00-TL hasar bedeli alacağının davalılardan müştereken ve müteselsilen tahsiline, ikame araç kiralandığına dair belge sunulamadığı ve aracın önceden hasarı bulunduğu gerekçesiyle değer kaybı ile araç mahrumiyeti bedeli talebinin reddine karar verilmiş, hükmün Adalet Bakanlığı Hukuk İşleri Genel Müdürlüğü tarafından HMK’nın 363. maddesi gereğince kanun yararına bozulması talep edilmiştir. 1-Dosyadaki yazılara, delillerin değerlendirilmesinde bir isabetsizlik bulunmamasına ve değer kaybı talebi yönünden verilen hükmün usul ve yasaya uygun olmasına göre Adalet Bakanlığı Hukuk İşleri Genel Müdürlüğü’nün aşağıdaki bendin kapsamı dışında kalan yerinde görülmeyen sair, kanun yararına temyiz itirazlarının reddine karar vermek gerekmiştir. 2-Dava, trafik kazasından kaynaklanan maddi tazminat istemine ilişkindir. Davacı vekili, meydana gelen kazada davacıya ait aracın hasarlandığını, aracın onarım süresince aracından mahrum kaldığını açıklayıp diğer taleplerinin yanında araç mahrumiyet bedelinin de tahsiline karar verilmesini talep etmiştir. Kural olarak haksız fiilden kaynaklanan tazminat davalarında gerçek zarar ilkesi geçerlidir. Zarar gören ancak haksız fiil sebebiyle uğradığı gerçek zararını haksız fiil sorumlularından isteyebilir. Olay tarihi itibariyle yürürlükte bulunan 6098 sayılı Türk Borçlar Kanununun 50’nci maddesinin ikinci fıkrası uyarınca davacı tarafından araç kiraladığına dair belge veya ödeme belgeleri sunulmasa da hakim zararı belirleyebilir. Bu durumda mahkemece, davacı aracında oluşan hasarın niteliğine göre makul tamir süresinin belirlenmesi, ihtiyaçları için aracı kullanamamaktan doğan ve bu süre içinde davacının (ikame araç) ödemesi gereken bedelin ne olacağı konularında alınan bilirkişi raporuna göre davacının araç mahrumiyet bedeli talebinin kabulüne karar verilmesi gerekirken, yanılgılı değerlendirme ile davacının bu talebini objektif kriter ve delillerle ispatlayamadığı gerekçesiyle reddine karar verilmesi doğru görülmemiştir. SONUÇ: Yukarıda (1) nolu bentte açıklanan nedenlerle Adalet Bakanlığı Hukuk İşleri Genel Müdürlüğü’nün kanun yararına temyiz itirazlarının reddine, (2) nolu bentte açıklanan nedenlerle Adalet Bakanlığı Hukuk İşleri Genel Müdürlüğü’nün kanun yararına temyiz itirazlarının kabulüyle 6100 sayılı HMK’nin 363. maddesi uyarınca hükmün, hukuki sonuçlarına etkili olmamak kaydı ile KANUN YARARINA BOZULMASINA, bozma kararının bir örneğinin Resmi Gazete’de yayınlanmak üzere Adalet Bakanlığına gönderilmesine 29/09/2022 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Hukuk Genel Kurulu 2022/134 E. , 2022/491 K. “İçtihat Metni” MAHKEMESİ : İzmir Bölge Adliye Mahkemesi 13. Hukuk Dairesi 1. Taraflar arasındaki “vekâlet ücreti alacağı” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda, İzmir Bölge Adliye Mahkemesi 13. Hukuk Dairesince ilk derece mahkemesinin kararı kaldırılarak yeniden esas hakkında hüküm kurulmak suretiyle davanın kısmen kabulüne ilişkin verilen karar davacı vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine Yargıtay 3. Hukuk Dairesince yapılan inceleme sonunda bozulmuş, Bölge Adliye Mahkemesince Özel Daire bozma kararına karşı direnilmiştir. 2. Direnme kararı davacı vekili tarafından temyiz edilmiştir. 3. Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve temyiz incelemesi sırasında duruşmanın düzenlendiği 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun (HMK) 369. maddesinin direnme kararının temyizini kapsamadığı, direnmenin düzenlendiği aynı Kanun’un 373. maddesinde ise duruşmaya yer verilmediği gözetildiğinde direnme kararlarının temyiz incelemesinde duruşma yapılamayacağı kabul edilerek davacı vekilinin temyiz dilekçesinde talep ettiği duruşma talebinin reddine karar verilip dosyadaki belgeler incelendikten sonra gereği görüşüldü: I. YARGILAMA SÜRECİ Davacı İstemi: 4. Davacı vekili Bodrum 1. Asliye Hukuk Mahkemesine verdiği dava dilekçesinde; avukat olan müvekkilinin davalıyı temsil ettiği davada haksız azledildiğini, ödenmeyen vekâlet ücretinin tahsili için başlatılan icra takibine davalının haksız itiraz ettiğini ileri sürerek icra takibine vâki itirazın iptaline karar verilmesini istemiş, 11.04.2017 havale tarihli ıslah dilekçesi ile talebini vekâlet ücreti alacağının tahsili olarak değiştirmiştir. Davalı cevabı: 5. Davalı vekili; azlin haklı olduğunu belirterek davanın reddini savunmuştur. İlk Derece Mahkemesi Kararı: 6. Bodrum 1. Asliye Hukuk Mahkemesinin 27.04.2017 tarihli ve 2014/795 E., 2017/166 K. sayılı kararı ile; davanın ıslah edilmiş hâliyle kısmen kabulüne, fazlaya ilişkin istemin reddine karar verilmiştir. 7. İlk derece mahkemesinin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde taraf vekilleri tarafından istinaf kanun yoluna başvurulması üzerine; İzmir Bölge Adliye Mahkemesi 13. Hukuk Dairesinin 27.12.2017 tarihli ve 2017/1920 E., 2017/2314 K. sayılı kararı ile, davaya tüketici mahkemesi sıfatıyla bakılarak hasıl olacak sonuca uygun karar verilmesi için dosyanın mahkemesine iadesine karar verilmiştir. 8. Bodrum 1. Asliye Hukuk Mahkemesinin (Tüketici Mahkemesi Sıfatıyla) 12.04.2018 tarihli ve 2018/54 E., 2018/129 K. sayılı kararı ile; önceki karar gerkçesiyle davanın ıslah edilmiş hâliyle kısmen kabulüne, fazlaya ilişkin istemin reddine karar verilmiştir. Bölge Adliye Mahkemesi Kararı: 9. İlk derece mahkemesinin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde davalı vekili tarafından istinaf kanun yoluna başvurulmuştur. 10. İzmir Bölge Adliye Mahkemesi 13. Hukuk Dairesinin 03.12.2019 tarihli ve 2018/2341 E., 2019/2400 K. sayılı kararı ile; davalının istinaf talebinin kabulü ile ilk derece mahkemesi kararının kaldırılmasına, davanın kısmen kabulü ile 175TL’nin 08.07.2013 tarihinden itibaren işleyecek yasal faiziyle birlikte davalıdan tahsiline, fazlaya dair istemin reddine karar verilmiştir. Özel Daire Bozma Kararı: 11. İzmir Bölge Adliye Mahkemesi 13. Hukuk Dairesinin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde davacı vekili temyiz isteminde bulunmuştur. 12. Yargıtay 3. Hukuk Dairesinin 23.02.2021 tarihli ve 2020/8090 E., 2021/1826 K. sayılı kararı ile; “…Davacı, haksız azil nedeniyle vekalet ücretinin tahsili amacıyla eldeki davayı açmıştır. İlk derece mahkemesince azlin haksız olduğu kabul edilerek sözleşmede belirlenen 20.000 USD üzerinden hüküm kurulmuş, davalının istinaf başvurusu üzerine İzmir Bölge Adliye Mahkemesince de; azil haklı kabul edilerek sadece bitmiş davalar yönünden davanın kısmen kabulüne karar verilmiştir. Dosya incelendiğinde; ilk derece mahkemesince alınan 20.01.2017 tarihli bilirkişi raporu ile davacı avukatın özen yükümlülüğüne aykırı davranmadığı ve azlin haksız olduğunun belirtildiği, mahkemenin bu rapor doğrultusunda hüküm kurduğu, davalının istinaf başvurusu üzerine bölge adliye mahkemesince dosya üzerinden inceleme yapılarak taraflar arasındaki mail yazışmaları ve tanık beyanı doğrultusunda azlin haklı olduğu kabul edilerek yazılı şekilde karar verildiği anlaşılmaktadır. Avukatın, vekil olarak borçları Borçlar Kanununun 389 ve devamı maddelerinde gösterilmiş olup, vekil, adı geçen Kanunun 390. maddesine göre müvekkiline karşı vekaleti sadakat ve özenle ifa etmekte yükümlüdür. Vekil, sadakat borcu gereği olarak müvekkilinin yararına olacak davranışlarda bulunmak, ona zarar verecek davranışlardan kaçınmak zorunluluğundadır. “Özen borcu” ile ilgili Avukatlık Kanununun 34. maddesinde mevcut olan, “Avukatlar, yüklendikleri görevleri, bu görevin kutsallığına yakışır bir şekilde özen, doğruluk ve onur içinde yerine getirmek ve avukatlık ünvanının gerektirdiği saygı ve güvene yakışır bir şekilde hareket etmekle yükümlüdürler.” Şeklindeki hüküm ise, avukatlık mesleğinin bir kamu hizmeti olması nedeniyle, Borçlar Kanununun 390. maddesinde düzenlenen vekilin özen borcuna göre çok daha kapsamlı ve özel bir düzenlemedir. Buna göre avukat, üzerine aldığı işi özenle ve müvekkili yararına yürütüp sonuçlandırmakla görevli olduğu gibi, müvekkilinin kendisi hakkındaki güveninin sarsılmasına neden olacak tutum ve davranışlardan da titizlikle kaçınmak zorundadır. Aksi halde avukatına güveni kalmayan müvekkilin avukatını azletmesi halinde azlin haklı olduğunun kabulü gerekir. Gerçekten de avukat, görevini yerine getirirken gerekli özen ve dikkati göstermemiş, sadakatle vekaleti ifa etmemiş ise, müvekkilinin vekilini azli haklıdır. Avukatlık Kanununun, 174. maddesinde, “Avukatın azli halinde ücretin tamamı verilir. Şu kadar ki, avukat kusur veya ihmalinden dolayı azledilmiş ise ücretin ödenmesi gerekmez.” hükmü mevcut olup, bu hükme göre azil işleminin haklı nedene dayandığının kanıtlanması halinde müvekkil avukata vekalet ücreti ödemekle yükümlü değildir. Dairemizin kökleşmiş içtihatlarına göre haklı azil halinde ancak azil tarihi itibariyle sonuçlanıp, kesinleşen işlerden dolayı vekalet ücreti talep edilebilir. Zira vekalet ilişkisi bir bütün olup azil, taraflar arasındaki tüm dava ve takiplere sirayet edeceğinden, azlin haklı olduğunun kabul edilmesi halinde, davacının azil tarihi itibariyle sonuçlanıp kesinleşmeyen işlerden dolayı vekalet ücreti talep edebilmesi mümkün değildir. Buna karşılık haksız azil halinde ise avukat, hangi aşamada olursa olsun, üstlendiği işin tüm vekalet ücretini talep etme hakkına sahiptir. Bu açıklamalardan sonra dava konusu olaya bakılacak olursa, 21/09/2010 tarihinde davalı tarafından davacı avukata vekaletname verildiği ve aynı tarihte Avukatlık Ücret Sözleşmesi imzalandığı, taraflar arasındaki vekalet ilişkisinin 25/06/2013 tarihli azilname ile ‘davranışlarındaki avukatlık ünvanının gerektirdiği saygı ve güvenin yitirilmesine neden olunduğu’ gerekçesi ile sona erdiği sabittir. Bu durumda davada öncelikle çözümlenmesi gereken husus, azlin haklı olup olmadığına ilişkindir. Dosyada alınan bilirkişi raporunda azil gerekçesi olan bilgi ve hesap verme yükümlülüğü yönünden herhangi bir inceleme yapılmamış, Bölge Adliye Mahkemesince de dosya üzerinde yapılan inceleme sonucunda karar verilmiştir. Hal böyle olunca azlin haklı olup olmadığı hususunu açıklığa kavuşturmak için konusunda uzman üç kişilik bilirkişi kurulundan taraf, mahkeme ve Yargıtay denetimine elverişli rapor alınarak, davalı tarafça ileri sürülen tüm azil nedenleri, taraflar arasında düzenlenen vekalet sözleşmesi, karşılıklı gönderilen mailler, davacıya gönderilen 10.000TL ve davacı tarafından takip edilen tüm dosyalar tek tek incelenip değerlendirilmeli ve sonucuna göre bir hüküm kurulmalıdır. Bölge Adliye Mahkemesince eksik inceleme ile yazılı şekilde karar verilmiş olması, usul ve yasaya aykırı olup, bozmayı gerektirir. Kabule göre de; davacının Bodrum 1. Asliye Hukuk Mahkemesi’nin 2010/264 D.iş sayılı dosyasına yönelik bir talebi olmadığı halde Bölge Adliye Mahkemesince sadece bitmiş olan bu dosya yönünden HMK.’nun “taleple bağlılık ilkesi” başlıklı 26/1 maddesinde düzenlenen emredici hükme aykırı ve talep edilenden fazla olacak şekilde hüküm kurulmuş olması da aleyhe temyiz olmaması nedeniyle eleştiri konusu yapılmıştır…” gerekçesiyle Bölge Adliye Mahkemesi kararı bozulmuştur. Direnme Kararı: 13. İzmir Bölge Adliye Mahkemesi 13. Hukuk Dairesinin 14.07.2021 tarihli ve 2021/778 E., 2021/1032 K. sayılı kararı ile; kısa kararda “Davacının davasının reddine” şeklinde hüküm kurulmuş; aynı tarihte tashih kararı verilerek kısa kararda sehven “Davacının davasının reddine” denildiği belirtilmek suretiyle hüküm ilk kararla aynı olacak şekilde düzeltilmiş; gerekçeli kararda, önceki karar gerekçesiyle birlikte avukatın azledilmesinin haklı olup olmamasının teknik bir mesele olmadığı, hâkimin görevi ve yürüttüğü mesleği gereği azlin haklı olup olmadığını belirlemekle yükümlü olduğu bu nedenle bilirkişi raporu alınmasının yersiz olduğu gerekçesiyle ve kısa kararda sehven “Davacının davasının reddine” denildiği belirtilerek davanın kısmen kabulü ile 175TL’nin 08.07.2013 tarihinden itibaren işleyecek yasal faiziyle birlikte davalıdan tahsiline, fazlaya dair istemin reddine yönünde direnme kararı verilmiştir. Direnme Kararının Temyizi: 14. Direnme kararı süresi içinde davacı vekili tarafından temyiz edilmiştir. II. ÖN SORUN 15. Hukuk Genel Kurulunda yapılan görüşmeler sırasında işin esasının incelenmesinden önce; Bölge Adliye Mahkemesinin direnmeye ilişkin tefhim edilen kısa kararında “Davacının davasının reddine” yazılmasının, aynı tarihte verilen tashih kararında açık maddi hata yapıldığının, olması gereken kısa kararın “Davanın kısmen kabulü ile 175,00 TL’nin 8.7.2013 tarihinden itibaren işleyecek yasal faiziyle birlikte davalıdan tahsiline, fazlaya dair istemin reddine” olduğunun belirtilmesinin, gerekçeli kararda ise yapıldığı belirtilen açık maddi hataya değinilerek yine “Davanın kısmen kabulü ile 175,00 TL’nin 8.7.2013 tarihinden itibaren işleyecek yasal faiziyle birlikte davalıdan tahsiline,” şeklinde hüküm tesisinin HMK’nın 297. maddesine aykırılık teşkil edip etmediği hususu ön sorun olarak tartışılmıştır. III. GEREKÇE 16. Bilindiği üzere 01.10.2011 tarihinde yürürlüğe giren HMK’nın 297. maddesi bir mahkeme hükmünün kapsamının ne şekilde olması gerektiğini açıklamıştır. Buna göre; “(1) Hüküm “Türk Milleti Adına” verilir ve bu ibareden sonra aşağıdaki hususları kapsar: a)Hükmü veren mahkeme ile hâkim veya hâkimlerin ve zabıt kâtibinin ad ve soyadları ile sicil numaraları, mahkeme çeşitli sıfatlarla görev yapıyorsa hükmün hangi sıfatla verildiğini. b)Tarafların ve davaya katılanların kimlikleri ile Türkiye Cumhuriyeti kimlik numarası, varsa kanuni temsilci ve vekillerinin ad ve soyadları ile adreslerini c)Tarafların iddia ve savunmalarının özetini, anlaştıkları ve anlaşamadıkları hususları, çekişmeli vakıalar hakkında toplanan delilleri, delillerin tartışılması ve değerlendirilmesini, sabit görülen vakıalarla bunlardan çıkarılan sonuç ve hukuki sebepleri ç)Hüküm sonucu, yargılama giderleri ile taraflardan alınan avansın harcanmayan kısmının iadesi, varsa kanun yolları ve süresini d)Hükmün verildiği tarih ve hâkim veya hâkimlerin ve zabıt kâtibinin imzalarını e)Gerekçeli kararın yazıldığı tarihi (2)Hükmün sonuç kısmında, gerekçeye ait herhangi bir söz tekrar edilmeksizin, taleplerden her biri hakkında verilen hükümle, taraflara yüklenen borç ve tanınan hakların, sıra numarası altında; açık, şüphe ve tereddüt uyandırmayacak şekilde gösterilmesi gereklidir.” 17. Anılan düzenlemeye göre bir mahkeme kararında, tarafların iddia ve savunmalarının özetlerinin, anlaştıkları ve anlaşamadıkları hususların, çekişmeli vakıalar hakkında toplanan delillerin, delillerin tartışılması ve değerlendirilmesinin, sabit görülen vakıalarla, bunlardan çıkarılan sonuç ve hukukî sebeplerin birer birer, şüphe ve tereddüt uyandırmayacak şekilde gösterilmesi gereklidir. 18. Bu kısım, hükmün gerekçe bölümüdür. Gerekçe, hâkimin (mahkemenin) tespit etmiş olduğu maddi vakıalar ile hüküm fıkrası arasında bir köprü görevi yapar. Gerekçe bölümünde hükmün dayandığı hukukî esaslar açıklanır. Hâkim, tarafların kendisine sundukları maddi vakıaların hukukî niteliğini (hukukî sebepleri) kendiliğinden araştırıp bularak hükmünü dayandırdığı hukuk kurallarını ve bunun nedenlerini gerekçede açıklar. 19. Hâkim, gerekçe sayesinde verdiği hükmün doğru olup olmadığını, yani kendini denetler. Üst mahkeme de bir hükmün hukuka uygun olup olmadığını ancak gerekçe sayesinde denetleyebilir. Taraflar da ancak gerekçe sayesinde haklı olup olmadıklarını daha iyi anlayabilirler. Bir hüküm, ne kadar haklı olursa olsun, gerekçesiz ise tarafları tatmin etmez (Kuru, Baki/ Arslan, Ramazan/ Yılmaz, Ejder: Medeni Usul Hukuku, 22. Baskı, Ankara 2011, s. 472). 20. 2709 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın (Anayasa) 141. maddesi gereğince mahkemelerin her türlü kararının gerekçeli olması gereklidir. Gerekçenin önemi anayasal olarak hükme bağlanmakla gösterilmiş olup, gerekçe ve hüküm birbirine sıkı sıkıya bağlıdır. 21. Kanunun aradığı anlamda oluşturulacak kararların hüküm fıkralarının açık, anlaşılır, çelişkisiz, uygulanabilir olmasının gerekliliği kadar; kararın gerekçesinin de sonucu ile tam bir uyum içinde o davaya konu maddi olguların mahkemece nasıl nitelendirildiğini, kurulan hükmün hangi nedenlere ve hukuksal düzenlemelere dayandırıldığını ortaya koyacak; kısaca maddi olgular ile hüküm arasındaki mantıksal bağlantıyı gösterecek nitelikte olması gerekir. 22. Zira tarafların o dava yönünden, hukuk düzenince hangi nedenle haklı veya haksız görüldüklerini anlayıp değerlendirebilmeleri ve Yargıtayın hukuka uygunluk denetimini yapabilmesi için ortada, usulüne uygun şekilde oluşturulmuş; hükmün hangi nedenle o içerik ve kapsamda verildiğini ayrıntılarıyla gösteren, ifadeleri özenle seçilmiş ve kuşkuya yer vermeyecek açıklıktaki bir gerekçe bölümünün ve buna uyumlu hüküm fıkralarının bulunması zorunludur. 23. Hukuk Genel Kurulunun 08.11.2017 tarihli ve 2017/13-1699 E., 2017/1300 K.; 04.04.2018 tarihli ve 2015/9-2883 E., 2018/675 K.; 08.07.2020 tarihli ve 2017/4-1445 E., 2020/552 K. sayılı kararlarında da bu hususlar benimsenmiştir. 24. Nitekim 07.06.1976 tarihli ve 1976/3-4 E., 1976/3 K. sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararının gerekçesinde yer alan “Gerekçenin ilgili bilgi ve belgelerin isabetle takdir edildiğini gösterir biçimde geçerli ve yasal olması aranmalıdır. Gerekçenin bu niteliği yasa koyucunun amacına uygun olduğu gibi, kararı aydınlatmak, keyfiliği önlemek ve tarafları tatmin etmek niteliği de tartışma götürmez bir gerçektir” şeklindeki açıklama ile de aynı ilkeye vurgu yapılmıştır. 25. Mahkemelerin her türlü kararının gerekçeli olarak yazılması gerektiğini öngören Anayasa’nın 141. maddesinin 3. fıkrası ve ona koşut bir düzenleme içeren HMK’nın 297. maddesi işte bu amacı gerçekleştirmeye yöneliktir. 26. Öte yandan, mahkeme kararlarının taraflar, bazen de ilgili olabilecekleri başka hukukî ihtilaflar yönünden etkili ve bağlayıcı kabul edilebilmeleri, başka bir dava yönünden kesin hüküm, kesin veya güçlü delil oluşturup oluşturamayacağı gibi hukuksal değerlendirmeler de bu kararların yukarıda açıklanan nitelikte bir gerekçeyi içermesiyle mümkündür. 27. Ayrıca, mahkemelerin direnme kararları da bir davayı sona erdiren (nihai) temyizi mümkün son kararlardan olup; mahkemece bozmaya uyulması yönünde oluşturulan karar ise, bozma lehine olan taraf yararına usulü kazanılmış hakkın gerçekleşmesine neden olmaktadır. 28. Bu nedenle, bir davanın taraflarının o dava yönünden, mahkemece hangi nedenle haklı veya haksız bulunduklarını anlayıp değerlendirebilmeleri ve Yargıtayın hukuka uygunluk denetimini yapabilmesi için, ortada usulüne uygun şekilde oluşturulmuş kuşkuya yer vermeyecek bir açıklık taşıyan direnme ya da uyma kararının bulunması zorunludur. Mahkeme, bozma nedenlerinden her birine, hangi sebeple uyduğunu ya da uymadığını gerekçesiyle ortaya koymalıdır. 29. Zira direnme kararlarının hukuksal niteliklerinin doğal sonucu ve gereği olarak, Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun yapacağı inceleme ve değerlendirme, bozma üzerine mahkemelerce verilmiş direnme kararlarına münhasır olduğundan inceleme sırasında gözeteceği temel unsurlardan birini bozmaya karşı tarafların beyanlarının tespiti ile uyulup uyulmama konusunda verilen ara kararları ile sonuçta hüküm fıkrasını içeren kısa ve gerekçeli kararların birbiriyle tam uyumu ve buna bağlı olarak kararın ortaya konulan sonucuna uygun gerekçesi oluşturmaktadır. Bunlardan birisinde ortaya çıkacak farklılık ya da aksama çelişki doğuracaktır ki, bunun açıkça usul ve yasaya aykırılık teşkil edeceği kuşkusuzdur. 30. Anılan husus kamu düzeni ile ilgili olup gözetilmesi Kanun ile hâkime yükletilmiş bir ödevdir. Aksine düşünce ve uygulama gerek yargı erki ile hâkimin gerek mahkeme kararlarının her türlü düşünceden uzak, saygın ve güvenilir olması ilkesi ile de bağdaşmaz. 31. Ayrıca Yargıtayca bozulan mahkeme kararı ortadan kalkar ve hukukî geçerliliğini yitirir. Bozulan karar sonraki kararın eki niteliğinde olmadığından bu karara atıf yapılarak hüküm kurulması isabetsiz olduğu gibi, bozulan karardaki gerekçeye atıf yapılması da yasal dayanaktan yoksundur (Hukuk Genel Kurulunun 22.06.2011 tarihli ve 2011/11-344 E., 2011/436 K. ile 29.02.2012 tarihli ve 2011/9-754 E., 2012/102 K. sayılı kararları). 32. Tarafların tüm delilleri toplanıp tetkik edildikten son sözleri dinlenip duruşmanın bittiği bildirildikten sonra hâkimin, HMK’nın 298. maddesi uyarınca kararlarını gerekçesi ile birlikte (tam olarak) yazması ve hüküm sonucunu HMK’nın 297/2. maddesinde öngörülen biçimde tefhim etmesi asıldır. Mahkemece yargılama sonunda verilen bu kısa karar, bir davayı sona erdiren temyizi mümkün olan (nihai) son kararlardandır. Bu kararla mahkeme davadan elini çeker ve davayı sona erdirmiş olur. 33. Ne var ki, uygulamada HMK’nın 294. maddesinin getirdiği imkândan faydalanarak bazı zorunlu nedenlerle sadece hükmün sonucu tutanağı geçirilip tefhim edilmekte, gerekçeli karar daha sonra yazılmaktadır. 34. İşte bu gibi hâllerde, tarafların hak ve yükümlülüklerini açıkça gösteren tefhim ile aleniyet ve hukukî varlık kazanan kısa karara daha sonra yazılan gerekçeli kararın uygun olması zorunludur. Esasen kısa kararı yazıp, tefhim etmekle davadan elini çekmiş olan hâkimin artık bu kararını değiştirmesine yasal olanak bulunmamaktadır. Öte yandan, kısa kararla gerekçeli kararın çelişkili olması, yargılamanın aleniyeti, kararların alenen tefhim edilmesine ilişkin Anayasanın 141. maddesi ile HMK’nın yukarıda değinilen buyurucu nitelikteki maddelerine de aykırı bir durum oluşturur (Yargıtay İçtihadı Birleştirme Büyük Genel Kurulunun 10.4.1992 tarihli ve 1991/7 E., 1992/4 K. sayılı kararı). 35. Yukarıda da açıklandığı üzere, ilamın tefhim edilen kısa karara uygun yazılması ve gerekçe taşıması kamu düzeni ile doğrudan ilgili temel kurallardan olup, bu kurala kanun koyucu HMK’nın 294 ve 298. maddeleriyle varlık kazandırmıştır. 36. Bu açıklamalar ışığında somut olay değerlendirildiğinde, İzmir Bölge Adliye Mahkemesi 13. Hukuk Dairesi kısa kararında “Davacının davasının reddine” şeklinde hüküm kurmuş, aynı tarihte tashih kararı vererek kısa kararda sehven “Davacının davasının reddine” denildiği belirtilmek suretiyle anılan hüküm “Davanın kısmen kabulü ile 175,00 TL’nin 8.7.2013 tarihinden itibaren işleyecek yasal faiziyle birlikte davalıdan tahsiline, fazlaya dair istemin reddine” şeklinde düzeltilmiş, gerekçeli kararda da sehven “Davacının davasının reddine” denildiğinin açıklanması suretiyle tashihde belirtildiği şekilde davanın kısmen kabulü yönünde hüküm tesis edilmiştir. 37. Şu hâlde, her ne kadar gerekçeli kararda sehven yazıldığı belirtilmiş ise de, kısa karar ile gerekçesi arasında çelişki bulunduğundan ön sorun mevcuttur. 38. Açıklanan nedenlerle mahkemece yapılacak iş, tefhim edilen kısa karara uygun gerekçeli karar ve buna uygun hüküm oluşturmak olup buna aykırı direnme kararı usul yönünden bozulmalıdır. 39. Bu nedenle, yasal düzenleme ve ilkeler çerçevesinde anlaşılabilir ve denetlenebilir nitelikte direnme kararı verilmek üzere salt bu usulü eksikliğe dayalı olarak direnme kararının bozulmasına karar vermek gerekmiştir. IV. SONUÇ: Açıklanan nedenlerle; Davacı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile direnme kararının yukarıda açıklanan nedenlerden dolayı, 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 371. maddesi gereğince usulden BOZULMASINA, Bozma nedenine göre sair temyiz itirazlarının incelenmesine şimdilik yer olmadığına, İstek hâlinde temyiz peşin harcının yatırana geri verilmesine, Dosyanın 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 373/2. maddesi uyarınca, kararı veren Bölge Adliye Mahkemesine gönderilmesine, 07.04.2022 tarihinde oy birliği ile kesin olarak karar verildi.
15. Hukuk Dairesi 2019/1173 E. , 2019/5252 K. “İçtihat Metni” Davacılar 1-… İnş. Tic. ve San. A.Ş. 2-… İnş. Tic. ve San. A.Ş. 3-… İnş. ve Tic. Ltd. Şti. ile davalı … Kalıp Makine ve Kalıp San. A.Ş. arasındaki davadan dolayı … 4. Asliye Ticaret Mahkemesince verilen 22.11.2017 gün ve 2016/112 E.-2017/1174 K. sayılı hükmü bozan Dairemizin 15.11.2018 gün ve 2018/446 E.-2018/4507 K. sayılı ilamı aleyhinde taraf vekillerince karar düzeltilmesi isteğinde bulunulmuş ve karar düzeltme dilekçelerinin süresi içinde verildiği anlaşılmış olmakla dosyadaki kağıtlar okundu gereği konuşulup düşünüldü: – K A R A R – Dava, eser sözleşmesinden kaynaklanmış olup menfi tespit istemine ilişkindir. Mahkemece bozmaya uyularak yapılan yargılama sonucunda istirdat davasına dönüşen davanın kabulüne dair verilen kararın davalı vekilince temyizi üzerine Dairemizden verilen davalının diğer temyiz itirazları reddedilerek ikinci bentte açıklanan nedenlerle davalı yararına bozulmasına dair 15.11.2018 gün 2018/446 Esas, 2018/4507 Karar sayılı bozma ilamına karşı taraf vekillerince yasal süresi içinde karar düzeltme talebinde bulunulmuştur. 1-Yargıtay ilamında belirtilen gerektirici nedenler karşısında ve özellikle tasfiye kesin hesabı çıkartılırken icra dosyasında takibe konulan çeklerle ilgili yapılan ödemelerde, takibe konu çek miktarlarının ödemelere dahil edilerek hesaplama yapılması gerekmekte olup, fazla ödeme yapıldığı ve çeklere dayalı yapılan takipler yönünden borçlu bulunulmadığının saptanması halinde istirdada dönüşen davada ödenen çek bedelleri ile fazladan ödenen fer’ilerinin de istirdadına karar verileceğinin tabii bulunmasına göre davalı vekilinin tüm, davacılar vekilinin aşağıdaki bendin kapsamı dışında kalan diğer karar düzeltme talepleri yerinde görülmemiş reddi gerekmiştir. 2-Dairemizin 15.11.2018 gün ve 2018/446 Esas, 2018/4507 Karar sayılı bozma ilamının 2. bent dördüncü paragrafında belirtildiği üzere, taraflar arasındaki sözleşmenin “ceza” başlıklı 6. 1. maddesi yollaması ile uygulanması gerekli dava dışı iş sahibi ile davacı yükleniciler arasında imzalanan sözleşmenin 10.2.1. maddesinde “İdare tarafından verilen süre uzatımı hariç, iş zamanında bitirilemediği takdirde geçen her takvim günü için yüklenicinin hakedişinden sözleşme bedelinin %0,06’sı (onbinde altısı) oranında gecikme cezası kesilir.” hükmü, sözleşmenin imzalandığı tarihte yürürlükte bulunan 818 sayılı BK’nın 158/II. maddesinde tanımlanan ifaya ekli cezadır. Aynı maddenin son cümlesinde alacaklının bu hakkından açıkça feragat etmiş olması veya ihtirazı kayıt ileri sürülmeksizin edanın kabul edilmesi halinde cezanın düşeceği hususu düzenlenmiştir. Hüküm emredici nitelikte olmadığından sözleşmede kararlaştırılmış ise, ihtirazi kayıtsız kabul halinde dahi ceza-i şartı isteme hakkının düşmeyeceği kabul edilmektedir (Yargıtay 15.Hukuk Dairesinin 01.11.2007 gün 2006/3234 Esas, 2007/6830 Karar sayılı ilamı). Sözleşmenin 9. 2. maddesinde “Taraflardan herhangi birinin iş bu sözleşmeden ve/veya kanundan doğan bir hakkını kullanmamış olması o hakkını/yetkisini kullanmaktan açık veya örtülü geçici veya daimi olarak vazgeçtiği şeklinde yorumlanamaz; ilgili taraf sözkonusu haklarının her zaman kullanabilir.” şeklinde düzenleme yapılmıştır. Yapılan bu düzenleme ile, hakların saklı tutulmamış olmasının daha sonra talepte bulunulmasına engel teşkil etmeyeceği kabul edilerek sözleşmede aksi kararlaştırılmış olduğundan, teslimde ihtirazi kayıt ileri sürülmemesine rağmen davacı yüklenicilerin ceza-i şartı isteme haklarının bulunduğu kabul edilerek davacı yüklenicilerin alacağına katılması gerekli ve hükme esas alınan bilirkişi raporunda ceza-i şartla ilgili yapılan hesaplama doğrudur. Bu durumda, ceza-i şartı isteme hakkı düştüğü gerekçesiyle bozma yapılmaması gerekirken, sözleşmenin 9. 2. maddesi hükmü gözden kaçırılarak bu yönden de bozma yapıldığı bu kez yapılan incelemede anlaşıldığından, davacıların buna yönelen karar düzeltme talebinin kabulü uygun bulunmuştur. SONUÇ: Yukarıda 1. bentte açıklanan nedenlerle davalının tüm, davacıların diğer karar düzeltme taleplerinin reddine, 2. bent uyarınca kabulü ile Dairemizin 15.11.2018 gün 2018/446 Esas, 2018/4507 Karar sayılı bozma ilamının 2. bent dördüncü paragrafının bozma kapsamından çıkartılarak hükmün diğer nedenlerle davalı yararına BOZULMASINA, ödediği karar düzeltme peşin harcının istek halinde karar düzeltme isteyen davacılara geri verilmesine, HUMK’nın 442. maddesi hükmünce 384,00 TL para cezasının karar düzeltme isteyen davalıya yükletilmesine, 18.12.2019 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Danıştay 9. Daire Başkanlığı 2021/418 E. , 2022/3779 K. “İçtihat Metni” T.C. D A N I Ş T A Y DOKUZUNCU DAİRE Esas No : 2021/418 Karar No : 2022/3779 TEMYİZ EDEN (DAVACI) : … VEKİLİ : Av. … KARŞI TARAF (DAVALI) : … Vergi Dairesi Başkanlığı VEKİLİ : Av. … İSTEMİN KONUSU : … Bölge İdare Mahkemesi … Vergi Dava Dairesinin … tarih ve E:…, K:… sayılı kararının, temyizen incelenerek bozulması istenilmektedir. YARGILAMA SÜRECİ: Dava konusu istem: Serbest Muhasebeci Mali Müşavir olan davacı adına, …’e ait vergi borçlarının tahsili amacıyla müteselsil sorumlu sıfatıyla düzenlenen … tarih ve …-…-…-…-…-…-… sayılı ödeme emirlerinin iptali istemine ilişkindir. İlk Derece Mahkemesi kararının özeti: … Vergi Mahkemesinin … tarih ve E…, K:… sayılı kararıyla; Vergi Usul Kanunu’nun mükerrer 227. maddesine göre mükellefin beyannamelerini imzalayan muhasebecilerin sorumluluğunun, imzaladıkları beyannamelerde yer alan bilgilerin defter kayıtlarına ve bu kayıtların dayanağını oluşturan belgelere uygun olmamasından doğduğu, defter kayıt ve belgeleri ile beyannamelerin birbirleriyle tutarsız olmasından kaynaklanan bir sorumluluk olduğu ve dava konusu ödeme emirleri içeriği borcun, beyannamelerde yer alan bilgilerin defter kayıtlarına ve bu kayıtların dayanağını oluşturan belgelere uygun olmadığı yönündeki tespitlerden kaynaklanmadığı, muhasebecilik hizmeti sunulan mükellefin komisyon karşılığı sahte fatura ticareti yaparak kazancını gizlediği görüşünden hareketle bulunan matrah üzerinden yapılan tarhiyata dayandığı, davacının, muhasebeciliğini yaptığı mükellef adına salınan vergi ve cezalardan müştereken ve müteselsilen sorumlu tutulması suretiyle düzenlenen ödeme emirlerinde hukuki isabet görülmediği gerekçesiyle davanın kabulüne, dava konusu ödeme emirlerinin iptaline karar verilmiştir. Bölge İdare Mahkemesi kararının özeti: … hakkında düzenlenen vergi tekniği raporundaki tespitler ile davacının 30-40 m2’lik aynı adreste faaliyet gösteren ve birbiriyle çok yüksek tutarlı alışverişi olan …, … ve …’in muhasebeciliğini yaptığı, ifadesinde mükellefin iş yerine adresine bir kez gittiğini, iş yerinde sadece demirbaş eşya bulunduğunu, yüksek tutarlı işlemleri komşu esnafla yaptığı için şüphe duymadığını beyan ettiği hususlarının birlikte değerlendirilmesinden; verilen beyanname ve yapılan bildirimlerin, harici araştırmayı gerektirmeden sahte veya muhteviyatı itibariyle yanıltıcı olduğu anlaşılabilen, miktar veya tutar itibariyle işletmenin faaliyet konusu veya iş hacmiyle mütenasip olmayan, ticari örf ve teamüle uygun olmayan belgelere dayandığının açık olduğu, davacının mesleğin gerektirdiği dikkat ve özeni göstermemesi nedeniyle amme alacağından müteselsilen sorumlu tutulmak suretiyle adına düzenlenen ödeme emirlerinde hukuka aykırılık bulunmadığı gerekçesiyle davalının istinaf başvurusunun kabulüne, Vergi Mahkemesi kararının kaldırılmasına, davanın reddine karar verilmiştir. TEMYİZ EDENİN İDDİALARI: Meslek mensuplarına, muhasebe kurallarının işletilmesi ve kayıtların doğru tutulması yönünden sorumluluk getirildiği, muhasebe kurallarına aykırılık ve kayıtlarla ilgili sorumluluğunu gerektiren bir fiilin söz konusu olmadığı, dava konusu ödeme emirleriyle tahsiline çalışılan verginin kayıt ve beyan dışı bırakıldığı iddia olunan sahte fatura düzenlemekten kaynaklı komisyon gelirinden kaynaklandığı, mükellefin beyan etmediği ve ödemediği vergilerden müteselsilen sorumlu tutulacağı yönünde herhangi bir yasal düzenlemenin bulunmadığı iddialarıyla kararın bozulması istenilmektedir. KARŞI TARAFIN SAVUNMASI: Hizmet sunulan mükellefin beyanname ve formlarını düzenlemek, belgeleri doğru bir şekilde beyannamelere yansıtmak, beyanname ve formların gerçek durumu gösterdiğini onaylamak gibi işlemlerin davacının görevleri arasında olduğu, davacının muhasebe hizmetini yerine getirirken sorumluluklarının bilincinde davranmadığı, mesleki tecrübe dayanarak, mükellefin yoklamalarından, demirbaşlarından, işçi sayısından, ödediği kira ve ücretlerden, gider gösterdiği kalemlerden yola çıkarak mükellefin faaliyet konusu ve iş hacminin yaklaşık olarak tespit edilebileceği, meslek mensuplarının, düzenledikleri beyannamelere ve bildirim formlarına yansıtacakları belgelerde yer alan miktarlar açısından, mükelleflerin bu hacimde ticaret yapıp yapamayacaklarını değerlendirebileceği, davacının bu yönüyle sorumluluğunun yerine getirmediği, yapılan işlemlerin hukuka uygun olduğu, bu nedenle temyiz isteminin reddi gerektiği savunulmaktadır. DANIŞTAY TETKİK HÂKİMİ …’IN DÜŞÜNCESİ: Defter kayıtlarına yansıtılan ve beyanname ile bildirimlerde dayanak alınan belgelerin içeriğine yönelik muhasebecilere herhangi bir sorumluluk yüklenmediği, davacı hakkında tanzim edilen görüş ve öneri raporunda imzaladığı beyannameler ile düzenlediği tasdik raporlarındaki bilgilerin defter kayıtlarına ve kayıtların dayandığı belgelere uygun olmadığına yönelik herhangi bir tenkit getirilmediği anlaşıldığından, davacının muhasebeciliğin yaptığı mükellefin sahte belge düzenleme fiilinden kaynaklanan amme alacağından müteselsilen sorumlu tutulmasına olanak bulunmadığı için dava konusu ödeme emirlerinde hukuka uyarlık bulunmamaktadır. TÜRK MİLLETİ ADINA Karar veren Danıştay Dokuzuncu Dairesince, Tetkik Hâkiminin açıklamaları dinlendikten ve dosyadaki belgeler incelendikten sonra gereği görüşüldü: İNCELEME VE GEREKÇE: MADDİ OLAY: Serbest Muhasebeci Mali Müşavir olan davacı adına, …’e ait vergi borçlarının tahsili amacıyla müteselsil sorumlu sıfatıyla düzenlenen … tarih ve …-…-…-…-…-…-… sayılı ödeme emirlerinin iptali istemiyle dava açılmıştır. İLGİLİ MEVZUAT: 3568 sayılı Serbest Muhasebecilik, Serbest Muhasebeci Mali Müşavirlik ve Yeminli Mali Müşavirlik Kanunu’nun 1. maddesinde kanunun amacı, işletmelerde faaliyetlerin ve işlemlerin sağlıklı ve güvenilir bir şekilde işleyişini sağlamak, faaliyet sonuçlarını ilgili mevzuat çerçevesinde denetlemeye, değerlendirmeye tabi tutarak gerçek durumu ilgililerin ve resmi mercilerin istifadesine tarafsız bir şekilde sunmak olarak belirlenmiştir. Serbest Muhasebeci Mali Müşavir ve Yeminli Mali Müşavirlerin sorumluluklarını belirleyen 213 sayılı Vergi Usul Kanunu’nun mükerrer 227. maddesinde ise, meslek mensuplarının, imzaladıkları beyannamelerde veya düzenledikleri tasdik raporlarında yer alan bilgilerin defter kayıtlarına ve bu kayıtların dayanağını teşkil eden belgelere uygun olmamasından dolayı ortaya çıkan vergi ziyaına bağlı olarak salınacak vergi, ceza, gecikme faizlerinden mükellefle birlikte müştereken ve müteselsilen sorumlu tutulacağı düzenlenmiştir. HUKUKİ DEĞERLENDİRME: 213 sayılı Vergi Usul Kanununun mükerrer 227. maddesine göre, mükellefin beyannamelerini imzalayan muhasebecilerin sorumluluğunun, imzaladıkları beyannamelerde yer alan bilgilerin defter kayıtlarına ve bu kayıtların dayanağını oluşturan belgelere uygun olmamasından doğan, bir başka ifadeyle defter kayıt ve belgeler ile beyannamelerin birbirleriyle uyumsuz olmasından kaynaklanan bir sorumluluk olduğu anlaşılmaktadır. Davacı hakkında düzenlenen … tarih ve … sayılı görüş ve öneri raporunun incelenmesinden; muhasebe hizmeti veilen … hakkında düzenlenen … tarih ve … sayılı vergi tekniği raporunda, bu mükellefin esas faaliyetinin komisyon geliri elde etmek amacıyla sahte belge düzenlemek olduğu, 2016 ve 2017 yıllarında düzenlediği tüm faturaların komisyon karşılığı düzenlenen sahte faturalar olduğu sonucuna varıldığı, davacı tarafından verilen ifade tutanağında, anılan mükellefi şahsen tanıdığı, mükellefin oto yedek parça, mermer ve inşaat malzemeleri satışı faaliyetinde bulunduğu, mükellefle imzalanan sözleşmeye istinaden beyanname ve bildirimlerin verildiği, iş başlangıcında iş yerinin ziyaret edildiği, demirbaş eşyaların bulunduğu, mükellefiyet kapatılma işleminin de kendi tarafından gerçekleştirildiği, alış, satış faturaları ile defterlerin mükellefe teslim edildiği, dükkan komşuları ile gerçekleştirilen yüksek tutarlı işlemlerin dikkatini çektiği ancak belgeler temin edildiği için mükellefin uyarılmadığı yolunda beyanda bulunduğu, elektronik ortamda beyannameleri gönderen davacının sahte belge düzenlediği tespit edilen mükellefin bu faaliyetini bilmemesinin iktisadi, teknik ve ticari icaplara uygun düşmediği, anılan mükellef hakkında düzenlenen vergi inceleme raporlarında belirtilen vergiler, cezalar ve gecikme faizinin kesinleşen kısmından bu mükellefle birlikte davacının müştereken ve müteselsilen sorumlu tutulması gerektiği tespitlerine yer verilmiştir. Yukarıda anılan hükümler uyarınca, serbest muhasebecilerin müşterek ve müteselsil sorumluluğundan söz edilebilmesi için çalışma konuları içinde yaptığı ve yapması gereken işler dolayısıyla, imzaladıkları beyannamelerde yer alan bilgilerin defter kayıtlarına ve bu kayıtların dayanağını teşkil eden belgelere uygun olmaması ve bunun neticesinde vergi kaybı meydana gelmiş olması gerekmektedir. Olayda, davacı hakkında düzenlenen görüş ve öneri raporunda, dava konusu ödeme emirleri içeriği borcun, beyannamelerde yer alan bilgilerin defter kayıtlarına ve bu kayıtların dayanağını oluşturan belgelere uygun olmadığı yönündeki tespitlerden kaynaklanmadığı, muhasebecilik hizmeti sunulan mükellefin komisyon karşılığı sahte fatura ticareti yaparak kazancını gizlediği görüşünden hareketle bulunan matrah üzerinden yapılan tarhiyata dayandığı anlaşıldığından, dava konusu ödeme emirlerinde hukuka uyarlık bulunmamaktadır. Bu durumda, davanın kabulü yolunda verilen Vergi Mahkemesi kararına yönelik istinaf başvurusunu kabul edip mahkeme kararını kaldırarak davayı reddeden Bölge İdare Mahkemesi kararında hukuka uygunluk bulunmamaktadır. KARAR SONUCU: Açıklanan nedenlerle; 1. Davacının temyiz isteminin kabulüne, 2. … Bölge İdare Mahkemesi … Vergi Dava Dairesinin … tarih ve E:…, K:… sayılı kararının BOZULMASINA, 3. Yeniden bir karar verilmek üzere dosyanın … Bölge İdare Mahkemesi … Vergi Dava Dairesine gönderilmesine, 12/09/2022 tarihinde kesin olarak oybirliğiyle karar verildi.
1. Hukuk Dairesi 2016/18465 E. , 2020/1954 K. “İçtihat Metni” MAHKEMESİ:ASLİYE HUKUK MAHKEMESİ DAVA TÜRÜ: TAPU İPTALİ VE TESCİL Taraflar arasında görülen tapu iptali ve tescil davası sonunda, yerel mahkemece davanın reddine ilişkin olarak verilen karar davacı vekili tarafından yasal süre içerisinde temyiz edilmiş olmakla dosya incelendi, Tetkik Hakimi …’un raporu okundu, açıklamaları dinlendi, gereği görüşülüp düşünüldü; -KARAR- Dava, vekalet görevinin kötüye kullanılması hukuksal nedenine dayalı tapu iptali ve tescil isteğine ilişkindir. Davacı, mirasbırakanı …’ten intikal eden 69 parça taşınmazda …’e ait payları satın aldığını, taşınmazların paydaşlar arasında rızai taksim yapılması için dava dışı …’i vekil tayin ettiğini, vekilin taşınmazlardaki pay oranını dikkate almayarak , hak ve menfaatlerini gözetmeden paylaşım yaptığını ve kendisini zararlandırdığını ileri sürerek tüm taşınmazlar yönünden tapu kayıtlarının iptali ile hakkaniyet gereğince tekrar taksim yapılarak taşınmazların adına tesciline karar verilmesini istemiştir. Davalılar, yapılan taksim işleminin davacının bilgisi dahilinde olduğunu, vekilin tüm mirasçıların haklarını gözettiğini, zamanaşımı süresinin dolduğunu belirterek davanın reddini savunmuşlardır. Mahkemece, taksim işleminin davacı vekili tarafından 27.05.2004 tarihinde yapıldığı, TBK’nın 146.maddesi gereğince 10 yıllık zamanaşımı süresinin dolduğu gerekçesiyle davanın zamanaşımı nedeniyle reddine karar verilmiştir. Dosya içeriği ve toplanan delillerden; davacı … ve dava dışı …, …,… ve …’in … 2.Noterliği’nin 29.04.1997 tarih ve 11748 yevmiye numaralı vekaletnamesi ile Türkiye Cumhuriyeti sınırlarındaki mirasbırakanlarından intikal etmiş veya edecek taşınmazların intikal işlemleri, diğer hissedarlarla dilediği şekil ve şartlarda anlaşması, taksim, tefrik, vs, bir çok işlemleri yapması için dava dışı …’i vekil tayin ettikleri, davacı ve diğer paydaşlar …,… ve … adına vekaleten vekil …’in, diğer paydaş …’in ise asaleten yer aldığı 27.05.2004 tarih,3262 yevmiye nolu işlemle davacı ve diğer paydaşlara ait 68 parça taşınmazdaki paylara ilişkin taksim yapıldığı, taksim sonucu bir kısım taşınmazların 1/3’er paylarla davacı ile davalı … ve dava dışı … adına , bir kısım taşınmazların ise davalılar … ve … adına tescil edildiği anlaşılmaktadır.Bilindiği üzere, vekalet görevinin kötüye kullanılması hukuksal nedenine dayalı tapu iptali ve tescil istekli davaların zamanaşımı ya da hak düşürücü süreye tabi olmadığı tartışmasızdır.Borçlar Kanununun temsil ve vekalet akdini düzenleyen hükümlerine göre, vekalet sözleşmesi büyük ölçüde tarafların karşılıklı güvenine dayanır. Vekilin borçlarının çoğu bu güven unsurundan, onun vekil edenin yararına ve iradesine uygun davranış yükümlülüğünden doğar.6098 s. Türk Borçlar Kanununda (TBK) sadakat ve özen borcu, vekilin vekil edene karşı en önde gelen borcu kabul edilmiş ve 506. maddesinde (818 s. Borçlar Kanununun 390.) maddesinde aynen; “Vekil, vekâlet borcunu bizzat ifa etmekle yükümlüdür. Ancak vekile yetki verildiği veya durumun zorunlu ya da teamülün mümkün kıldığı hâllerde vekil, işi başkasına yaptırabilir.Vekil üstlendiği iş ve hizmetleri, vekâlet verenin haklı menfaatlerini gözeterek, sadakat ve özenle yürütmekle yükümlüdür. Vekilin özen borcundan doğan sorumluluğunun belirlenmesinde, benzer alanda iş ve hizmetleri üstlenen basiretli bir vekilin göstermesi gereken davranış esas alınır.” hükmüne yer verilmiştir. Bu itibarla vekil, vekil edenin yararına ve iradesine uygun hareket etme, onu zararlandırıcı davranışlardan kaçınma yükümlülüğü altındadır. Vekâletin kapsamı, sözleşmede açıkça gösterilmemişse, görülecek işin niteliğine göre belirlenir. (TBK’nin 504/1) Sözleşmede vekaletin nasıl yerine getirileceği hakkında açık bir hüküm bulunmasa veya yapılan işlem dış temsil yetkisinin sınırları içerisinde kalsa dahi vekilin bu yükümlülüğü daima mevcuttur. Hatta malik tarafından vekilin bir taşınmazın satışında, dilediği bedelle dilediği kimseye satış yapabileceği şeklinde yetkili kılınması, satacağı kimseyi dahi belirtmesi, ona dürüstlük kuralını, sadakat ve özen borcunu göz ardı etmek suretiyle, makul sayılacak ölçüler dışına çıkarak satış yapma hakkını vermez. Vekil edenin yararı ile bağdaşmayacak bir eylem veya işlem yapan vekil değinilen maddenin son fıkrası uyarınca sorumlu olur. Bu sorumluluk BK’de daha hafif olan işçinin sorumluluğuna kıyasen belirlenirken, TBK’de benzer alanda iş ve hizmetleri üslenen basiretli bir vekilin sorumluluğu esas alınarak daha da ağırlaştırılmıştır.Öte yandan, vekil ile sözleşme yapan kişi 4721 s. Türk Medeni Kanunu’nun (TMK) 3. maddesi anlamında iyi niyetli ise yani vekilin vekalet görevini kötüye kullandığını bilmiyor veya kendisinden beklenen özeni göstermesine rağmen bilmesine olanak yoksa, vekil ile yaptığı sözleşme geçerlidir ve vekil edeni bağlar. Vekil vekalet görevini kötüye kullansa dahi bu husus vekil ile vekalet eden arasında bir iç sorun olarak kalır, vekil ile sözleşme yapan kişinin kazandığı haklara etkili olamaz.Ne var ki, üçüncü kişi vekil ile çıkar ve işbirliği içerisinde ise veya kötü niyetli olup vekilin vekalet görevini kötüye kullandığını biliyor veya bilmesi gerekiyorsa vekil edenin sözleşme ile bağlı sayılmaması, TMK’nin 2. maddesinde yazılı dürüstlük kuralının doğal bir sonucu olarak kabul edilmelidir. Söz konusu yasa maddesi buyurucu nitelik taşıdığından hakim tarafından kendiliğinden (resen) göz önünde tutulması zorunludur. Aksine düşünce kötü niyeti teşvik etmek en azından ona göz yummak olur. Oysa bütün çağdaş hukuk sistemlerinde kötü niyet korunmamış daima mahkum edilmiştir. Nitekim uygulama ve bilimsel görüşler bu yönde gelişmiş ve kararlılık kazanmıştır. Somut olaya gelince; mahkemece belirtilen ilkeler göz önüne alınmadan ve gerekli araştırmalar yapılmadan sonuca gidildiği görülmektedir. Hâl böyle olunca; vekâlet görevinin kötüye kullanılması hukuksal nedenine dayanan davaların herhangi bir zamanaşımı veya hak düşürücü süreye bağlı olmadığı gözetilerek, yukarıda belirtilen ilkeler de göz önüne alınmak sureti ile gerekli araştırmaların yapılması, delillerin toplanması, işin esasının incelenmesi ve hasıl olacak sonuca göre bir karar verilmesi gerekirken yanılgılı değerlendirme ve gerekçeyle yazılı biçimde hüküm kurulması doğru değildir.Davacı vekilinin yerinde bulunan temyiz itirazlarının kabulü ile, hükmün (6100 sayılı Yasanın geçici 3.maddesi yollaması ile) 1086 sayılı HUMK’un 428.maddesi gereğince BOZULMASINA, peşin alınan harcın temyiz edene geri verilmesine, 01.06.2020 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.
11. Hukuk Dairesi 2020/5986 E. , 2021/3832 K. “İçtihat Metni” MAHKEMESİ : BÖLGE ADLİYE MAHKEMESİ 2. HUKUK DAİRESİ Taraflar arasında görülen davada Bitlis Asliye Hukuk Mahkemesince verilen 11/12/2019 tarih ve 2019/482 E. – 2019/677 K. sayılı kararın davacı vekili tarafından istinaf edilmesi üzerine, istinaf isteminin esastan reddine dair Van Bölge Adliye Mahkemesi 2. Hukuk Dairesi’nce verilen 12/03/2020 tarih ve 2020/131 E. – 2020/128 K. sayılı kararın Yargıtay’ca incelenmesi davacı vekili tarafından istenmiş ve temyiz dilekçesinin süresi içinde verildiği anlaşılmış olmakla, dava dosyası için Tetkik Hakimi … tarafından düzenlenen rapor dinlendikten ve yine dosya içerisindeki dilekçe, layihalar, duruşma tutanakları ve tüm belgeler okunup, incelendikten sonra işin gereği görüşülüp, düşünüldü: Davacı vekili; 17/05/1934 doğumlu davacının sekiz çocuğunun bulunduğunu, davalının davacının oğlu olduğunu, davalının iş kazası nedeniyle %75 ağır engelli hale geldiğini ve kendi gücüyle çalışarak kazanç sağlamayamadığını, gelir getirici herhangi bir işte çalışmayan davalının hayvan almak için davacının bilgisizliğinden, tecrübesizliğinden yararlanarak ve okuma yazma bilmemesini fırsat bilerek hileli davranışlarla davacıdan iki adet senet aldığını, senetlerin hatır senedi olduğunu, davalının senetlere dayalı icra takipleri başlattığını belirterek bedelsiz olan senetler nedeniyle davacının borçlu olmadığının tespiti ile icra takiplerinin iptaline ve kötü niyet tazminatına karar verilmesini talep ve dava etmiştir. Dava dilekçesi davalıya tebliğe çıkarılmamıştır. Mahkemece tüm dosya kapsamı göre; dava dilekçesinden anlaşıldığı üzere davaya konu icra takibinin dayanağının kambiyo senetleri olduğu, kambiyo senetlerinden kaynaklanan davaların 6102 sayılı Kanun çerçevesinde ticari nitelikte olduğu, davacının davasını Asliye Ticaret Mahkemesi sıfatıyla açtığı, bu durumda 6102 SK 5/A maddesi ve 6325 SK 18/a maddesi gereği ticari davalarda zorunlu arabuluculuğa başvurma dava şartının yerine getirilmeden davanın açılmış olduğu gerekçesiyle davanın dava şartı yokluğu nedeniyle usulden reddine karar verilmiştir. Karara karşı davacı vekilince istinaf isteminde bulunulmuştur. Bölge Adliye Mahkemesince, davacının arabulucuya başvurmadan 09/12/2019 tarihinde eldeki davayı açtığı, bu durumda ilk derece mahkemesince verilen kararın usul ve esas yönünden hukuka uygun olduğu gerekçesiyle davacı vekilinin istinaf başvurusunun 6100 sayılı HMK’nın 353/1-b-1 maddesi uyarınca esastan reddine karar verilmiştir. Kararı, davacı vekili temyiz etmiştir. Dava, kambiyo senedinden kaynaklanan menfi tespit talebine ilişkindir. İlk Derece Mahkemesince davanın dava şartı yokluğu nedeniyle usulden reddine ilişkin verilen karara yönelik istinaf başvurusunun, Bölge Adliye Mahkemesince esastan reddine karar verilmiştir. 7155 sayılı Kanun’un 20. maddesi ile 6102 sayılı TTK’ya eklenen dava şartı olarak arabuluculuk başlıklı 5/A maddesinde; “(1) Bu kanunun 4’üncü maddesinde ve diğer kanunlarda belirtilen ticari davalardan, konusu bir miktar paranın ödenmesi olan alacak ve tazminat talepleri hakkında dava açılmadan önce arabulucuya başvurulmuş olması dava şartıdır.” düzenlemesi getirilmiştir. Madde metni herhangi bir tereddüde ve yanlış anlamaya yer vermeyecek şekilde açık yazılmıştır. TTK’ya bu maddenin eklenmesini sağlayan 7155 sayılı Kanun’un genel gerekçesinin bu konuyla ilgili kısmı ve madde için özel olarak yazılan gerekçe de bu açık anlamı desteklemektedir. Hal böyle iken, menfi tespit davalarının ticari bir dava olduğu için TTK’nın 5/A maddesi kapsamına alınması ve böyle bir davayı açmak isteyen kişinin önce arabulucuya başvurmaya zorlanması, kanuna aykırı olduğu gibi ticari davalarda arabuluculuğa başvuruyu dava şartı olarak öngören madde hükmünün amaçsal yorumundan da Yasa Koyucu’nun bilinçli olarak menfi tespit davalarını arabulucuk dava şartına tabi tutmadığı anlaşılmaktadır. Açıklanan nedenlerle ticari nitelikteki menfi tespit davalarında dava açılmadan önce arabulucuğa gidilmesinin zorunlu olmadığı ve arabulucuya gidilmiş olmasının bir dava şartı olmadığı hususu dikkate alınarak karar verilmesi gerekirken İlk Derece Mahkemesince bu hususlar gözetilmeden yazılı şekilde hüküm kurulmasının isabetsiz olduğu nazara alınmaksızın istinaf başvurunun esastan reddine karar verilmesi doğru görülmemiştir. SONUÇ: Yukarda açıklanan nedenlerle, davacı vekilinin temyiz isteminin kabulü ile İlk Derece Mahkemesince verilen karara yönelik istinaf başvurusunun esastan reddine ilişkin Bölge Adliye Mahkemesi kararının BOZULARAK KALDIRILMASINA, HMK’nın 373/1. maddesi uyarınca dava dosyasının İlk Derece Mahkemesine, kararın bir örneğinin Bölge Adliye Mahkemesine gönderilmesine, ödediği peşin temyiz harcının isteği halinde temyiz eden davacıya iadesine, 20/04/2021 tarihinde oyçokluğuyla karar verildi. KARŞI OY Yapılan yargılama ve saptanan somut uyuşmazlık bakımından uygulanması gereken hukuk kuralları gözetildiğinde İlk Derece Mahkemesince verilen kararda bir isabetsizlik olmadığının anlaşılmasına göre yapılan istinaf kanun yolu başvurusunun HMK 353/b-1 maddesi uyarınca Bölge Adliye Mahkemesince esastan reddine ilişkin kararın usul ve yasaya uygun bulunmasına, 6102 sayılı Yasa’nın 5/a maddesinde getirilen düzenlemenin dava çeşidine ilişkin olmayıp madde metninde de açıkça ifade edildiği üzere dava konusuna ilişkin olmasına, menfi tespit davalarının da konusu itibariyle bir alacağın tahsiline ilişkin bulunmasına göre davacı vekilinin temyiz isteminin reddi ile Bölge Adliye Mahkemesi kararının onanmasına karar verilmesi gerekirken yazılı gerekçe ile bozulmasına ilişkin sayın çoğunluk görüşüne karşıyız.
T.C YARGITAY Hukuk Genel Kurulu Esas No. 2020/9-605 Karar No. 2022/264 Tarihi: 08.03.2022 DAVA: Taraflar arasındaki “işçilik alacağı” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda, Ankara 37. İş Mahkemesince verilen davanın kısmen kabulüne ilişkin karar davacı vekili ile davalılardan Emine Kafalı, Zeynep Sarıkoç, Sabire Kafalı ve Gamze Kafalı vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine Yargıtay (Kapatılan) 22. Hukuk Dairesince yapılan inceleme sonunda bozulmuş, mahkemece Özel Daire bozma kararına karşı direnilmiştir. Direnme kararı davacı vekili ile davalılardan Emine Kafalı, Zeynep Sarıkoç, Sabire Kafalı ve Gamze Kafalı vekili tarafından temyiz edilmiştir. Hukuk Genel Kurulunca dosyadaki belgeler incelendikten sonra gereği görüşüldü: I.YARGILAMA SÜRECİ Davacı İstemi: Davacı vekili dava dilekçesinde; müvekkilinin davalıların murisine ait beyaz eşya satılan işyerinde 2002 yılının 10. ayında çalışmaya başladığını, murisin ölümü üzerine davalı mirasçıların işlettiği işyerinde işletmeden sorumlu olan davalı B….. K…. tarafından müvekkilinin iş sözleşmesinin 20.08.2013 tarihinde haksız olarak feshedildiğini, müvekkilinin 07.00-19.00 saatleri arasında, Cumhuriyet Bayramı hariç tüm ulusal bayram ve genel tatil günlerinde çalıştığını, yıllık izinlerini kullanmadığını ileri sürerek kıdem ve ihbar tazminatları ile yıllık izin, fazla çalışma, ulusal bayram ve genel tatil ücreti alacaklarının davalılardan tahsiline karar verilmesini talep etmiştir. Davalı Cevabı: Davalılar Emine Kafalı, Gamze Kafalı, Sabire Kafalı ve Zeynep Sarıkoç vekili cevap dilekçesinde; zamanaşımı itirazında bulunduklarını, davacının çalıştığı işyerinin feragatname ile B….. K… tarafından işletildiğinden davacının işvereninin de B….. K… olduğunu, işyerinin bulunduğu iş merkezinin çalışma saatlerinin belirli olduğunu ve bu saatler dışında çalışma yapılmasının mümkün olmadığını, davacının talep ettiği işçilik alacaklarına hak kazanmadığını belirterek davanın reddi gerektiğini savunmuştur. Davalı B….. K…vekili cevap dilekçesinde; asgari ücret ile çalışan davacının taleplerinin haksız olduğunu, iş sözleşmesinin haklı nedenle feshedildiğini, ayrıca davacıya kıdem tazminatı ile yıllık izin ücret alacağına ilişkin 5.000TL ödeme yapıldığını belirterek davanın reddi gerektiğini savunmuştur. Mahkeme Kararı: Ankara 37. İş Mahkemesinin 23.03.2016 tarihli ve 2016/918 E., 2016/110 K. sayılı kararı ile; basit yargılama usulüne tabi davada bu usule ilişkin hükümlerin uygulanması gerektiği, basit yargılama usulünde yazılı yargılama usulünden farklı olarak iddia ve savunmanın genişletilmesi yasağının Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun (HMK) 319. maddesine göre davacı için dava, davalı için cevap dilekçesinin verilmesi ile başladığı, davacının dava dilekçesinde tanık deliline dayandığını bildirmediği, davalı B….. K…’in cevap dilekçesi ekinde sunduğu delil listesinde tanıklarını gösterdiği ancak isim ve adreslerinin sonra bildirileceğini, diğer davalılar vekilinin de deliller kısmında tanık olduğunu yazdığı, sonra isimlerinin bildirileceğini beyan ettiği, HMK’nın 318. maddesindeki düzenlemeye rağmen hazırlanan tensip tutanağında tanıkların bildirilmesi, her bir tanık için ücret yatırılması, davetiye ve gerekir ise ihzar için de masraf yatırılması konusunda taraflara 2 haftalık kesin süre verildiği, aksi takdirde bu delile dayanmaktan vazgeçmiş sayılacaklarının ihtar edildiği, tarafların yapılan tebligata rağmen tanıkların adlarını ve adreslerini bildirmedikleri, davacının tanık ücreti yatırdığı, ancak ilk duruşmada karşılıklı olarak tanıklarını bildirmek istemelerine rağmen birbirlerine muvafakatlarının bulunmadığını açıkladıkları dikkate alındığında tarafların tanıklarının dinlenmemesinin usul kurallarına uygun olduğu değerlendirilerek reddedildiği, dosyadaki mevcut duruma göre davacının asgari ücretle çalışırken iş sözleşmesinin haksız olarak feshedildiği, davacının fazla çalışma yaptığı, ulusal bayram ve genel tatil günlerinde çalıştığını ispatlayamadığı gerekçesiyle davanın kısmen kabulüne karar verilmiştir. Özel Daire Bozma Kararı: Ankara 37. İş Mahkemesinin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde davacı ve davalılar Emine Kafalı, Zeynep Sarıkoç, Sabire Kafalı, Gamze Kafalı vekilleri temyiz isteminde bulunmuştur. Yargıtay (Kapatılan) 22. Hukuk Dairesince 26.12.2019 tarihli ve 2016/25691 E., 2019/24552 K. sayılı kararı ile ; “….Davacı tanıklarının dinlenmemesinin yerinde olup olmadığı ihtilaflıdır. 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 137. maddesinde, “(1) Dilekçelerin karşılıklı verilmesinden sonra ön inceleme yapılır. Mahkeme ön incelemede; dava şartlarını ve ilk itirazları inceler, uyuşmazlık konularını tam olarak belirler, hazırlık işlemleri ile tarafların delillerini sunmaları ve delillerin toplanması için gereken işlemleri yapar, tarafların üzerinde serbestçe tasarruf edebileceği davalarda onları sulhe teşvik eder ve bu hususları tutanağa geçirir. (2) Ön inceleme tamamlanmadan ve gerekli kararlar alınmadan tahkikata geçilemez ve tahkikat için duruşma günü verilemez.” 140. maddesinde ise, “ (1) Hâkim, ön inceleme duruşmasında, dava şartları ve ilk itirazlar hakkında karar verebilmek için gerekli görürse tarafları dinler; daha sonra, tarafların iddia ve savunmaları çerçevesinde, anlaştıkları ve anlaşamadıkları hususları tek tek tespit eder. (2) Uyuşmazlık konularının tespitinden sonra hâkim, tarafları sulhe teşvik eder; bu konuda sonuç alınacağı kanaatine varırsa, bir defaya mahsus olmak üzere yeni bir duruşma günü tayin eder. (3) Ön inceleme duruşmasının sonunda, tarafların sulh faaliyetinden bir sonuç alıp almadıkları, sonuç alamadıkları takdirde anlaşamadıkları hususların nelerden ibaret olduğu tutanakla tespit edilir. Bu tutanağın altı, duruşmada hazır bulunan taraflarca imzalanır. Tahkikat bu tutanak esas alınmak suretiyle yürütülür. (4) Ön inceleme tek duruşmada tamamlanır. Zorunlu olan hâllerde bir defaya mahsus olmak üzere yeni bir duruşma günü tayin edilir. (5) Ön inceleme duruşmasında, taraflara dilekçelerinde gösterdikleri, ancak henüz sunmadıkları belgeleri mahkemeye sunmaları veya başka yerden getirtilecek belgelerin getirtilebilmesi amacıyla gereken açıklamayı yapmaları için iki haftalık kesin süre verilir. Bu hususların verilen kesin süre içinde tam olarak yerine getirilmemesi hâlinde, o delile dayanmaktan vazgeçilmiş sayılmasına karar verilir.” Somut olayda, davacı dava dilekçesinde, tanık deliline dayandığını bildirmiştir.12/05/2014 tarihli ön inceleme duruşmasının yapıldığı ve tahkikat aşamasına geçildiği celse davacı tanıklarını bildirmek için süre talep etmiştir. Mahkemece tensiple davacı tarafa verilen süre içinde tanıkların isim ve adreslerinin bildirilmemesi nedeni ile tanık dinletme talebinin reddine karar verilmiştir. Yukarıda içeriği aktarılan Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 137 ve 140. maddesi hükümleri dikkate alındığında mahkemenin ön inceleme duruşması yaparak öncelikle uyuşmazlık konularını belirlemesi ve ondan sonra ihtilaflı konularla ilgili delillerini bildirmeleri için süre vermesi gerekirken, tensiple verdiği süreye istinaden davacının ispat hakkını kısıtlar biçimde tanıklarının dinlenmesi talebini reddetmesi hatalı olmuştur. Davacı tanıklarının usulünce celbi ile beyanlarının alınarak tüm deliller ile birlikte değerlendirildikten sonra karar verilmesi gerektiğinden kararın bu yönden bozulması gerekmiştir….” gerekçesi ile sair temyiz itirazları incelenmeksizin karar bozulmuştur. Direnme Kararı: Ankara 37. İş Mahkemesinin 17.02.2020 tarihlive 2020/27 E., 2020/46 K.sayılıkararı ile; önceki gerekçeye ilaveten bozma kararında atıf yapılan HMK’nın 137. ve 140. maddelerinin yazılı yargılama usulünde geçerli olduğu, oysa iş mahkemelerinde basit yargılama usulü uygulandığı, ispat hakkının kısıtlanmasını istemeyen davacının kanunlara uygun şekilde delillerini gösterip dava dilekçesinde tanıklarını belirtmiş ancak tanık dinlenmesi gereken bir durumda tanık dinlenmeden karar verilmişse ispat hakkının kısıtlandığından bahsedileceği, dava açılırken davacının delillerin neler olacağı, tanık dinletip dinletmeyeceği, dinletecek ise kimler olacağı hususlarını bildirmesi ve karşı tarafa da bildirmek zorunda olması gerektiğinden davacının tanıklarının dinlenmemesinin kanuna aykırı olmadığı, mevcut duruma göre verilen kararın doğru olduğu gerekçesiyle direnme kararı verilmiştir. Direnme Kararının Temyizi: Direnme kararı süresi içinde davacı vekili ile davalılardan Emine Kafalı, Zeynep Sarıkoç, Sabire Kafalı ve Gamze Kafalı vekili tarafından temyiz edilmiştir. II.UYUŞMAZLIK Direnme yolu ile Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; dava dilekçesinde tanık deliline dayandığını bildiren ve ön inceleme duruşmasının yapılıp tahkikat aşamasına geçildiği 12.05.2014 tarihli celsede tanıklarını bildirmek için süre talep eden davacının, tanık dinletme talebinin mahkemece tensiple davacı tarafa verilen süre içinde tanıkların isim ve adreslerinin bildirilmemesi sebebiyle reddine karar verilmesinin usul ve yasaya aykırı olup olmadığı; buradan varılacak sonuca göre davacı tanıklarının beyanları alınarak tüm delillerle birlikte değerlendirildikten sonra karar verilmesinin gerekip gerekmediği noktasında toplanmaktadır. III.GEREKÇE Direnmeye konu uyuşmazlığın niteliği dikkate alınarak öncelikle adil yargılanma hakkı başlığı altında hukukî dinlenilme hakkı kavramının, devamında basit yargılama usulü ve ön inceleme ile ispat ve tanık delili üzerinde durulmalı, bu hususlarla ilgili açıklamalar yapıldıktan sonra somut uyuşmazlığın değerlendirilmesine geçilmelidir. A.Adil Yargılanma Hakkı Hukuk devletinin bir gereği olarak bireyler hakları ihlâl edildiği ya da tehlikeye düştüğü takdirde, hukukî korunma için devlete başvurmak zorunda olup, kendiliğinden hak arama yetkisine sahip değildirler. Bireylere tanınan bu hak, devletin anayasal teminatı altındadır. 2709 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasası (Anayasa)’nın “Hak arama hürriyeti” başlıklı 36. maddesinin 1. fıkrası “Herkes, meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir.” hükmünü düzenlemiş olup hak arama özgürlüğü adı altında hukukî koruma (korunma) talebine yönelik anayasal teminatı bireylere vermektedir. 2709 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasası (Anayasa)’nın 36. maddesinin 1. fıkrasında, herkesin yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddiada bulunma ve savunma hakkına sahip olduğu belirtilmiştir. Dolayısıyla mahkemeye erişim hakkı, Anayasa’nın 36. maddesinde güvence altına alınan hak arama özgürlüğünün bir unsurudur (Gökhan Ateş, B. No: 2017/32699, 12.01.2021, § 23). 2709 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasası (Anayasa)’nın 90. maddesinin son fıkrasında ise usulüne göre yürürlüğe konulmuş milletlerarası andlaşmaların kanun hükmünde olduğu, bunlar hakkında Anayasa’ya aykırılık iddiası ile Anayasa Mahkemesine başvurulamayacağı, temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası andlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası andlaşma hükümlerinin esas alınacağı ifade edilmiştir. Bu bağlamda ülkemizin de taraf olduğu Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin (AİHS) 6. maddesinde adil yargılanma hakkı ayrıntılı şekilde yer almış olup, Sözleşmenin “Adil yargılanma hakkı” kenar başlıklı 6. maddesinin 1. fıkrası; “Herkes davasının, medeni hak ve yükümlülükleriyle ilgili uyuşmazlıklar ya da cezai alanda kendisine yöneltilen suçlamaların esası konusunda karar verecek olan, yasayla kurulmuş, bağımsız ve tarafsız bir mahkeme tarafından, kamuya açık olarak ve makul bir süre içinde görülmesini isteme hakkına sahiptir.” şeklinde düzenlenmiştir. Gerek Anayasa gerekse AİHS düzenlemelerine koşut olarak düzenlenen 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun (HMK) “Hukuki dinlenilme hakkı” başlıklı 27. maddesinde; “(1) Davanın tarafları, müdahiller ve yargılamanın diğer ilgilileri, kendi hakları ile bağlantılı olarak hukuki dinlenilme hakkına sahiptirler. (2) Bu hak; a) Yargılama ile ilgili olarak bilgi sahibi olunmasını, b) Açıklama ve ispat hakkını, c) Mahkemenin, açıklamaları dikkate alarak değerlendirmesini ve kararların somut ve açık olarak gerekçelendirilmesini, içerir.” hükmüne yer verilmiştir. Hukukî dinlenilme hakkının temel unsurları maddede tek tek belirtilmiş, böylece uygulamada bu temel yargısal hak konusundaki tereddütlerin önüne geçilmesi amaçlanmıştır. Bu unsurlardan ilki “bilgilenme hakkı”dır. Bu çerçevede, öncelikle tarafların gerek yargı organlarınca gerek karşı tarafça yapılan işlemler konusunda bilgilendirilmeleri zorunludur. Kişinin kendisinden habersiz yargılama yapılarak karar verilmesi, kural olarak mümkün değildir. Hak sahibinin kendisi ile ilgili yargılama ve yargılamanın içeriği hakkında tam bir şekilde bilgi sahibi olması sağlanmalıdır. Tarafın bilgi sahibi olmadığı işlemler, belge ve bilgiler yargılamada esas alınamaz. Bilgilenmenin şekli bakımından, hukukî dinlenilme hakkına uygun davranılmalı, ilgilinin bilgilenmesi şeklen değil, gerçek anlamda sağlanmaya çalışılmalıdır. Bu hakkın ikinci unsuru, “açıklama ve ispat hakkı”dır. Taraflar, yargılamayla ilgili açıklamada bulunma, bu çerçevede iddia ve savunmalarını ileri sürme ve ispat etme hakkına sahiptirler. Her iki taraf da bu haktan eşit şekilde yararlanır. Bu durum “silahların eşitliği ilkesi” olarak da ifade edilmektedir. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine (AİHM) göre silahların eşitliği ilkesi, davanın bir tarafını, diğer taraf karşısında belirli bir dezavantaj içine sokmayacak şartlar altında, her bir tarafın deliller de dahil olmak üzere, davasını ortaya koymak için makul ve kabul edilebilir olanaklara sahip olması zorunluluğu şeklinde ifade edilmiştir (İnceoğlu, Sibel; Adil Yargılanma Hakkı, Anayasa Mahkemesine Bireysel Başvuru El Kitapları Serisi-4, 2018, s. 115). Anayasa Mahkemesine göre ise silahların eşitliği ilkesi, davanın taraflarının usule ilişkin haklar bakımından aynı koşullara tabi tutulması ve taraflardan birinin diğerine göre daha zayıf bir duruma düşürülmeksizin iddia ve savunmalarını makul bir şekilde mahkeme önünde dile getirme fırsatına sahip olması anlamına gelmekte; bu usul güvencesinin, uyuşmazlığın her iki tarafına da savunmasının temel dayanağı olan delilleri sunma imkânı tanınmasını kapsadığı ifade edilmektedir (Ali Tulumcu, B. No: 2017/18458, 10.02.2021, § 34). Adil yargılanma hakkının içinde yer alan ve silahların eşitliği ilkesinintamamlayıcısı diğer bir hak ise, “çelişmeli (çekişmeli) yargılama hakkı”dır. Çekişmeli yargılama ilkesinin anlamı, bir hukuk ya da ceza davasında tüm taraflara, mahkemenin kararını etkilemek amacıyla ulusal yargının bağımsız bir mensubu tarafından bile olsa gösterilen kanıtlar ve sunulan görüşlerle ilgili bilgiye sahip olma ve bunlarla ilgili görüş bildirebilme hakkının tanınmasıdır (Doğru, Osman/ Nalbant, Atilla: İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi (Açıklama ve Önemli Kararlar), C.1., 2012, s. 637). Hukukî dinlenilme hakkının üçüncü unsurunu, “tarafların iddia ve savunmalarını yargı organlarının tam olarak dikkate alıp değerlendirmesi” oluşturmaktadır. Bu değerlendirmenin de kararların gerekçesinde yapılması gerekir (6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun Hükümet gerekçesi madde 32). 2709 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasası (Anayasa)’nın 36. maddesine göre mahkemelerin, tarafların dayanaklarını, iddialarını ve delillerini etkili bir biçimde inceleme görevi vardır. Dolayısıyla mahkemelerce, yargılamanın taraflarınca ileri sürülen iddialar ve gösterilen deliller gereği gibi incelenmek zorundadır. Nitekim Anayasa Mahkemesi, genel anlamda hakkaniyete uygun bir yargılamanın yürütülebilmesi için silahların eşitliği ve çelişmeli yargılama ilkeleri ışığında taraflara iddialarını sunmak hususunda uygun olanakların sağlanmasının şart olduğunu; taraflara, tanık delili de dâhil olmak üzere delillerini sunma ve inceletme noktasında da uygun imkânların tanınması gerektiğini; bu anlamda delillere ilişkin dengesizlik veya hakkaniyetsizlik iddialarının da yargılamanın bütünü ışığında değerlendirilmesinin zorunlu olduğunu belirtmiştir. Bununla birlikte, bu noktada dikkat edilmesi gereken önemli hususun, tarafların tanık ve bilirkişi incelemesi de dâhil ortaya koydukları delillerin değerlendirilmesi ve özellikle bu taleplerin reddi hâlinde yargılama makamınca bu karara ilişkin tutarlı şekilde gerekçe gösterilmesi gerektiğini vurgulamıştır (Emine Yıldız, B. No: 2014/12324, Karar Tarihi: 01.02.2017, § 34). Bununla birlikte AİHM, ulusal mahkemelerin, davanın taraflarınca öne sürülen iddiaların ve sunulan delillerin kabulünde takdir yetkisine sahip olduklarını; fakat bu yetkiyi kararlarında gerekçe göstererek haklılaştırmakla yükümlü olduklarını vurgulamaktadır. Suominen/Finlandiya kararında, bir hukuk davasının hazırlık duruşmasında başvurucu tarafından sunulan deliller listesinden sadece ikisinin kabul edilmesi ve bu konuda hiçbir gerekçe gösterilmemesi, gerekçeli karar hakkı bakımından ihlâl verilmesine neden olmuştur (İnceoğlu, s. 171.) B.Basit Yargılama Usulü ve Ön İnceleme Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nda iki temel yargılama usulü düzenlenmiştir. Bunlar; yazılı (m. 118-186) ve basit (m. 316-322) yargılama usulleridir. Davanın açıldığı mahkemeye veya uyuşmazlığın niteliğine göre uygulanacak yargılama usulü farklılık göstermektedir. Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun “Basit yargılama usulüne tabi dava ve işler” başlıklı 316. maddesinin (g) bendindeki; “Diğer kanunlarda yer alan ve yazılı yargılama usulü dışındaki yargılama usullerinin uygulanacağı belirtilen dava ve işler basit yargılama usulüne tabidir.” şeklindeki düzenleme ile hangi dava ve işlerin basit yargılama usulüne tabi olduğu gösterilmiştir. Bu itibarla gerek mülga 5521 sayılı İş Mahkemeleri Kanunu’nun 7. maddesi gerekse 25.10.2017 tarihinde yürürlüğe giren 7036 sayılı İş Mahkemeleri Kanunu’nun 7. maddesi gereğince iş mahkemelerinde basit yargılama usulü uygulanmaktadır. Bu usul, daha çabuk sonuçlandırılması gereken, daha kısa bir incelemeye ihtiyaç duyan ve daha kolay bir inceleme ile sonuçlandırılabilecek dava ve işler için kabul edilmiş daha basit ve seri bir yargılama usulüdür. Bu yargılama usulünde, dava ve davaya cevap verilmesi yazılı yargılama usulünde olduğu gibi dilekçe ile olur (m.317/1). Cevap süresi, dava dilekçesinin davalıya tebliğinden itibaren iki haftadır. Ancak, mahkeme duruma göre, bu sürede cevap dilekçesi verilmesi zor ise, bu süre içinde başvurulmak kaydıyla davalıya, bir defaya mahsus olarak ve iki haftayı geçmeyecek ek bir süre verebilir (m.317/2). Belirtmek gerekir ki, 28.07.2020 tarihli ve 31199 sayılı Resmî Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren 7251 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun’un (7251 sayılı Kanun) 31. maddesi ile bu fıkrada yer alan “davalıya, bir defaya mahsus” ibaresi “davalıya, cevap süresinin bitiminden itibaren işlemeye başlamak, bir defaya mahsus olmak” şeklinde değiştirilmiştir. Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 317. maddesinin 3. fıkrası uyarınca, basit yargılama usulünde, dava ve cevap dilekçesi dışında cevaba cevap ve ikinci cevap dilekçesi verilemez. Bu çerçevede, taraflar dilekçeleriyle birlikte, tüm delillerini açıkça ve hangi vakıanın delili olduğunu da belirterek bildirmek, ellerinde bulunan delillerini dilekçelerine eklemek ve başka yerlerden getirtilecek belge ve dosyalar için de, bunların bulunabilmesini sağlayacak bilgilere dilekçelerinde yer vermek zorundadırlar (m. 318). Dilekçe sayısı, bu usulde görülecek işlerin basit olması ve kısa sürede karara bağlanmasını sağlamak amacıyla sınırlandırıldığından, birer defa dilekçe vermek durumunda olan tarafların daha dikkatli davranmaları gerekmektedir. Basit yargılama usulünde iddia ve savunmanın genişletilmesi ve değiştirilmesi yasağı, yazılı yargılama usulünden farklı olarak dava açılmasıyla ve cevap dilekçesinin mahkemeye verilmesiyle başlar (m.319). Yargılamanın gereksiz yere uzamasının engellenmesi, mahkemenin ve tarafların yargılamada gereken hazırlığı davanın başında yapmasının sağlanması bakımından Hukuk Muhakemeleri Kanunu ile dilekçelerin verilmesinden sonra ve tahkikat aşamasından önce gelmek üzere “ön inceleme” adıyla yeni bir yargılama aşaması kabul edilmiştir. Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun “Ön inceleme ve tahkikat” başlıklı 320. maddesinin ikinci fıkrasına göre; “Daha önce karar verilemeyen hâllerde mahkeme, ilk duruşmada dava şartları ve ilk itirazlarla hak düşürücü süre ve zamanaşımı hakkında tarafları dinler; daha sonra tarafların iddia ve savunmaları çerçevesinde, anlaştıkları ve anlaşamadıkları hususları tek tek tespit eder. Uyuşmazlık konularının tespitinden sonra hâkim, tarafları sulhe veya arabuluculuğa teşvik eder. Tarafların sulh olup olmadıkları, sulh olmadıkları takdirde anlaşamadıkları hususların nelerden ibaret olduğu tutanağa yazılır; tutanağın altı hazır bulunan taraflarca imzalanır. Tahkikat bu tutanak esas alınmak suretiyle yürütülür.”. Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 322. maddesi atfı ile basit yargılama usulünde de uygulama alanı bulan HMK’nın “Ön İnceleme duruşması” başlıklı 140. maddesinin, 28.07.2020 tarihli ve 31199 sayılı Resmî Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren 7251 sayılı Kanunun 14. maddesi ile değiştirilmeden önceki 5. fıkrasına göre; ön inceleme duruşmasında, taraflara dilekçelerinde gösterdikleri, ancak henüz sunmadıkları belgeleri mahkemeye sunmaları veya başka yerden getirtilecek belgelerin getirtilebilmesi amacıyla gereken açıklamayı yapmaları için iki haftalık kesin süre verilir. Bu hususların verilen kesin süre içinde tam olarak yerine getirilmemesi hâlinde, o delile dayanmaktan vazgeçilmiş sayılmasına karar verilir. Yapılan değişiklikle ise 5. fıkra; “139 uncu madde uyarınca yapılan ihtara rağmen dilekçelerinde gösterdikleri belgeleri sunmayan veya belgelerin getirtilmesi için gerekli açıklamayı yapmayan tarafın bu delillere dayanmaktan vazgeçmiş sayılmasına karar verilir.” şeklinde düzenlenmiştir. Burada vurgulanması gereken husus özellikle 140. maddede “dilekçelerinde gösterdikleri” ibaresinin kullanılmış olmasıdır. HMK’nın 140. maddesinin gerekçesinde belirtildiği üzere taraflar, delil olarak dayandıkları belgeleri dilekçelerine ekleyerek vermek ya da başka yerden getirilecekse, bunu belirtmek zorundadırlar. Şayet taraflar, bu konuda yapmaları gereken işlemleri eksik bırakmışlarsa, tahkikata başlamadan önce, taraflara son kez kısa bir süre verilerek bu eksiklikleri tamamlamaları düşünülmüştür. Taraflar bu şanslarını da doğru kullanamazlarsa, artık tahkikat mevcut delillerle yürütülecek ve tarafların o delile dayanmaktan vazgeçtikleri kabul edilecektir. C.İspat ve Tanık Delili Bilindiği üzere, dava konusu edilen bir hakkın ve buna karşı yapılan savunmanın dayandığı vakıaların (olguların) var olup olmadıkları hakkında mahkemeye kanaat verilmesi işlemine ispat denir. İspatın konusunu tarafların üzerinde anlaşamadıkları ve uyuşmazlığın çözümüne etkili olabilecek vakıalar oluşturur ve bu vakıaların ispatı için delil gösterilir (HMK m. 187/1). Vakıa (olgu), kendisine hukukî sonuç bağlanmış olaylardır (03.03.2017 tarihli ve 2015/2 E., 2017/1 K. sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararı). Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 189. maddesinin 1. fıkrasında da belirtildiği üzere “Taraflar, kanunda belirtilen süre ve usule uygun olarak ispat hakkına sahiptir.”. Madde gerekçesine göre de, “…ispat hakkı kavramı, kanunî sınırları belirtilmek suretiyle, bir davanın her iki tarafına da tanınmış olmaktadır. Böylece ispat, bu maddede taraflar bakımından sadece bir yük olmanın ötesinde aynı zamanda kanunî bir hak olarak düzenlenmiştir”. Belirtmek gerekir ki, sadece taraflarca ileri sürülen ve dayanılan vakıalar, ispatın konusunu oluşturur. Taraflarca getirilen vakıaların hukukî nitelendirmesini yapmak hâkime ait ise de kural olarak taraflarca ileri sürülmeyen vakıaları hâkim araştıramaz ve bunların ispatını da isteyemez. Usul hukukumuza hakim olan ve HMK’nın 25. maddesinde düzenlenen “Taraflarca getirilme ilkesi” uyarınca kanunda öngörülen istisnalar dışında, hâkim, iki taraftan birinin söylemediği şeyi veya vakıaları kendiliğinden dikkate alamaz ve onları hatırlatabilecek davranışlarda dahi bulunamaz. Nitekim bu ilkeye uygun olarak HMK’nın “Dava dilekçesinin içeriği” başlıklı 119. maddesinin 1. fıkrasının (e) bendinde “Davacının iddiasının dayanağı olan bütün vakıaların sıra numarası altında açık özetleri”nin gösterilmesi gerektiği düzenlendiği gibi “Cevap dilekçesinin içeriği” başlıklı 129. maddesinin 1. fıkrasının (d) bendinde de “Davalının savunmasının dayanağı olan bütün vakıaların sıra numarası altında açık özetleri”nin bulunması gerektiği hüküm altına alınmıştır. Görüldüğü üzere davacı dava dilekçesinde talep sonucunu haklı göstermeye yarayan yani davanın temelini oluşturan maddi vakıaları yazmak zorundadır. Aynı ilke uyarınca davalı da cevap dilekçesinde savunmasının dayanağını oluşturan vakıaları sunmak zorundadır. Böylece davacı iddiasını, davalı da savunmasını somutlaştırmış olacaktır. Uygulamada genel geçer ifadelerle somut vakıalara dayanmadan davaların açılıp yürütülmesinin önüne geçmek amacıyla HMK’da yeni bir düzenleme yapılmış ve 194. maddenin 1. fıkrasında “Taraflar, dayandıkları vakıaları, ispata elverişli şekilde somutlaştırmalıdırlar.” hükmüne yer verilmiştir. Aynı maddenin 2. fıkrasında ise somutlaştırma yükünün delillerle ilişkisi ortaya konulmuş ve tarafların, dayandıkları delilleri ve hangi delilin hangi vakıanın ispatı için gösterildiğini açıkça belirtmek zorunda oldukları düzenlenmiştir (HMK m. 194/2). Bu aşamada, iş hukukundan kaynaklanan davalarda ispat açısından yoğun olarak başvurulan bir delil olan tanık delili üzerinde de durmak gerekmektedir. Tanık, kavram olarak uyuşmazlık hakkında bilgi ve görgüsü bulunan üçüncü kişidir. Kural olarak, üçüncü kişi olması şartıyla yaşına, hukukî durumuna, taraflarla akrabalık derecesine bakılmaksızın, davada herkes tanık olarak dinlenebilir. Dolayısıyla davanın tarafları tanık olarak dinlenemez. Tanık gösteren taraf, dinleteceği tanıkların adı ve soyadı ile tebliğe elverişli adreslerini içeren listeyi (bu listeyi içeren dilekçesini) mahkemeye verir ve her bir tanığın hangi vakıa hakkında dinlenileceğini de dilekçesinde bildirir. Bu hüküm yukarıda belirtilen ve HMK’nın 194. maddesinde düzenlenen somutlaştırma yükümlülüğünün de bir gereğidir. Ayrıca madde de belirtildiği üzere ikinci bir tanık listesi verilmesi de mümkün değildir (HMK m. 240/2) Tanık listesinde gösterilecek olan tanık sayısı hakkında herhangi bir sınırlama yoktur. İsteyen taraf, dilediği sayıda tanığın dinlenilmesini isteyebilir. Kural bu olmakla birlikte hâkim gösterilen çok sayıda tanığın dinlenilmesinin gereksiz olduğu veya davayı uzatma amacıyla yapıldığı sonucuna varırsa, gerekçeli kararında belirtmek şartıyla bütün tanıkları dinlemeyebilir. Bu hususa işaret eden ve yine HMK’nın getirdiği bir yenilik olarak karşımıza çıkan 241. madde “(1) Mahkeme, gösterilen tanıklardan bir kısmının tanıklığı ile ispat edilmek istenen husus hakkında yeter derecede bilgi edindiği takdirde, geri kalanların dinlenilmemesine karar verebilir” düzenlemesini içermektedir. Anılan maddenin gerekçesinde aynen şöyle denilmektedir: “Tanıklardan bir kısmının dinlenilmesiyle yetinilmesi” başlığını taşıyan bu madde, davayı uzatma niyetiyle hareket etmek isteyen tarafın bu konudaki çabalarını önleme yolunda, mahkemeye tanınmış bir imkânı ifade etmektedir. Bir önceki maddenin ikinci fıkrasıyla tanıkların hangi vakıa hakkında dinleneceklerini açıklama görevinin tanığı gösteren tarafa yüklenmiş olduğu da dikkate alınarak, bu bağlamda, taraflarca tanık listesinde gösterilen tanıklardan bir kısmının dinlenmesiyle yeterli derecede sonuç alınmış ise diğerlerinin dinlenmesinden vazgeçilmiş sayılmasına karar verilebilecektir”. Bu ilkeler ışığında; bir davada tanıklar HMK’nın 241. maddesinde belirtilen durum ayrık olmak üzere açıkça vazgeçme olmadıkça dinlenmek zorundadır. Nitekim Hukuk Genel Kurulunun 25.02.2020 tarihli ve 2016/(7)22-371 E., 2020/203 K.; 20.12.2018 tarihli ve 2017/2-2707 E., 2018/1998 K. sayılı kararlarında da aynı ilkeler benimsenmiştir. D.Somut Olayın Değerlendirilmesi Somut uyuşmazlıkta davacı vekili, müvekkilinin 2002 yılında davalıların murisine ait işyerinde çalışmaya başladığını, çalışmasının 07:00-19:00 saatleri arasında, Cumhuriyet Bayramı hariç genel tatil günlerinde de devam ettiğini belirterek ödenmeyen işçilik alacaklarının tahsilini talep etmiş, davalıların vekilleri ise davanın reddi gerektiğini savunmuştur. Mahkemece 22.11.2013 tarihli tensip tutanağında davacı vekiline HMK’nın 121 ve 318. maddeleri gereği ellerindeki belgelerin asıllarını davalı sayısından bir fazla sayıda olacak şekilde dilekçelerine eklemeleri, başka yerden getirtilecek belge ve dosyalar için açıklayıcı bilgilerin ve belgelerin dilekçede yer alması gerektiği, ayrıca tanık ad, adres ve sayısını açıkça bildirmeleri; iki haftalık kesin süre içinde bildirilmediği taktirde ayrıca süre verilmeyeceği ve mevcut deliller üzerinden değerlendirme yapılarak karar verileceği bunun da aleyhlerine olabileceğinin ihtarı yönünde ara karar kurulmuş ve tensip tutanağı davacı vekiline 03.12.2013 tarihinde tebliğ edilmiştir. Davacı vekili dava dilekçesinde fazla çalışma ve işten haksız çıkarılma sebebi ile tanık deliline dayanmış, tanıklarının isim ve adreslerinin daha sonra bildirileceğini belirtmiştir. Ayrıca davacı vekili dava açılış sırasında gider avansı içerisinde 69TL “tanık tutarını” yatırmıştır. Dilekçeler ibraz edildikten sonra mahkemece 12.05.2014 tarihinde yapılan ön inceleme duruşmasında tarafların sulh olamadıkları ve dava konusu hususların tamamında anlaşamadıkları tespit edilerek ön inceleme aşamasından tahkikat aşamasına geçilmiş, davacı vekili ve davalı B….. K… vekili tanıklarını bildirmek için süre talep etmiş ise de, mahkemece “Her iki tarafa da tensip kararı gereği 2 ve 3 maddelerde sonuçları açıkça belirtilerek tanık ad ve adreslerini bildirmeleri gerekli masrafları yatırmaları aksi taktirde bu tanıkların dinlenmeyeceği konusunda uyarıldıkları, buna rağmen süresinde tanık bildirilmediği, duruşma sırasında da birbirlerine muvafakat etmedikleri anlaşıldığından tarafların tanık dinletme ile ilgili taleplerinin reddine” karar verilmiştir. Bununla birlikte, davacı vekili tarafından sunulan 21.05.2014 havale tarihli dilekçe ile iki tanığın isim ve adresleri bildirilmiş ise de mahkemece bu tanıklar dinlenilmeksizin yargılama tamamlanmıştır. Yapılan bu açıklamalara göre, basit yargılama usulünde taraflar dava ve cevap dilekçeleri ile delillerini göstermek, delil olarak dayandıkları belgeleri dilekçelerine ekleyerek vermek ya da başka yerden getirtilecekse gerekli bilgileri belirtmek zorunda olduğundan tanık deliline dayanılması durumunda bu hususun da dava ve cevap dilekçesinde belirtilmesi zorunludur. Diğer taraftan, HMK’nın 240. maddesinde tanık deliline dayanan tarafın tanık listesini sunması gerektiği belirtilmiş ise de tanık listesinin verilmesi gereken aşama açık olarak düzenlenmemiştir. Yukarıda ayrıntılı olarak izah edildiği üzere ispat faaliyetinin konusunu tarafların üzerinde anlaşamadıkları ve uyuşmazlığın çözümüne etkili olabilecek vakıalar oluşturur ve bu vakıaların ispatı için delil gösterilir. Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 320. maddesi gereğince basit yargılama usulünde tarafların iddia ve savunmaları çerçevesinde anlaştıkları ve anlaşamadıkları hususlar ön inceleme aşamasında tespit edileceğinden ancak bu tespit yapıldıktan sonra çekişmeli vakıaların ispatı için tanık deliline başvurulmasının gerekip gerekmediği taraflarca değerlendirilebilecektir. Bu anlamda olmak üzere dava dilekçesinde ve cevap dilekçesinde soyut olarak tanık deliline dayanan taraf, ön incelemede hâkimin tarafların iddia ve savunmaları çerçevesinde anlaştıkları ve anlaşamadıkları hususları tespit etmesinden sonra, hangi konulara ilişkin ve hangi vakıayı ispat için hangi tanığı delil olarak bildirebileceğini belirleyebilir. Bu itibarla, mahkemece dava dilekçesinde hangi vakıayı ispat için tanık deliline dayandığını belirten davacı vekilinin tanıklarının dinlenilmesi gerekirken tanık dinletme talebinin reddine karar verilmesi, hukukî dinlenilme hakkının ve bu hakkın alt unsurları olan “iddia ve savunma hakkı” ile “açıklama ve ispat hakkı”nın ihlâli niteliğinde olup adil yargılanma hakkı ile bağdaşmamaktadır. Hâl böyle olunca direnme kararının Özel Daire bozma kararında ve yukarıda açıklanan genişletilmiş gerekçe ve nedenlerle bozulmasına karar vermek gerekmiştir. IV.SONUÇ: Açıklanan nedenlerle; Davacı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile direnme kararının yukarıda açıklanan genişletilmiş gerekçe ve nedenlerden dolayı 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun geçici 3. maddesi uyarınca uygulanmakta olan 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 429. maddesi gereğince BOZULMASINA, Bozma kapsam ve nedenlerine göre davalılar Emine Kafalı, Zeynep Sarıkoç, Sabire Kafalı ve Gamze Kafalı vekilinin temyiz itirazlarının şimdilik incelenmesine yer olmadığına, İstek hâlinde temyiz peşin harçlarının yatıranlara geri verilmesine, Karar düzeltme yolu kapalı olmak üzere, 08.03.2022 tarihinde oy birliği ile kesin olarak karar verildi.
9. Hukuk Dairesi 2022/12424 E. , 2022/14071 K. “İçtihat Metni” BÖLGE ADLİYE MAHKEMESİ : … 9. Hukuk Dairesi DAVA TÜRÜ : ALACAK İLK DERECE MAHKEMESİ : … 31. … Mahkemesi Taraflar arasındaki alacak davasından dolayı yapılan yargılama sonunda İlk Derece Mahkemesince davanın kısmen kabulüne karar verilmiştir. Kararın taraf vekillerince istinaf edilmesi üzerine Bölge Adliye Mahkemesince, davacı vekilinin istinaf başvurusunun esastan reddine, davalı vekilinin istinaf başvurusunun faiz başlangıcı, türü ve arabuluculuk ücreti yönlerinden kabulü ile İlk Derece Mahkemesi kararı kaldırılarak davanın esası hakkında yeniden hüküm kurulmasına karar verilmiştir. Bölge Adliye Mahkemesi kararı taraf vekillerince temyiz edilmekle; kesinlik, süre, temyiz şartı ve diğer usul eksiklikleri yönünden yapılan ön inceleme sonucunda; Somut uyuşmazlıkta 696 sayılı Olağanüstü Hal Kapsamında Bazı Düzenlemeler Yapılması Hakkında Kanun Hükmünde Kararname (696 sayılı KHK) kapsamında 02.04.2018 tarihinde sürekli işçi kadrosuna geçen davacının ücretinin eksik ödendiği iddiasına bağlı fark alacak taleplerinin reddine karar verildiği, hüküm altına alınan alacakların ise davalı bakımından kesinlik sınırını aşacak mahiyette ileriye yönelik bir etkisinin bulunmadığı anlaşılmaktadır. Dosya içeriğine göre hüküm altına alınan ve temyize konu edilen toplam miktarın, Bölge Adliye Mahkemesinin karar tarihi itibari ile kesinlik sınırı olan 107.090,00 TL’nin altında kaldığı anlaşılmakla; davalı vekilinin temyiz dilekçesinin reddine karar vermek gerekmiştir. Davacı vekilinin gerekli şartları taşıdığı anlaşılan temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten ve Tetkik Hâkimi tarafından hazırlanan rapor dinlendikten sonra dosyadaki belgeler incelenip gereği düşünüldü: I. DAVA Davacı vekili dava dilekçesinde; müvekkilinin davalı ile dava dışı alt işverenler arasında imzalanan hizmet alım sözleşmeleri kapsamında alt işveren işçisi olarak davalı Bakanlığa ait işyerinde belirsiz süreli … sözleşmesi ile çalışırken 696 sayılı KHK kapsamında sürekli işçi kadrosuna geçirildiğini, sürekli işçi kadrosuna geçirildikten sonra ücretinin düşürüldüğünü, bundan dolayı ücret farkı, ikramiye farkı, ilave tediye farkı alacaklarının bulunduğunu; ayrıca davacının pandemi döneminde davalı Bakanlık tarafından yayımlanan genelge çerçevesinde 7,10 ve 15’er günlük nöbetler ile gece gündüz yirmi dört saat kapalı sistem çalıştığını, bu çalışma şeklinde fazla çalışma yapıp ulusal … ve genel tatil günleri ile hafta tatillerinde çalıştığını ve gece çalışması yaptığını, ancak bu çalışmalara ilişkin zamlı ücretlerin ödenmediğini ileri sürerek fark ücret, ikramiye ve ilave tediye alacakları ile fazla çalışma, ulusal … ve genel tatil, hafta tatili ve gece zammı ücreti alacaklarının davalıdan tahsiline karar verilmesini talep etmiştir. II. CEVAP Davalı vekili cevap dilekçesinde; ücret politikasının hukuka uygun olduğunu ve davacının ödenmeyen alacağının bulunmadığını savunarak davanın reddine karar verilmesini istemiştir. III. İLK DERECE MAHKEMESİ KARARI İlk Derece Mahkemesinin yukarıda tarih ve sayısı belirtilen kararı ile davacının sürekli işçi kadrosuna geçiş sürecinde imzalanan sözleşmede asgari ücretin belirli oran fazlasına yönelik bir düzenleme bulunmaması ve dosya kapsamında mevcut bilirkişi raporu dikkate alınarak ücret, ikramiye ve ilave tediye fark alacaklarının reddi ile davanın kısmen kabulüne karar verilmiştir. IV. İSTİNAF A. İstinaf Yoluna Başvuranlar İlk Derece Mahkemesinin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde davacı … davalı vekilleri istinaf başvurusunda bulunmuştur. B. İstinaf Sebepleri 1.Davacı vekili istinaf dilekçesinde; İlk Derece Mahkemesi kararının kazanılmış hak ilkesine aykırı olduğunu, davacının ücretinin kadroya geçirilmeden önce asgari ücretin belirli bir oran fazlası üzerinden belirlendiğini ve ayrıca hesaplamaların hatalı yapıldığını ileri sürerek kararın kaldırılmasını talep etmiştir. 2. Davalı vekili istinaf dilekçesinde; Bakanlık uygulamasının yerinde olduğunu ve davacının alacaklarının eksiksiz bir biçimde ödendiğini, faiz türü ve başlangıç tarihlerinin hatalı olduğu, alacaklardan indirim yapılması ve davanın reddi gerektiğini ileri sürmüştür. C. Gerekçe ve Sonuç Bölge Adliye Mahkemesinin yukarıda tarih ve sayısı belirtilen kararı ile davacının sürekli işçi kadrosuna geçiş sürecinde imzalanan sözleşmede asgari ücretin belirli oran fazlasına yönelik bir düzenleme bulunmaması dikkate alınarak davacı vekilinin istinaf başvurusunun esastan reddine, davalı vekilinin istinaf istinaf başvurusunun ise faiz başlangıcı ve türü ile arabuluculuk ücretinin haklılık durumuna göre oranlaması gerektiği yönlerinden kabulü ile İlk Derece Mahkemesi kararı kaldırılarak esas hakkında yeniden hüküm kurulmak suretiyle davanın kısmen kabulüne karar verilmiştir. V. TEMYİZ A. Temyiz Yoluna Başvuranlar Bölge Adliye Mahkemesinin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde davacı … davalı vekilleri temyiz isteminde bulunmuştur. B. Temyiz Sebepleri Davacı vekili temyiz başvuru dilekçesinde, Bölge Adliye Mahkemesi kararında muhalefet şerhi olduğunu, davacının ücretinin kadroya geçirilmeden önce asgari ücretin belirli bir oran fazlası üzerinden belirlenmesinin kazanılmış hak teşkil ettiğini, davacının ücretinin tek yanlı düşürülmesi mümkün olmadığından ücret farkı, ilave tediye ve ikramiye farkı taleplerinin reddinin hatalı olduğunu, ücret farkı çıkmasa bile diğer alacakların hesaplanması gerektiğini, ilgili ayda yapılan ödemenin sadece o aydan mahsubu gerektiğini, hükmedilen alacaklara arabuluculuk son tutanak tarihinden faiz işletilmesi gerektiğini, gece zammı alacağı toplu … sözleşmesinden kaynaklandığından bu alacağa en yüksek işletme kredi faizi işletilmesi gerektiğini ileri sürerek ve resen dikkate alınacak nedenlerle Bölge Adliye Mahkemesi kararının bozulmasını talep etmiştir. C. Gerekçe 1. Uyuşmazlık ve Hukuki Nitelendirme Uyuşmazlık; 696 sayılı KHK kapsamında sürekli işçi kadrosuna geçirilen davacı işçinin, kadroya geçişte düzenlenen belirsiz süreli … sözleşmesi hükümlerine göre ücretinin tespiti ile talep edilen fark alacaklarının bulunup bulunmadığı, gece zammı, fazla çalışma, hafta tatili ve ulusal … ve genel tatil alacaklarının ispatı, hesabı ve hüküm altına alınan alacaklara uygulanan faizin türü ile başlangıç tarihleri hususlarındadır. 2. İlgili Hukuk 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun (6100 sayılı Kanun) 369 uncu maddesinin birinci fıkrası ile 370 ve 371 inci maddeleri, 4857 sayılı … Kanunu’nun 34 üncü maddesi, 696 sayılı KHK hükümleri. 3. Değerlendirme 1. Temyizen incelenen karar, tarafların karşılıklı iddia ve savunmalarına, dayandıkları belgelere, uyuşmazlığa uygulanması gereken hukuk kuralları ile hukuki ilişkinin nitelendirilmesine, dava şartlarına, yargılama ve ispat kuralları ile kararda belirtilen gerekçelere göre usul ve kanuna uygun olup davacı vekilinin aşağıda yer alan paragrafların dışındaki temyiz sebepleri yerinde görülmemiştir. 2. Dairemizin yerleşik uygulaması uyarınca, işçi muaccel alacaklarını tek tek belirtmek kaydıyla ihtarname ile işvereni temerrüde düşürebilir. Söz konusu ihtarnamede alacak miktarlarının belirtilmesi gerekmez. Dava tarihinden önce yürütülen arabuluculuk süreci sonucunda anlaşma yapılamadığına dair düzenlenen son tutanak bu bağlamda değerlendirildiğinde dava konusu alacakların dava tarihinden önce arabuluculuk aracılığıyla talep edilmesi karşısında davalı işverenin arabuluculuk son tutanak tarihi itibarıyla temerrüde düştüğünün kabulü gerekmektedir. Bu sonuç davalı işverenin usulüne uygun davet edilmesine rağmen arabuluculuk görüşmelerine katılmadığı durumlarda da geçerlidir. Dolayısıyla, somut olayda davalının daha önce temerrüde düşürüldüğü ispat edilemediğinden, Mahkemece hüküm altına alınan alacaklarına arabuluculuk son tutanak tarihinden itibaren faize hükmedilmesi gerekirken yazılı şekilde karar verilmesi hatalıdır. 3. Dava konusu gece zammı alacağına en yüksek banka mevduat faizi yerine yasal faiz işletilmesi de isabetsiz olmuştur. Ne var ki bu hataların giderilmesi yeniden yargılama yapılmasını gerektirmediğinden 6100 sayılı Kanun’un 370 inci maddesinin ikinci fıkrası hükmü uyarınca Bölge Adliye Mahkemesi kararının düzeltilerek onanması gerekir. VI. KARAR Yukarıda açıklanan sebeplerle; A. Davalı Temyizi Yönünden Davalı vekilinin temyiz dilekçesinin miktardan REDDİNE, B. Davacı Temyizi Yönünden 1.Davacı vekilinin diğer temyiz itirazlarının reddine, 2. Temyiz olunan, Bölge Adliye Mahkemesi kararının hüküm fıkrasının (2) nci bendinin (b), (c) (d) ve (e) alt bentlerinin hükümden tamamen çıkartılarak yerlerine; “b-13.266,28 TL brüt fazla çalışma ücreti alacağının, arabuluculuk son tutanak tarihi olan 25.09.2020 tarihinden itibaren işleyecek en yüksek banka mevduat faizi ile birlikte davalıdan alınarak davacıya verilmesine, c-109,05 TL brüt ulusal … ve genel tatil ücreti alacağının, arabuluculuk son tutanak tarihi olan 25.09.2020 tarihinden itibaren işleyecek en yüksek banka mevduat faizi ile birlikte davalıdan alınarak davacıya verilmesine, d-1.415,62 TL brüt hafta tatil ücreti alacağının, arabuluculuk son tutanak tarihi olan 25.09.2020 tarihinden itibaren işleyecek en yüksek banka mevduat faizi ile birlikte davalıdan alınarak davacıya verilmesine, e-10,00 TL brüt gece zammı alacağının arabuluculuk son tutanak tarihi olan 25.09.2020 tarihinden itibaren işleyecek en yüksek banka mevduat faizi ile birlikte davalıdan alınarak davacıya verilmesine,” bentlerinin yazılması suretiyle kararın bu şekilde DÜZELTİLEREK ONANMASINA, Dosyanın İlk Derece Mahkemesine, kararın bir örneğinin Bölge Adliye Mahkemesine gönderilmesine, 02.11.2022 tarihinde oy birliğiyle karar verildi.
3. Hukuk Dairesi 2022/7078 E. , 2022/8282 K. “İçtihat Metni” MAHKEMESİ :ASLİYE HUKUK MAHKEMESİ Taraflar arasında görülen itirazın iptali davasının mahkemece yapılan yargılaması sonucunda; davalılardan … yönünden davanın reddine, diğer davalı … yönünden davanın kabulüne dair verilen hükmün, süresi içinde davalılar tarafından temyiz edilmesi üzerine; temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra, dosya içerisindeki bütün kağıtlar okunup gereği düşünüldü: Y A R G I T A Y K A R A R I Davacı; davalılar ile 25/02/2010 tarihli tellallık sözleşmesini imzaladığını, sözleşmeye göre davalıların dava dışı 3. kişiye ait taşınmazda bulunan kiracıların tahliyesini, ardından kiraya verenlerle sözleşmeye konu yere ilişkin kira sözleşmesi kurulmasını taahhüt ettiklerini; buna istinaden, davalılara, 03/03/2010 tarihinde 22.000 TL, 23/03/2010 tarihinde 15.000 TL, 24/03/2010 tarihinde 6.700 TL olmak üzere toplam 43.700 TL ödediğini; ancak, mesleği avukatlık olan davalıların kötü niyetle hareket ettiklerini, Avukatlık Kanununun 11. maddesine göre avukatların tellallık yapamayacağını, bununla birlikte tellalın tarafsız olması gerektiğini, ama davalıların esasında taşınmazı kiraya verenlerin avukatlığını yaptığını, tarafsız olamayacaklarını, bu nedenlerle söz konusu sözleşmenin geçersiz olduğunu; taşınmazın da bu zamana kadar tahliye edilmediğini; davalılara 20/08/2010 tarihli ihtarname keşide ederek ödediği paraların iadesini talep ettiği halde ödeme yapılmaması üzerine başlatmış olduğu takibe davalıların haksız itiraz ettiklerini ileri sürerek; takibe vaki itirazın iptali ile takibin devamına, icra inkar tazminatına hükmedilmesine karar verilmesini talep ve dava etmiştir. Davalılar; sözleşmede davalı …’ın imzasının bulunmadığını, kira sözleşmesinin de tellallık faaliyeti sonucu imzalandığını savunarak, davanın reddini dilemişlerdir. Mahkemece; davalı … hakkında açılan davanın pasif husumet yokluğundan, davalı … hakkında açılan davanın esastan reddine dair verilen karar, tarafların temyizi üzerine, Yargıtay (Kapatılan) 13. Hukuk Dairesinin 06/06/2016 tarihli ve 2011/114 E. 2014/334 K. sayılı ilamıyla; kötü niyet tazminatı hakkında olumlu olumsuz bir karar verilmemiş olduğu, gerekçesiyle, bozulmuştur. Bozmaya uyularak yapılan yargılama sonucunda mahkemece; davanın, davalı … yönünden pasif husumet yokluğundan, davalı … yönünden ise imzalandığı inkar edilmeyen tellallık sözleşmesinin 5.2 ve 5.3 hükümleri ile kira sözleşmesinin imzalanmış olması nedeniyle reddine, sabit olmadığından kötü niyet tazminatı talebininde reddine dair verilen karar, tarafların temyizi üzerine; Yargıtay (Kapatılan) 13. Hukuk Dairesinin 25/11/2019 tarihli ve 2017/4038 E. 2019/11484 K. sayılı ilamıyla; tellallık hizmetini üstlenen davalıların avukat olması ve Avukatlık Kanununun 11. maddesiyle tellallığın avukatlıkla birleşmeyen işlerden sayılması nedeniyle, TBK’nın 27.maddesi hükmü gereği sözleşmenin kesin hükümsüz olduğu, tarafların aldıklarını geri vermeleri gerektiğinden bahisle bozulmuştur. Bozmaya uyularak yapılan yargılama sonucunda, mahkemece; davalı …’ın sözleşmede imzası olmaması nedeniyle hakkındaki davanın taraf ehliyeti yokluğundan usulden reddine, davalı … hakkındaki davanın kısmen kabulü ile davalının takibe vaki itirazının 43.700 TL asıl alacak ve 2.629,83 TL işlemiş faiz toplamı 46.329,83 TL için iptaline, takibin bu miktar üzerinden ve takip talebindeki diğer koşullar ile devamına, davalı …’ün % 40 oranında (17.480,00) icra inkar tazminatı ile sorumlu tutulmasına dair karar verilmiş; karar, davalılar tarafından temyiz edilmiştir. 1)Dosyadaki yazılara, kararın bozmaya uygun olmasına, delillerin takdirinde bir isabetsizlik bulunmamasına göre, davalıların sair temyiz itirazlarının reddi gerekir. 2)Davalılar tarafından temyiz dilekçesi ekinde sunulan ” Belgedir ” başlıklı yazıda;” … ile … aleyhine İzmir 23. İcra Müdürlüğünün 2010/13441 Esas sayılı dosyası ile başlatılan ödenen bedellerin iadesi istemli toplam ( 03/03/2010 tarihli 22.000 TL, 23/03/2010 tarihli 15.000 TL, 24/03/2010 tarihli 6.700 TL alacak olmak üzere) 43.700TL alacak ile ilgili şirketimizin hiçbir hak ve talebi olmadığını açıkça beyan ve kabul ederek, Av. … tarafından bu sözleşme kapsamında şirketimize verilen hukuki hizmetlerinin karşılığı vekalet ücreti olarak bu bedelin kendisine ödendiğinin kabulü ile bu alacak ile ilgili açılan her türlü icra takibi ve davalardan herhangi bir alacak, vekalet ücreti ve masraf talebimiz olmadan feragat edeceğimizi beyan, kabul ederiz. ” ifadelerine yer verilmiştir. Davacı vekili, ibraz edilen bu yazı içeriğinin davalılar tarafından sahte olarak düzenlendiğini savunmuştur. Borcu sona erdiren ödeme belgesinin yargılamanın her aşamasında ileri sürülebileceği dikkate alındığında, sunulan bu yazıya ilişkin davacı tarafın beyanı da alınarak, gerekli inceleme yapılmak suretiyle bir karar verilmesi gerekir. Buna göre, mahkemece yapılacak iş; yargılama aşaması henüz tamamlanmamış olduğundan davacı şirket adına imzalanan yazı üzerinde durulması, davacıdan; davalının savunmasına ve sunulan yazıya karşı diyeceklerinin sorulması, bundan sonra gerekirse imza incelemesi de yapmak suretiyle oluşacak sonuca göre bir karar vermek olmalıdır. SONUÇ: Yukarıda birinci bentte açıklanan nedenlerle davalıların sair temyiz itirazlarının reddine, ikinci bentte açıklanan nedenlerle hükmün HUMK’nın 428 inci maddesi gereğince davalılar yararına BOZULMASINA, peşin alınan temyiz harcının istek halinde temyiz edene iadesine, 6100 sayılı HMK’nın geçici madde 3 atfıyla 1086 sayılı HUMK’nın 440 ncı maddesi gereğince kararın tebliğinden itibaren 15 günlük süre içerisinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere, 27/10/2022 tarihinde oy birliği ile karar verildi.
23. Ceza Dairesi 2015/18306 E. , 2015/4793 K. “İçtihat Metni” MAHKEMESİ :Ağır Ceza Mahkemesi SUÇ : Kamu kurum ve kuruluşlarının araç olarak kullanılması suretiyle dolandırıcılık, resmi belgede sahtecilik HÜKÜM : Beraat Dosya incelenerek gereği düşünüldü: Katılan ile eşinin 1993 yılında ölümünden sonra intikal eden bir kısım taşınmazları ile ilgili davaların takibi konusunda güvene dayalı olan vekalet ilişkisi kuran avukat olan sanığın, davalar için gerekli olduğundan bahisle bürosuna çağırdığı, kendisinin hulus ve saffetinden yararlanarak katılana boş bir kısım belgeler imzalattığı, aradan geçen süre içinde davaların takibinden memnun olmadığı nedenle kendisini azleden katılana karşı öncesinde imzalattığı belgeler arasında bulunan boş, altı katılanca imzalanan senedi hukuka aykırı şekilde katılanın rızası dışında senedin alacaklı hanesine kendi ismini, miktar kısmına 300.000 Türk lirası, vade kısmına ise 11/02/2013 yazarak/yazdırarak, bahse konu senede istinaden haksız takip başlatıp katılana ait bazı gayrımenkullerin satılmasını sağladığı iddia olunan eylemde, sanığın aşamalarda katılanın dava ücretlerini ödemediği, katılana aynı zamanda borç verdiği şeklindeki savunmaları, mahkemenin ise yargılama sürecinde dosyaya sunulan ve sanığın katılan tarafından ibra edildiğine ilişkin belgedeki imzanın katılan tarafından atıldığı, taraflar arasındaki ihtilafın hukuki mesele olarak değerlendirilmesi gerektiği dolayısıyla yüklenen suçun sanık tarafından işlendiğinin sabit olmadığının kabulü ile sanık hakkında beraat kararı verilmesi karşısında; 1- Sanık ile katılan arasındaki mevcut vekalet akdi çerçevesinde sanık tarafından takibi yapılan davalara ilişkin vekalet ücret sözleşmesi ile doğmuş ücretlerin ödenip-ödenmediği hususlarının araştırılması, 2- Sanığın savunması doğrultusunda; katılanın ekonomik sıkıntı içinde yada sanığın müvekkili katılana borç verebilecek maddi yeterlilikte olup-olmadığının tespitine yönelik tarafların sosyal ekonomik durumlarının araştırılması ile hayatın olağan akışı içerisinde mevcut durumun karar yerinde değerlendirilmesi, 3- Denetime imkan verecek şekilde, iddia ve savunmanın doğruluğu bakımından dava konusu belgedeki katılanın imzası ile borcu ihtiva eden el yazılarının aynı anda mı, yoksa farklı tarihlerde mi yazıldığı hususunun belirlenebilmesi için belirtilen yazıların aidiyeti ve mümkün olduğu takdirde mürekkepyaşınıntespiti yönünden bilirkişi incelemesi yaptırılması gerektiğinin gözetilmemesi, 4- Toplanan tüm delillerin sonucuna göre sanığın hukuki durumunun tayin ve takdirinin gerektiği gözetilmeden eksik incelemeyle yazılı şekilde beraat kararı verilmesi, Bozmayı gerektirmiş, katılan vekilinin temyiz itirazları bu itibarla yerinde görülmüş olduğundan hükmün bu sebeplerden dolayı 5320 sayılı Kanun’un 8/1. maddesi gereğince uygulanması gereken 1412 sayılı CMUK’nın 321. maddesi uyarınca BOZULMASINA, 07.10.2015 tarihinde oybirliği ile karar verildi.
10. Hukuk Dairesi 2018/5771 E. , 2022/8783 K. “İçtihat Metni” Mahkemesi : … Bölge Adliye Mahkemesi 10. Hukuk Dairesi Dava, davacının 20.01.2015 tarihinde, dava dışı … … Adamları Derneği tarafından düzenlenen futbol turnuvasında müsabaka sırasında geçirdiği kazanın … kazası olduğunun tespiti istemine ilişkindir. İlk Derece Mahkemesince, hükümde belirtilen gerekçelerle davanın kabulüne dair verilen karara karşı davalı taraf vekilleri tarafından istinaf yoluna başvurulması üzerine, … Bölge Adliye Mahkemesi 10.Hukuk Dairesince istinaf başvurularının esastan reddine karar verilmiştir. … Bölge Adliye Mahkemesi 10. Hukuk Dairesince verilen kararın, davalı taraf vekilleri tarafından temyiz edilmesi üzerine, temyiz isteklerinin süresinde olduğu anlaşıldıktan ve Tetkik Hâkimi … tarafından düzenlenen raporla dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra işin gereği düşünüldü ve aşağıdaki karar tespit edildi. Somut olayda … kazası açısından uygulanması gereken kanun 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu’dur. Kanunun 13. maddesine göre … kazası; “a) Sigortalının işyerinde bulunduğu sırada, b) İşveren tarafından yürütülmekte olan … nedeniyle sigortalı kendi adına ve hesabına bağımsız çalışıyorsa yürütmekte olduğu … nedeniyle, c) Bir işverene bağlı olarak çalışan sigortalının, görevli olarak … yeri dışında başka bir yere gönderilmesi nedeniyle asıl işini yapmaksızın geçen zamanlarda, d) Bu Kanunun 4 üncü maddesinin birinci fıkrasının (a) bendi kapsamındaki emziren kadın sigortalının, … mevzuatı gereğince çocuğuna süt vermek için ayrılan zamanlarda, e)Sigortalıların, işverence sağlanan bir taşıtla işin yapıldığı yere gidiş gelişi sırasında, meydana gelen ve sigortalıyı hemen veya sonradan bedenen ya da ruhen özüre uğratan olaydır.” şeklinde tanımlanarak 506 sayılı Kanun’da belirtilen … kazası kavramı genişletilmiştir. 5510 sayılı Kanun bakımından inceleme yapıldığında sosyal güvenlik hukuku anlamında … kazası unsurları kazaya uğrayanın 5510 sayılı Kanun anlamında sigortalı sayılması, sigortalının kazaya uğraması, sigortalının kaza sonucu bedensel veya ruhsal bir zarara uğraması ve kaza ile sigortalının uğradığı bedensel zarar arasında uygun nedensellik bağının bulunmasıdır (…, A./…, A.R./…, N.: Sosyal Güvenlik Hukuku, … 2014, s. 417-432). 5510 sayılı Kanun’da … kazası sayılan hâllerden (b) bendi dışında kazanın yapılan işle ilgisi aranmamaktadır. … kazası kavramının kanunda bu şekilde geniş düzenlenmesinin sebebi sosyal güvenlik hakkının koruyucu kapsamının mümkün olduğunca genişletilmesinin amaçlanmasıdır (Süzek, S.: … Hukuku (Genel Esaslar ve Bireysel … Hukuku), … 2015, s. 449). 30.06.2012 tarihli ve 28339 sayılı Resmî Gazete’de yayımlanan 6331 sayılı … Sağlığı ve Güvenliği Kanunu’nun “Tanımlar” başlıklı 3. maddesinde … kazası “…İşyerinde veya işin yürütümü nedeniyle meydana gelen, ölüme sebebiyet veren veya vücut bütünlüğünü ruhen ya da bedenen özre uğratan olay…” şeklinde tanımlanmıştır. 22.04.2005 tarihi itibariyle ülkemizde de yürürlüğe giren 155 No’lu … Sağlığı ve Güvenliği ve Çalışma Ortamına İlişkin Sözleşmesinde işyeri “işçilerin, işleri nedeniyle gitmeleri veya bulunmaları gereken ve işverenin doğrudan veya dolaylı kontrolü altında bulunan bütün yerleri kapsar” şeklinde belirtilmiştir. … organizasyonu kapsamında işçinin işinin yapıldığı yer ile işyerinde sayılan ve bağlı yer olarak değerlendirilen yatakhane, yemekhane gibi yerlere işveren tarafından gönderilmesi, işin yürütümü ile ilgili olduğu gibi işçi işverenin otoritesi altında olduğundan ve aynı gelip gidilen yer aynı … organizasyonu kapsamında kaldığından, her iki yer arasında gelip gittiği süre içinde uğradığı kaza … kazası sayılmalıdır. Kısaca böyle bir kaza işverenin dolaylı kontrolü altında meydana geldiğinden … kazasıdır. İşverenin hakimiyet ve otoritesinin devam ettiği, başka bir anlatımla hakimiyet ve otoritenin devam ettiği yerde gerçekleşen … kazasının … organizasyonunun kapsamı içinde olduğunun kabulü sosyal güvenlik hukukunun koruyucu amacına hizmet edecektir. (Y. HGK. 25.11.2020 tarih ve 2016/(21)10-2569 E, 2020/956 K). Sigortalının görevle bir başka yere gönderilmesi, işyerinin bulunduğu yerleşim biriminin sınırları içinde olabileceği gibi, bir başka yer de olabilir. Her iki görevlendirmede de sigortalının işyerinden ayrıldığı andan, döndüğü ana kadar geçen zamanda ve geliş gidişi esnasında meydana gelecek olaylarda sigortalı zarara uğramış ise bu olay … kazası sayılacaktır. Sigortalının bir başka yerde görevlendirilmesi söz konusu ise ve görevlendirme süresi mesai saati süresinden daha uzun ise, yalnızca işin gereği olarak bulunduğu yerlerde değil, normal bir insanın günlük hayatı ve hayatın doğal akışı içinde yaptığı işler ve bulunduğu yerler dolayısıyla meydana gelen olaylar da … kazası sayılacaktır. Dosya içeriğine göre davalı şirketin sigortalı çalışanı olan ve davalı şirketin üyesi olduğu dava dışı … … Adamları Derneği tarafından düzenlen 2014-2015 Futbol … için davalı şirketi temsil eden yetkili kişinin talimatı ile futbol sorumlusu belirlenerek futbol oynayabilen ve gönüllü olan işçiler tarafından oluşturulan “… 1949” adlı futbol takımı kurulduğu, işverenin talimatı ile kurulan bu takımda görev alan davacının 20.01.2015 tarihli müsabakada, halı sahada futbol oynarken sakatlandığı, meydana gelen kaza olayında, futbol takım kadrosunun davalı şirketçe görevlendirilen takım sorumlusu tarafından şirket çalışanları arasından oluşturulmuş olması, halı saha ve diğer giderlerin turnuvaya katılan şirketlerce ve dolayısıyla davalı şirketçe karşılanmış olması, davalı şirket çalışanlarının halı sahaya gidiş-gelişi için servis ve şoför tahsisinin davalı şirketçe sağlanmış olması karşısında, davalı şirketin … organizasyonu içerisinde görevlendirildiği, bu nedenle 5510 sayılı Yasanın 13. maddesi birinci fıkrasının c bendi hükmünde belirtildiği şekilde “bir işverene bağlı olarak çalışan sigortalının, görevli olarak işyeri dışında başka bir yere gönderilmesi nedeniyle asıl işini yapmaksızın geçen zamanlarda” meydana gelen kaza olayının … kazası olarak kabul edilmesi gerektiği anlaşılmaktadır. Sonuç itibari ile ilk derece mahkemesinin kararın dayandığı deliller ile yukarda açıklanan yasal gerektirici nedenler ve delillerin takdirinde bir isabetsizlik görülmemesine göre, yerinde bulunmayan bütün temyiz itirazlarının reddiyle, usul ve kanuna uygun olan hükmün ONANMASINA, aşağıda yazılı temyiz harcının davalılardan … … ve Talaşlı İmalat Sanayi ve Ticaret Ltd.’den alınmasına, dosyanın kararı veren İlk Derece Mahkemesine, karardan bir örneğinin Bölge Adliye Mahkemesine gönderilmesine, 08/06/2022 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Hukuk Genel Kurulu 2017/1770 E. , 2021/1738 K. “İçtihat Metni” MAHKEMESİ :Sulh Hukuk Mahkemesi 1. Taraflar arasındaki “akde aykırılık nedeniyle tahliye” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda, İzmir 1. Sulh Hukuk Mahkemesince verilen davanın reddine ilişkin karar davacının mirasçıları vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine Yargıtay (Kapatılan) 6. Hukuk Dairesince yapılan inceleme sonunda bozulmuş, Mahkemece Özel Daire bozma kararına karşı direnilmiştir. 2. Direnme kararı davacının mirasçıları vekili tarafından temyiz edilmiştir. 3. Hukuk Genel Kurulunca dosyadaki belgeler incelendikten sonra gereği görüşüldü: I. YARGILAMA SÜRECİ Davacı İstemi: 4. Davacı vekili dava dilekçesinde; davalının müvekkiline ait … adresinde kiracı olarak tuhafiye işi yaptığını, aynı adreste yine müvekkiline ait olan 85/B kapı numaralı dükkan boşaldığında bu dükkana geçmek istediğini, müvekkilinin olur vermediğini, buna rağmen davalının 85/B kapı numaralı dükkana izinsiz ve habersiz olarak geçtiğini, müvekkilinin yaşamakta olduğu Antalya’dan geldiğinde bu duruma itiraz ettiğini, ancak davalı ve eşinin fiili ve sözlü saldırılarına uğradığını, davalının yaşlı ve hasta olan müvekkilini darp ettiğini, hakaret ve küfür ettiğini, davalının ve eşinin eyleminin 818 sayılı Borçlar Kanunu’nun (BK) 256. maddesi gereğince kiralananı açıktan fena kullanma niteliğinde olduğunu ileri sürerek davalının 4165. Sokak No:85/B adresindeki taşınmazdan tahliyesine karar verilmesini talep etmiştir. Davalı Cevabı: 5. Davalı vekili cevap dilekçesinde; dava konusu işyerinin taraflarca 26.03.2008 tarihinde imzalanan yazılı kira sözleşmesi uyarınca müvekkili tarafından aylık 500TL kira bedeli ile kiralandığını ve bugüne kadar işlemiş kira bedellerinin de ödendiğini, davacı tarafa yönelik küfür, hakaret ve saldırı iddialarının tamamen asılsız olduğunu, aksine davacının müvekkiline yönelik küfür, hakaret, tehdit ve 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun 267/1. maddesinde tanımlanan iftira suçunu işlediğini, müvekkilinin taşınmazda yaptığı birtakım tadilat, tamirat ve tefrişten sonra tahliye etmesi konusunda tehdit ve hakarette bulunduğunu, müvekkilinin işyerini işgal ettiği iftirası ile Konak Kaymakamlığına idari başvuru yaparak taşınmazın 3091 sayılı Kanun uyarınca tahliye edilmesini talep ettiğini, ancak işyerinin müvekkili tarafından kira sözleşmesine dayalı olarak kullanıldığı gerekçesiyle talebin reddine karar verildiğini, davacı hakkında iftira suçundan şikâyetçi olunduğunu ve soruşturmanın devam ettiğini belirterek davanın reddini savunmuştur. Mahkeme Kararı: 6. İzmir 1. Sulh Hukuk Mahkemesinin 13.11.2014 tarihli ve 2008/682 E., 2014/1001 K. sayılı kararı ile; davalının, davacıların murisi … hakkında iftira ve hakaret suçundan yaptığı şikâyet üzerine açılan kamu davasında İzmir 18. Asliye Ceza Mahkemesinin 14.04.2008 tarihli ve 2011/157 E., 2012/36 K. sayılı kararı ile muris …’ın mahkumiyetine karar verildiği, murisin şikâyeti üzerine davalı hakkında İzmir 10. Sulh Ceza Mahkemesinde hakaret ve basit yaralama suçundan kamu davası açılmış ve yapılan yargılama sonucunda delil yetersizliğinden beraat kararı verilmiş ise de ceza mahkemesinin beraat kararı hukuk hâkimini bağlamayacağından tarafların gösterdikleri tanıkların bir kısmının dinlendiği, bir kısmının dinlenmesinden vazgeçildiği, davacı murisin tanığı Fatmana’nın davacı murisin eşi, Davut Özel’in ise kiracısı olduğu, …’ın ceza davasında dinlenmediği, mahkemedeki ifadesinin samimi görülmediği, davacı murisin tanığı Davut Özel’in hazırlık aşamasındaki ifadesinde ve ceza yargılamasında görgüsü olmadığını bildirmesine rağmen mahkememizde aksi yönde beyanda bulunduğu, bu tanığın son ifadesinin de samimi görülmediği, tanık Zülfiye ve …’in hazırlık aşamasındaki ifadesi ile ceza mahkemesindeki ifadesinin çelişkili olduğu, diğer tanıkların hakarete ilişkin görgülerinin olmadığı gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiştir. Özel Daire Bozma Kararı: 7. Mahkemenin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde davacının mirasçıları vekili temyiz isteminde bulunmuştur. 8. Yargıtay (Kapatılan) 6. Hukuk Dairesinin 16.04.2015 tarihli ve 2015/2281 E., 2015/3848 K. sayılı kararı ile; “…Davacılar murisi ile davalı arasında 20.3.2008 tarihli 3 yıl süreli tuhafiyeci dükkanı olarak kullanılmak üzere kira sözleşmesi imzalandığı hususunda uyuşmazlık bulunmamaktadır. Uyuşmazlık davalı kiracının kiralayana yönelik hakaret ve basit yaralama eyleminin olup olmadığı bu hususun kira ilişkisini çekilmez hale sokup sokmadığı hususunda toplanmaktadır. Dosya kapsamından, kiralayanın şikayeti üzerine davalı kiracı hakkında hakaret ve basit yaralama suçundan kamu davası açıldığı İzmir 10.Sulh Ceza Mahkemesinin 2008/2319 Esas ve 2009/1630 Karar sayılı dosyada yapılan yargılama sonunda, davalının “mahkumiyetine yeter delil olmadığı müsnet suç sabit olmadığından beraatine” karar verildiği kararın temyiz incelemesinden geçerek kesinleştiği anlaşılmaktadır. Hakkında beraat kararı verilen davalı kiracı ise kiralayan hakkında iftira suçundan şikayetçi olduğu 2011/157 Esas ve 2012/36 Karar sayılı dosyada yapılan yargılama sonunda kiralayan hakkında iftira suçundan cezalandırılmasına, Hükmün Açıklanmasının Geri Bırakılmasına karar verildiği kararın kesinleştiği görülmektedir. Ceza dosyasında dinlenen tanık anlatımlarından davalı kiracının kiralayana yönelik fiili ve sözlü eyleminin olduğu hakaret içerikli sözler söylediği, kiralayana yönelik manevi ızrar yaptığı anlaşılmaktadır. Davalının, ceza yargılamasında yeterli delil olmadığı gerekçesiyle beraat etmiş olması Türk Borçlar kanunu 74. maddesi uyarınca hukuk hakimini bağlamaz. Ceza yargılamasında eylemin yasada belirtilen tipik suç tanımına uyup uymadığı, kast unsurunun gerçekleşip gerçekleşmediği değerlendirilirken, hukuk hakimi, eylem suç teşkil etmese de daha geniş bir yorumla eylemin hukuka aykırı olup olmadığını, taraflar arasındaki sözleşme ilişkisinin hukuka aykırı eylem nedeniyle çekilmez hale gelip gelmediğini inceler. Gerek ceza yargılamasında dinlenen tanık anlatımları gerekse davalı kiracının kiralayan aleyhine iftira suçundan şikayette bulunarak husumeti devam ettirmesi taraflar arasındaki kira ilişkisinin çekilmez hale geldiğini göstermektedir. Türk Borçlar Kanunu 316/2. (doğrusu 316/3.) maddesindeki şartların oluştuğu kabul edilerek davanın kabulüne karar verilmesi gerekirken açıklanan hususlara uyulmadan yazılı biçimde davanın reddine karar verilmiş olması doğru değildir.” gerekçesi ile karar bozulmuştur. Direnme Kararı: 9. İzmir 1. Sulh Hukuk Mahkemesinin 17.09.2015 tarihli ve 2015/698 E., 2015/839 K. sayılı kararı ile; Yargıtay bozma ilamında, kiracının, kiralayan aleyhine iftira suçundan şikâyette bulunması hususunun kira sözleşmesinin çekilmez hâle gelmesi olarak kabul edildiği, kiracının iftira suçundan kiralayan aleyhine şikâyette bulunmasının, kiracının BK’nın 256/1. maddesinde belirtilen “icap eden vazifeye” 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu’ndaki (TBK) “saygı göstermek” yükümlülüğüne aykırılık olarak görüldüğü, ancak kiracının Anayasal bir hak olan şikâyet hakkını kullanması hususunun göz ardı edildiği, Anayasal bir hakkını kullanan kiracıya, bu hakkını kullanmasından dolayı aleyhine hukukî sonuç yüklenmesinin doğru olmadığı, kiraya verenin kendi eylemi ile iftira suçunun oluşmasına neden olduğu ve bu durumdan yararlandırılmasının mümkün olmadığı, gerek kiracının gerekse kiraya verenin birbirilerine saygılı davranmak zorunda olduğu, kiracının iftira suçundan yaptığı şikâyetinin aleyhine sonuç doğurmasının yerinde görülmediği gerekçesiyle direnme kararı verilmiştir. Direnme Kararının Temyizi: 10. Direnme kararı süresi içinde davacının mirasçıları vekili tarafından temyiz edilmiştir. II. UYUŞMAZLIK 11. Direnme yolu ile Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; somut olayda, ceza yargılamasında dinlenen tanık anlatımları ve davalı kiracının kiraya veren aleyhine iftira suçundan şikâyette bulunması karşısında taraflar arasındaki kira ilişkisinin çekilmez hâle gelip gelmediği, buradan varılacak sonuca göre kiralananın tahliyesine karar verilmesinin gerekip gerekmediği noktasında toplanmaktadır. III. GEREKÇE 12. Uyuşmazlığın çözümü açısından öncelikle “akde aykırılık nedeniyle tahliye” davaları hakkında açıklama yapılmasında fayda bulunmaktadır. 13. Akde aykırılık nedeniyle tahliye davaları BK’nın 256. (TBK’nın 316.) maddesinde düzenlenmiştir. Buna göre: “Müstecir mecuru kullanırken tam bir ihtimam dairesinde hareket ve apartman icarında bina dahilinde oturanlara karşı icabeden vazifeleri ifa ile mükelleftir. Müstecir vukubulan ihtara rağmen bu mükellefiyete daimi surette muhalefet eder yahut açıktan açığa fena kullanarak mecura daimi bir zarar iras eylerse mucir tazminat ile birlikte icar akdinin hemen feshini talep edebilir.” 14. Aynı hüküm TBK’nın 316. maddesinde “Kiracı, kiralananı, sözleşmeye uygun olarak özenle kullanmak ve kiralananın bulunduğu taşınmazda oturan kişiler ile komşulara gerekli saygıyı göstermekle yükümlüdür. Kiracının bu yükümlülüğüne aykırı davranması durumunda kiraya veren, konut ve çatılı işyeri kirasında, en az otuz gün süre vererek, aykırılığın giderilmesi, aksi takdirde sözleşmeyi feshedeceği konusunda yazılı bir ihtarda bulunur. Diğer kira ilişkilerinde ise, kiraya veren, kiracıya önceden bir ihtarda bulunmaksızın, yazılı bir bildirimle sözleşmeyi hemen feshedebilir. Konut ve çatılı işyeri kirasında, kiracının kiralanana kasten ağır bir zarar vermesi, kiracıya verilecek sürenin yararsız olacağının anlaşılması veya kiracının bu yükümlülüğe aykırı davranışının kiraya veren veya aynı taşınmazda oturan kişiler ile komşular bakımından çekilmez olması durumlarında kiraya veren, yazılı bir bildirimle sözleşmeyi hemen feshedebilir.” şeklinde düzenlenmiştir. 15. Kiracı, kiralananı sözleşmeye uygun kullanmalı, ona zarar verecek davranışlardan kaçınmalı, kendi malına gösterdiği dikkat ve özeni göstermelidir. Bunun yanında kiracı, kiraya veren ile kiralananın bulunduğu taşınmazda oturan kişilere ve komşulara gerekli saygıyı göstermekle yükümlüdür. Kiracının bu yükümlülüğe aykırı davranması durumunda sözleşmeye aykırılık nedeniyle tahliyesine karar verilebilmesi için kiraya verenin konut ve çatılı işyeri kirasında kiracıya en az otuz gün süre vererek aykırılığın giderilmesini, aksi takdirde sözleşmeyi feshedeceğini yazılı olarak bildirmesi ve tanınan bu süre içerisinde de akde aykırılığın giderilmemiş olması gerekir. 16. Konut ve çatılı işyeri kiralarında, akde aykırılık hâlinde, kiracıya ihtar keşide edilmeden kira sözleşmesinin feshedileceği durumlar BK’nın 256. maddesinde “açıktan açığa fena kullanım” olarak nitelendirilmişti. TBK’nın 316/3. maddesinde ise “kiracının kiralanana kasten ağır bir zarar vermesi, kiracıya verilecek sürenin yararsız olacağının anlaşılması veya kiracının bu yükümlülüğe aykırı davranışının kiraya veren veya aynı taşınmazda oturan kişiler ile komşular bakımından çekilmez olması” olarak belirtilmiştir (Kanık, Hikmet: Yargıtay Uygulamasında Kira Hukuk Davaları, Ankara 2021, s. 1142). Görüleceği üzere kiracının davranışının kiraya veren veya aynı taşınmazda oturan kişiler ile komşular bakımından çekilmez olması hâlinde kiraya veren, kira sözleşmesini yapacağı yazılı bir bildirimle hemen feshedebilecektir. 17. Yapılan açıklamalar ışığında somut olay değerlendirildiğinde; davacıların murisi ile davalı arasında 4165 Sok. No: 85/A adresinde bulunan taşınmaza ilişkin olarak 20.04.2008 başlangıç tarihli ve iki yıl süreli kira sözleşmesi düzenlenmiştir. Davacı vekili, aynı adreste yine müvekkiline ait olan 85/B kapı numaralı işyeri boşaldığında davalının bu işyerine geçmek istediğini, müvekkilinin izin vermediğini, buna rağmen davalının 85/B kapı numaralı işyerine izinsiz ve habersiz olarak geçtiğini, müvekkilinin bu duruma itiraz ettiğini ancak davalı ve eşinin fiili ve sözlü saldırılarına uğradığını ileri sürerek kiralananın tahliyesini talep etmiştir. Davalı vekili, davacı tarafın iddialarının asılsız olduğunu, aksine davacının müvekkiline yönelik hakaret, tehdit ve iftira suçlarını işlediğini, davacı hakkında iftira suçundan şikâyetçi olunduğunu ve soruşturmanın devam ettiğini, işyerinin müvekkili tarafından kira sözleşmesine dayalı olarak kullanıldığını belirterek davanın reddini savunmuştur. 18. Taraf beyanları ve dosya kapsamına göre davacı, davalı hakkında hakaret ve basit yaralama suçlarından şikâyette bulunmuş, İzmir 10. Sulh Ceza Mahkemesince yapılan yargılama sonucunda, mahkumiyete yeterli ve inandırıcı delil bulunmadığı gerekçesiyle davalının müsnet suçlardan beraatine karar verilmiştir. Davalı da davacı hakkında hakaret ve iftira suçlarından şikâyette bulunmuş, İzmir 18. Asliye Ceza Mahkemesince yapılan yargılama sonucunda, davacının hakaret ve iftira suçlarından mahkûmiyetine ve hükmün açıklanmasının geri bırakılmasına karar verilmiştir. Bu durumda, davacı ve davalının birbirleri hakkında şikâyette bulundukları, haklarında ceza mahkemelerinde yargılamalar yapıldığı, böylelikle kira ilişkisinin kiraya veren bakımından çekilmez hâle geldiği anlaşılmakla BK’nın 256/2. (TBK’nın 316/3.) maddesindeki şartların oluştuğu kabul edilerek davanın kabulüne karar verilmesi gerekir. 19. Hâl böyle olunca, mahkemece, Hukuk Genel Kurulunca da benimsenen Özel Daire bozma kararına uyulması gerekirken, önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır. 20. Bu nedenle direnme kararı bozulmalıdır. IV. SONUÇ: Açıklanan nedenlerle; Davacının mirasçıları vekilinin temyiz itirazının kabulü ile direnme kararının Özel Daire bozma kararında gösterilen nedenlerden dolayı 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun Geçici 3. maddesine göre uygulanmakta olan 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 429. maddesi gereğince BOZULMASINA, İstek hâlinde temyiz peşin harcının yatıranlara geri verilmesine, Aynı Kanun’un 440. maddesi gereğince kararın tebliğinden itibaren on beş gün içerisinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere, 23.12.2021 tarihinde oy birliği ile karar verildi.
Danıştay 4. Daire Başkanlığı 2019/3822 E. , 2021/1581 K. “İçtihat Metni” T.C. D A N I Ş T A Y DÖRDÜNCÜ DAİRE Esas No : 2019/3822 Karar No : 2021/1581 TEMYİZ EDEN TARAFLAR : 1- … Vergi Dairesi Başkanlığı VEKİLİ : Av. … 2- … VEKİLİ : Av. … İSTEMİN KONUSU : … Vergi Mahkemesinin … tarih ve E:…, K:… sayılı kararının temyizen incelenerek taraflarca aleyhlerine olan hüküm fıkralarının bozulması istenilmektedir. YARGILAMA SÜRECİ : Dava konusu istem: Serbest meslek kapsamında avukatlık faaliyeti yürüten davacı adına kayıt ve beyan dışı bırakılan hasılatı dolayısıyla takdir komisyonu kararına dayanılarak 2007 yılı için re’sen tarh edilen vergi ziyaı cezalı gelir vergisinin kaldırılması istemiyle dava açılmıştır. İlk Derece Mahkemesi kararının özeti: Danıştay bozma kararı üzerine Vergi Mahkemesince verilen kararda; Mahkemelerinin 27/09/2018, 05/11/2018 ve 05/12/2018 tarihli ara kararları ile, ilgili icra dosya alacaklarının tahsil edilip edilmedikleri, içerikleri ve akıbetlerinin ilgili icra müdürlüğünden sorulduğu, verilen cevapta söz konusu dosyaların tamamının takipsizlik sonucu kapatıldığı bilgisinin verildiği, dayanak vergi tekniği raporunda tahsil edildiği halde makbuz düzenlenmediği belirtilen bütün icra dosyalarının takipsizlik sonucu kapatıldığı, Mahkeme kararlarına dayanan ilam ücreti vekaletlerinin ise tahsil edildiğine ilişkin hiçbir bilgi ve belge bulunmadığından bu matrah esas alınarak davacı adına yapılan cezalı gelir vergisinde hukuka uygunluk görülmediği, 5233 Sayılı kanun kapsamında verdiği hizmetler nedeniyle 2007 yılında alınan vekalet ücretine ilişkin ise davacının üstlendiği işler için ne kadar ücret tahsil ettiğinin somut olarak tespit edilemediğinden 2007 yılında geçerli olan Avukatlık Asgari Ücret Tarifesinde belirlenen ücretin ne kadar olduğunun araştırıldığı, 2007 yılında yürürlükte olan Avukatlık Asgari Ücret Tarifesi’nin 1. Kısmının 2. Bölümünün 2. maddesinde, bir hakkın doğumu, tespiti, tescili, nakli, değiştirilmesi, sona erdirilmesi veya korunması gibi amaçlarla yapılan işler için belirlenen ücretin 250,00-TL olduğu davacının ise her bir başvuru için 300,00-TL ücret aldığını beyan ettiğinden, söz konusu her bir başvuru için alınan ücretin 300,00 TL olduğu, davacının makbuz düzenlemediği 87 adet başvuru için toplam; 87*300=26.100,00 TL KDV dahil, 22.115,40 TL KDV hariç ücret tahsil ettiği ve beyan etmediği dolayısıyla dava konusu cezalı gelir vergisinin bu matraha isabet eden kısmı yönünden hukuka aykırılık, artan kısmı yönünden ise hukuka uygunluk görülmediği sonucuna ulaşılmıştır. Açıklanan nedenlerle davanın kısmen kabulüne, kısmen reddine 22.115,40 TL matraha isabet eden cezalı gelir vergisi yönünden davanın reddine, artan kısmı yönünden davanın kabulüne karar verilmiştir. TEMYİZ EDEN DAVACININ İDDİALARI : Zamanaşımı süresi dolduktan sonra düzenlenen vergi tekniği raporunu esas alan takdir komisyonu kararı ile yapılan cezalı tarhıyatın hukuka aykırı olduğu, avukatlık faaliyetini kardeşi … ile birlikte yürüttükleri, Batman Valilil Zarar Tespit Komisyonuna yapılan idari başvurular neticesi ödenen tazminatların bir kısmı için kardeşinin makbuz düzenlediği, yapılan başvuruların idari başvuru olması nedeniyle maktu ücret alındığı, yapılan incelemenin eksik ve hatalı olduğu ileri sürülmektedir. TEMYİZ EDEN DAVALININ İDDİALARI : Serbest avukat olan davacının bazı müvekkillerine serbest meslek makbuzu düzenlemediği ve hizmet bedellerini defter kayıtları ile beyannamelerine intikal ettirmediğinin tespit edilmesi üzerine sevk edildiği takdir komisyonunca, davacı hakkında düzenlenen vergi tekniği raporu esas alınmak suretiyle belirlenen matrah üzerinden yapılan cezalı tarhıyatların hukuka uygun olduğu ileri sürülmektedir. DAVACININ SAVUNMASI : Cevap verilmemiştir. DAVALININ SAVUNMASI : Cevap verilmemiştir. TETKİK HÂKİMİ : … DÜŞÜNCESİ : Temyiz istemlerinin reddi ile usul ve yasaya uygun olan Vergi Mahkemesi kararının onanması gerektiği düşünülmektedir. TÜRK MİLLETİ ADINA Karar veren Danıştay Dördüncü Dairesince, Tetkik Hâkiminin açıklamaları dinlendikten ve dosyadaki belgeler incelendikten sonra gereği görüşüldü: İNCELEME VE GEREKÇE : 193 Sayılı Gelir Vergisi Kanunu’nun 1. maddesinde; Gerçek kişilerin gelirlerinin gelir vergisine tabi olduğu, gelirin bir gerçek kişinin bir takvim yılı içinde elde ettiği kazanç ve iratların safi tutarı olduğu düzenlemesi yer almaktadır. 213 sayılı Vergi Usul Kanununun 3/b maddesinde,vergilendirmede vergiyi doğuran olay ve bu olaya ilişkin muamelelerin gerçek mahiyetinin esas olduğu belirtilmiş,aynı kanunun 30. maddesinde, Re’sen Vergi Tarhı, ”vergi matrahının tamamen veya kısmen defter, kayıt ve belgelere veya kanuni ölçülere dayanarak tespitine imkan bulunmayan hallerde takdir komisyonları tarafından takdir edilen veya vergi incelemesi yapmaya yetkili olanlarca düzenlenmiş vergi inceleme raporlarında belirtilen matrah veya matrah kısmı üzerinden vergi tarh olunması” şeklinde tanımlanmış, 4. bendinde de, defter kayıtları ve bunlarla ilgili vesikaların vergi matrahının doğru ve kesin olarak tespitine imkan vermeyecek derecede noksan ve karışık olması dolayısıyla ihticaca salih bulunmamasının re’sen takdir sebebi sayılacağı hükme bağlanmıştır. Aynı Kanunun 134. maddesinde ise vergi incelemelerinin amacının, ödenmesi gereken vergilerin doğruluğunun araştırılması, tespit edilmesi ve sağlanması olduğu hüküm altına alınmıştır. Bu amaç vergilendirmede vergiyi doğuran olayın ve olayla ilişkin muamelelerin gerçek mahiyetlerinin ortaya çıkarılmasıyla sağlanır. Kanunun üçüncü maddesine göre vergiyi doğuran olay ve olaya ilişkin işlemlerin mahiyeti yemin hariç her türlü delille ispatlanabilir. Ancak ispat külfeti, iktisadi, ticari ve teknik icaplara uymayan veya olayın özelliğine göre normal olmayan bir durumun iddia olunması halinde bunu iddia eden tarafa aittir. Dosyanın 2007 yılı incelenmesinden, 08/04/2013 tarih ve 3115 sayılı takdir komisyonu kararına istinaden davacı adına cezalı gelir vergisi tarh edildiği, dayanak takdir komisyonu kararında ise … tarih ve … sayılı Vergi Tekniği Raporuna atıf yapıldığı, söz konusu raporda ise davacının 2007 yılında sonuçlanmış davalar ve icralar dolayısıyla ilgili mahkemelerce takdir edilen karşı taraf vekalet ücretlerini karar tarihlerine ilişkin dönemde tahsil etmesine karşın serbest meslek makbuzu düzenlemediğinin tespit edildiği, davacının karşı taraf vekalet ücreti ya da vekalet ücreti aldığı halde serbest meslek makbuzu düzenlemediği, davacı tarafından 2007 yılında 5233 sayılı Kanun kapsamında verilen hizmetler nedeniyle 14 adet serbest meslek makbuzu düzenlendiği ve hizmet bedeli tutarının 6.839,20-TL olarak gösterildiği, 2007 yılında davacının hesabına toplam tazminat tutarı olarak 1.183.965,00-TL yatırıldığının tespit edildiği fakat davacı tarafından tahsil edilen bu tazminatlara ilişkin komisyon oranının davacının tutanağı imzadan imtina etmesi sebebiyle tespit edilemediği, yapılan araştırmalar sonucu, terörden zarar gören vatandaşların vekilliğini üstlenen avukatlar hakkında yapılan incelemelerde, vatandaşlara Valilikler tarafından ödenen tazminat tutarları üzerinden %6 oranında vekalet ücreti istendiğinin tespit edildiğinden bahisle toplam tazminat tutarına %6 oranı uygulanmak suretiyle vekalet ücreti hesap edildiği, dava konusu cezalı gelir vergisi matrahı olarak hesap edilen bu vekalet ücretlerinin esas alındığı görülmüştür. Davacının takip ettiği davalar ve icralar sebebiyle 2007 yılında tahsil edipte serbest meslek makbuzu düzenlemediği vekalet ücretinden kaynaklanan tarhiyata ilişkin olarak Mahkemece her ne kadar ilgili icra dosya alacaklarının tahsil edilip edilmedikleri, içerikleri ve akıbetlerinin ilgili icra müdürlüğünden sorulduğu, verilen cevapta söz konusu dosyaların tamamının takipsizlik sonucu kapatıldığı bilgisinin verildiği, dayanak Vergi tekniği Raporunda tahsil edildiği halde makbuz düzenlenmediği belirtilen bütün icra dosyalarının takipsizlik sonucu kapatıldığı, Mahkeme kararlarına dayanan ilam ücreti vekaletlerinin ise tahsil edildiğine ilişkin hiçbir bilgi ve belge bulunmadığından bu matrah esas alınarak davacı adına yapılan cezalı gelir vergisinde hukuka uygunluk görülmediğine karar verilmiş ise de, söz konusu dosyaların takipsiz bırakılmış olmasının dosyalara ilişkin vekalet ücretinin tahsil edilmediği anlamına gelmeyeceği, harici anlaşmalarla vekalet ücreti tahsil edilmiş olabileceğinden bu hususun araştırılarak dosya borçlularından da sorularak yapılacak inceleme sonucuna göre karar verilmesi gerekirken bu durum araştırılmadan, eksik inceleme ile verilen kararda hukuka uygunluk görülmemiştir. 5233 Sayılı kanun kapsamında verdiği hizmetler nedeniyle 2007 yılında alınan vekalet ücretine ilişkin ise; her ne kadar Mahkeme kararında davacının üstlendiği işler için ne kadar ücret tahsil ettiğinin somut olarak tespit edilemediğinden 2007 yılında yürürlükte olan Avukatlık Asgari Ücret Tarifesi’nin 1. Kısmının 2. Bölümünün 2. maddesinde, bir hakkın doğumu, tespiti, tescili, nakli, değiştirilmesi, sona erdirilmesi veya korunması gibi amaçlarla yapılan işler için belirlenen ücretin 250,00-TL olduğu davacının ise her bir başvuru için 300,00-TL ücret aldığını beyan ettiğinden, söz konusu her bir başvuru için alınan ücretin 300,00 TL kabul edildiği, davacının makbuz düzenlemediği 87 adet başvuru için toplam; 87*300=26.100,00 TL KDV dahil, 22.115,40 TL KDV hariç ücret tahsil ettiği ve beyan etmediği dolayısıyla dava konusu cezalı gelir vergisinin bu matraha isabet eden kısmı yönünden hukuka aykırılık, artan kısmı yönünden ise hukuka uygunluk görülmediği gerekçesiyle 22.115,40 TL matraha isabet eden cezalı gelir vergisi yönünden davanın reddine, artan kısmı yönünden davanın kabulüne karar verilmiş ise de, davacı ve kardeşi tarafından ilgili komisyona toplam 108 adet başvuruda bulunulduğu bu başvurulardan 29 adedi için davacı ve kardeşi tarafından serbest meslek makbuzu düzenlendiği (14 adet davacı, 15 adet kardeşi tarafından düzenlenmiş) görülmekle 79 adet başvuru için makbuz düzenlenmediği, 79 adet başvuru için toplam 79*300=23.700 TL ücret tahsil ettiği ve beyan etmediği anlaşıldığından cezalı tarhiyatın bu matraha isabet eden kısmı yönünden hukuka aykırılık, artan kısım yönünden ise hukuka uygunluk bulunmadığı sonucuna varılmıştır. KARAR SONUCU : Açıklanan nedenlerle; 1.Davacının temyiz isteminin kısmen reddine, kısmen kabulüne, davalı idarenin temyiz isteminin kısmen reddine, kısmen kabulüne, 2.Temyize konu … Vergi Mahkemesinin … tarih ve E:…, K:… sayılı kararının 5233 Sayılı kanun kapsamında verdiği hizmetler nedeniyle 2007 yılında alınan vekalet ücretine ilişkin tarhiyatın 23.700 TL’lik matraha isabet eden kısmına ilişkin hüküm fıkrasının ONANMASINA, 3.Mahkeme kararının davacının takip ettiği davalar ve icralar sebebiyle 2007 yılında tahsil edipte serbest meslek makbuzu düzenlemediği vekalet ücretinden kaynaklanan kısmı ile 5233 Sayılı kanun kapsamında verdiği hizmetler nedeniyle 2007 yılında alınan vekalet ücretine ilişkin tarhiyatın 23.700 TL’lik kısmı aşan matraha isabet eden kısmının BOZULMASINA, 4.492 sayılı Harçlar Kanunu’na bağlı (3) sayılı Tarife uyarınca, davacı aleyhine onanan tutar üzerinden binde 9,10 oranında ve … TL den az olmamak üzere hesaplanacak nispi karar harcından, varsa evvelce ödenen harcın mahsubundan sonra kalan harç tutarının temyiz eden davacıdan alınmasına, 5. Yeniden bir karar verilmek üzere dosyanın anılan Mahkemeye gönderilmesine, 6.2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu’nun (Geçici 8. maddesi uyarınca uygulanmasına devam edilen) 54. maddesinin 1. fıkrası uyarınca bu kararın tebliğ tarihini izleyen onbeş (15) gün içinde kararın düzeltilmesi yolu açık olmak üzere, 15/03/2021 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.
(Kapatılan)19. Hukuk Dairesi 2009/3529 E. , 2010/288 K. “İçtihat Metni” Mahkemesi :Asliye Hukuk Mahkemesi Taraflar arasındaki ipoteğin kaldırılması(fekki) davasının yapılan yargılaması sonunda ilamda yazılı nedenlerden dolayı davanın reddine yönelik olarak verilen hükmün süresi içinde davacı vekilince temyiz edilmesi üzerine dosya incelendi, gereği konuşulup düşünüldü. – K A R A R – Davacı vekili, müvekkiline ait dükkanın sahte vekaletname ile dava dışı …’ya satıldığını, bu kişinin de davalıdan aldığı krediye karşılık olarak söz konusu taşınmaz üzerinde banka lehine ipotek tesis ettiğini, dava dışı …’ya karşı müvekkilinin açtığı tapu iptal davasını kazandığını, bu nedenle tesis edilen ipoteğin de dayanıksız hale geldiğini belirterek ipoteğin terkinine karar verilmesini talep ve dava etmiştir. Davalı vekili, müvekkilinin iyiniyetli 3.kişi olarak tapu kaydına güvenerek ayni hak iktisap ettiğini belirterek davanın reddini savunmuştur. Mahkemece, sahte vekaletname ile gerçekleştirilen işlemin geçersiz olmasına rağmen ipotek alacaklısı bankanın iyiniyetli olduğunu ve MK’nun 1023.maddesindeki korumadan yararlanması gerektiği belirtilerek davanın reddine karar verilmiş, hüküm davacı vekili tarafından temyiz edilmiştir. Somut olayda davacının daha önce açtığı tapu iptal ve tescil davası sonucunda dava konusu taşınmazın sahte vekaletnameyle dava dışı …’ya satışından dolayı davanın kabulü ile tapu kaydının iptaline karar verilmiş ve taşınmaz davacı adına tescil edilmiştir. Bu nedenle … ile yapılmış ipotek akdine istinaden banka lehine tesis edilen yolsuz tescile dayalı ipoteğin de kaldırılması gerekirken, mahkemece yazılı gerekçe ile davanın reddine karar verilmesi usul ve yasaya aykırıdır. SONUÇ:Yukarıda açıklanan nedenlerle hükmün temyiz eden davacı yararına BOZULMASINA, peşin harcın istek hâlinde iadesine, 20.1.2010 gününde oybirliğiyle karar verildi.
2. Hukuk Dairesi 2020/1135 E. , 2020/2210 K. “İçtihat Metni” MAHKEMESİ : İstanbul Bölge Adliye Mahkemesi 38. Hukuk Dairesi DAVA TÜRÜ : Boşanma Taraflar arasındaki davanın yapılan muhakemesi sonunda bölge adliye mahkemesi hukuk dairesince verilen, yukarıda tarihi ve numarası gösterilen hüküm davacı erkek tarafından tümü yönünden temyiz edilmekle, evrak okunup gereği görüşülüp düşünüldü: İlk derece mahkemesince yapılan yargılama sonunda; kadının tam kusurlu olduğu kabul edilmek suretiyle davacı erkeğin davasının kabulü ile TMK 166/1. maddesi uyarınca tarafların boşanmalarına ve fer’ilerine karar verilmiş, ilk derece mahkemesince verilen bu karara karşı davalı kadın tarafından tamamı yönünden istinaf kanun yoluna başvurulmuştur. İstinaf incelemesini yapan bölge adliye mahkemesince dosya üzerinden yapılan inceleme sonucunda; “ilk derece mahkemesince toplanan delillerden kadına yüklenen “eşinin giyim tarzına, gideceği toplantılara ve görüşeceği kişilere müdahalelerde bulunarak sosyal şiddet uyguladığı” vakıasına açıkça ve usulune uygun olarak davacı erkek tarafından dayanılmamıştır. Dava dilekçesinde davacı erkek, kadının baskın karakterde olduğu, sürekli kavgacı tavırlar sergilediği, eşine hakaret ettiği ve evden kovduğu, evi, çocukları ve eşi ile ilgilenmediği gerekçesi ile evlilik birliğinin çekilmez bir hal aldığını ileri sürmüş, başka bir vakıaya da dayanmamıştır. Mahkemece, usulüne uygun şekilde ileri sürülmeyen ve çekişmeli olarak belirlenmeyen (HMK m. 137,140/3,187) vakıa esas alınarak karar verilemez (HMK m. 141). Bu itibarla dayanılmayan bir vakıanın tanık beyanlarında geçtiğinden bahisle davalıya kusur olarak yüklenmesine imkan bulunmamaktadır” gerekçesi ile davanın reddi gerekirken kabulü hatalı bulunarak davalı kadının istinaf talebinin kabulüne, ilk derece mahkemesinin kararının kaldırılmasına, erkeğin davasının reddine karar verilmiş, bölge adliye mahkemesince verilen bu karar davacı erkek tarafından temyiz edilmiştir. İddia ve savunmanın genişletilmesi veya değiştirilmesi başlıklı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 141. maddesi “(1) Taraflar, cevaba cevap ve ikinci cevap dilekçeleri ile serbestçe; ön inceleme aşamasında ise ancak karşı tarafın açık muvafakati ile iddia ve savunmalarını genişletebilir veya değiştirebilirler. Ön inceleme duruşmasına taraflardan biri mazeretsiz olarak gelmezse, gelen taraf onun muvafakati aranmaksızın iddia veya savunmasını genişletebilir yahut değiştirebilir. Ön inceleme aşamasının tamamlanmasından sonra iddia veya savunma genişletilemez yahut değiştirilemez. (2) İddia ve savunmanın genişletilip değiştirilmesi konusunda ıslah ve karşı tarafın açık muvafakati hükümleri saklıdır,” şeklindedir. Anılan maddenin gerekçesinde belirtildiği üzere; tarafların karşılıklı dilekçelerini verdikleri aşamada, herhangi bir sınırlamaya bağlı olmadan uyuşmazlığın genel çerçevesi içinde iddia ve savunmalarını değiştirebilecekleri kabul edilmiştir. Şüphesiz bu imkan, sadece cevaba cevap ve ikinci cevap dilekçesi için söz konusudur, ikişer dilekçeden sonra, hangi ad altında olursa olsun verilecek dilekçeler, sınırlama ve yasak kapsamında kabul edilmelidir. Ön inceleme aşamasında ancak karşı tarafın açık muvafakati (veya ön inceleme duruşmasına taraflardan birisinin mazeretsiz gelmemesi) durumunda iddia veya savunmaların genişletilmesi yahut değiştirilmesi kabul edilmiştir (Yargıtay Hukuk Genel Kurulu 20.04.2016 tarih, 2014/2-695 esas ve 2016/522 karar sayılı ilamı). Somut olayda; davacı erkeğin dava dilekçesinde “baskın bir karakter olarak sürekli kendi dediklerini dikte etmeye çalıştığı” vakıası belirtildiği gibi davalı kadın usulüne uygun şekilde tebliğ edilen ön inceleme duruşmasına da mazeretsiz katılmamış, erkek bu ön inceleme duruşmasında ise “çocuklarla ve evle ilgilenmediği” vakaılarına dayanmıştır. Gerçekleşen bu durum karşısında ilk derece mahkemesince belirlenen eşinin giyim tarzına, gideceği toplantılara ve görüşeceği kişilere müdahalelerde bulunarak sosyal şiddet uyguladığı” evi, çocukları ve eşi ile ilgilenmediği” vakıaları hükme esas alınabileceğinden, ilgili bölge adliye mahkemesince davacı erkeğin davasının reddine karar verilesi usul ve kanuna aykırı olup, bozmayı gerektirmiştir. SONUÇ: Temyiz edilen hükmün yukarıda gösterilen sebeple BOZULMASINA, temyiz peşin harcının istek halinde yatırana geri verilmesine, dosyanın ilgili bölge adliye mahkemesi hukuk dairesine gönderilmesine oybirliğiyle karar verildi. 16.03.2020 (Pzt.)
2. Hukuk Dairesi 2019/5744 E. , 2020/1135 K. “İçtihat Metni” MAHKEMESİ :Aile Mahkemesi DAVA TÜRÜ : Karşılıklı Boşanma Taraflar arasındaki davanın yapılan muhakemesi sonunda mahalli mahkemece verilen, yukarıda tarihi ve numarası gösterilen hüküm davacı-karşı davalı kadın tarafından erkeğin kabul edilen davaları ve fer’ileri, yararına hükmolunan tazminatların ve tedbir nafakasının miktarı, yoksulluk nafakasının reddi yönünden; davalı-karşı davacı erkek tarafından ise kadının kabul edilen davaları ve fer’ileri ile velayet yönünden temyiz edilerek; temyiz incelemesinin duruşmalı olarak yapılması istenilmekle; duruşma için belirlenen 17.02.2020 günü duruşmalı temyiz eden davacı-karşı davalı … vekili Av…. ile karşı taraf duruşmalı temyiz eden davalı-davacı … ve vekili Av. … geldiler. Gelenlerin konuşması dinlendikten sonra işin incelenerek karara bağlanması için duruşmadan sonraya bırakılması uygun görüldü. Bugün dosyadaki bütün kağıtlar okunup gereği görüşülüp düşünüldü: Taraflarca karşılıklı olarak Türk Medeni Kanunu’nun 161 ve 166/1. maddesine dayalı boşanma davaları açılmış olup, mahkemece ilk hükümde her iki davanında kabulü ile tarafların boşanmalarına karar verilmiştir. Hükmün taraflarca temyiz edilmesi üzerine; Dairemizin 2013/9428 esas, 2014/1864 karar sayılı bozma ilamında “Kadın tarafından 30.06.2011 tarihinde davalı-karşı davacıya karşı boşanma davası açılmış, davalı-karşı davacının aynı yargı çevresinde 09.08.2011 tarihinde açtığı boşanma davası kadının davasıyla birleştirilmiş, davalı-karşı davacı (koca) tarafından 30.03.2012 tarihinde ayrıca açılan boşanma davası ile kadın tarafından bu davaya karşı 14.05.2012 tarihli cevap dilekçesi ile açılan karşı boşanma davası ve davacı-karşı davalı (kadın)’ın 23.08.2011 tarihinde bağımsız olarak açtığı tazminat davası aralarındaki bağlantı sebebiyle ilk davayla birleştirilmiştir. Mahkemece; kadının 30.06.2011 tarihinde açtığı boşanma davası ile kocanın 09.08.2011 tarihinde açtığı birleştirilen boşanma davası hakkında hüküm kurulduğu halde, birleştirilen diğer davalar hakkında olumlu ya da olumsuz bir hüküm kurulmamıştır. Aynı ya da ayrı yargı çerçevesinde yer alan aynı düzey ve sıfattaki hukuk mahkemelerinde açılmış olan davalar aralarındaki bağlantı sebebiyle birleştirilmiş olsa bile, birleştirilen her dava bağımsız niteliğini korur. Bu bakımdan birleştirilen davaların her biri hakkında ayrı ayrı hüküm kurulması zorunludur. Bu hususun nazara alınmaması doğru bulunmadığı” gerekçesi ile hüküm bozulmuş, bozma sebebine göre diğer yönleri şimdilik incelenmesine yer olmadığına karar verilmiştir. Mahkemece bozma kararına uyularak yapılan yargılama sonucunda her bir boşanma davası ve bu davaların esasını oluşturan “boşanma” talepleri konusunda ayrı ayrı hüküm kurulması gerekmekle birlikte, tarafların birbirlerine karşılıklı açmış bulundukları Türk Medenî Kanunu’nun 161, 166/1. ve 2. maddelerinde yazılı evlilik birliğinin sarsılması hukuki sebebine dayalı boşanma davalarında ayrı ayrı kusur oranı belirlenerek, sonucunda boşanma davalarının eki niteliğinde bulunan tazminat talepleri konusunda her bir dava yönünden ayrı ayrı hüküm kurulması doğru olmamıştır. Evlilik birliği sona erinceye kadar; herhangi bir sebeple açılmış bulunan boşanma davalarında taraflara yüklenen tüm kusurlar, birlikte değerlendirilip, tarafların kusur oranlarının bir kez belirlenmesi ve belirlenen bu orana göre maddi-manevi tazminat ile yoksulluk nafakası talepleri yönünden bir kez hüküm kurulması gerekir. Tarafların kusurları bölünerek, her bir dava için ayrı kusur oranı belirlemesi yapılıp, fer’i konularda da her bir dava için ayrı hüküm kurmak, Türk Medeni Kanunu’nda yer alan düzenlemelere (TMK m. 4, 174/1-2, 175) aykırı düşeceği gözetilmeksizin yazılı şekilde hüküm kurulması doğru olamayıp, bozmayı gerektirmiştir. SONUÇ: Temyiz edilen hükmün yukarıda gösterilen sebeple BOZULMASINA, bozma sebebine göre tarafların diğer yönlere ilişki temyiz itirazlarının incelenmesine yer olmadığına, duruşma için takdir olunan 2.540 TL vekalet ücretinin Aslı’dan alınarak Yüksel’e verilmesine, 2.540 TL vekalet ücretinin Yüksel’den alınarak Aslı’ya verilmesine, temyiz peşin harcının istek halinde yatıranlara geri verilmesine, işbu kararın tebliğinden itibaren 15 gün içinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere oybirliğiyle karar verildi. 17.02.2020 (Pzt.)
T.C. HAZİNE VE MALİYE BAKANLIĞI Gelir İdaresi Başkanlığı Bursa Vergi Dairesi Başkanlığı Sayı : E-95462982-105[VUK.ÖZLG-20-109]-245464 17.10.2022 Konu : Avukatlara ödenen vekalet ücretlerinin vergilendirilmesi ve belge düzeni İlgi : 07/12/2020 tarihli özelge talep formu İlgide kayıtlı özelge talep formundan, avukatlık faaliyetinden dolayı Uludağ Vergi Dairesi Müdürlüğü mükellefi olduğunuz, müvekkilleriniz adına işverenlere karşı açılan davalar sonucunda karşı taraftan mahkeme kararı ile vekalet ücreti tahsil edildiği belirtilerek, davayı kaybeden tarafın vekalet ücreti üzerinden tevkifat yükümlülüğü bulunanlar arasında olmasına rağmen tevkifat yapılmaması durumunda, vekalet ücreti ödemelerinde gelir vergisi tevkifatının ne şekilde yapılacağı hususunda Başkanlığımız görüşünün talep edildiği anlaşılmaktadır. 193 sayılı Gelir Vergisi Kanununun “Serbest meslek kazancının tarifi” başlıklı 65 inci maddesinde, “Her türlü serbest meslek faaliyetinden doğan kazançlar serbest meslek kazancıdır. Serbest meslek faaliyeti; sermayeden ziyade şahsi mesaiye, ilmi veya mesleki bilgiye veya ihtisasa dayanan ve ticari mahiyette olmıyan işlerin işverene tabi olmaksızın şahsi sorumluluk altında kendi nam ve hesabına yapılmasıdır. …” hükmüne yer verilmiştir. Bu hükme göre, serbest meslek erbabı olan avukatlara ödenen vekalet ücretlerinin serbest meslek kazancı niteliğinde olması nedeniyle serbest meslek kazancına ilişkin hükümlere göre vergilendirilmesi gerekmektedir. Anılan Kanunun “Vergi tevkifatı” başlıklı 94 üncü maddesinin birinci fıkrasında ise kamu idare ve müesseseleri, iktisadi kamu müesseseleri, sair kurumlar, ticaret şirketleri, iş ortaklıkları, dernekler, vakıflar, dernek ve vakıfların iktisadi işletmeleri, kooperatifler, yatırım fonu yönetenler, gerçek gelirlerini beyan etmeye mecbur olan ticaret ve serbest meslek erbabı, zirai kazançlarını bilanço veya zirai işletme hesabı esasına göre tespit eden çiftçiler madde de bentler halinde sayılan ödemeleri (avans olarak ödenenler dahil) nakden veya hesaben yaptıkları sırada, istihkak sahiplerinin gelir vergilerine mahsuben tevkifat yapmaya mecbur oldukları belirtilmiş olup aynı fıkranın (2) numaralı bendinde, yaptıkları serbest meslek işleri dolayısıyla bu işleri icra edenlere yapılan gelir vergisi tevkifatı yapılacağı hüküm altına alınmıştır. Diğer taraftan, 7194 sayılı Kanunun 16 ncı maddesiyle Gelir Vergisi Kanununun 94 üncü maddesine ikinci fıkrasından sonra gelmek üzere eklenen üçüncü fıkrasında, ” 9/6/1932 tarihli ve 2004 sayılı İcra ve İflas Kanunu ile 19/3/1969 tarihli ve 1136 sayılı Avukatlık Kanunu uyarınca karşı tarafa yükletilen vekalet ücretini (icra ve iflas müdürlüklerine yatırılanlar dâhil) ödeyenler tarafından gelir vergisi tevkifatı yapılır.” hükmüne yer verilmek suretiyle, mahkemelerce veya icra ve iflas müdürlüklerince karşı tarafa yükletilen, avukatlara ait olan ve serbest meslek kazancına dahil edilmesi gereken vekalet ücretleri üzerinden, kimlerin tevkifat yapmakla yükümlü olduğu hususuna açıklık kazandırılmıştır. 27/05/2020 tarihli ve 31137 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan 311 seri no.lu Gelir Vergisi Genel Tebliğinin sekizinci bölümünde, konu ile ilgili olarak ayrıntılı açıklamalara yer verilmiş olup, anılan Tebliğin; “” başlıklı 25 inci maddesinde, “(1) 193 sayılı Kanunun 94 üncü maddesinin birinci fıkrasında gelir vergisi tevkifatı yapmaya mecbur olan kişi ve kurumlar belirtilmiş ve aynı maddenin birinci fıkrasının; (1) numaralı bendinde hizmet erbabına ödenen ücretlerden 103 üncü ve 104 üncü maddelere göre, (2) numaralı bendinin (b) alt bendinde ise yaptıkları serbest meslek işleri dolayısıyla bu işleri icra edenlere yapılan ödemeler üzerinden 2009/14592 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı uyarınca % 20 oranında gelir vergisi tevkifatı yapılacağı hüküm altına alınmıştır. (2) 7194 sayılı Kanunla yapılan düzenlemeyle, mahkemelerce veya icra ve iflas müdürlüklerince karşı tarafa yükletilen, avukatlara ait olan ve serbest meslek kazancına dahil edilmesi gereken vekalet ücretleri üzerinden, kimlerin tevkifat yapmakla yükümlü olduğu hususuna açıklık kazandırılmıştır. Buna göre, 193 sayılı Kanunun 94 üncü maddesinin birinci fıkrasında sayılanlar tarafından 2004 sayılı Kanun ile 1136 sayılı Kanun uyarınca karşı tarafa yükletilen vekalet ücretinin; a) Borçlu (davayı kaybeden) tarafından doğrudan avukata ödendiği durumlarda, borçlu (davayı kaybeden) tarafından, b) Borçlu (davayı kaybeden) tarafından avukata ödenmek üzere icra ve iflas müdürlüklerine yatırıldığı durumlarda, borçlu (davayı kaybeden) tarafından, c) Borçlu (davayı kaybeden) tarafından alacaklı (davayı kazanan) tarafa ödendiği durumlarda, alacaklı (davayı kazanan) tarafından avukata ödeme yapılması esnasında, gelir vergisi tevkifatı yapılması gerekmektedir. (3) 193 sayılı Kanunun 94 üncü maddesinin birinci fıkrasında sayılmayanlar, diğer bir ifadeyle tevkifat yükümlülüğü bulunmayanlar tarafından yapılan vekalet ücreti ödemeleri üzerinden gelir vergisi tevkifatı yapılmayacaktır. (4) Vekalet ücretini ödemekle yükümlü olanlarca, ücretli olarak çalışan avukatların işverenlerine yapılan vekalet ücreti ödemelerinden tevkifat yapılmayacak, işverenin vekalet ücretini avukata ödemesi esnasında ise işverence ücret hükümlerine göre tevkifat yapılacaktır. (5) Mahkeme kararında “KDV hariç” şeklinde bir ifadenin yer almaması halinde, vekalet ücretinin KDV dahil olduğu kabul edilir ve iç yüzde oranı uygulanmak suretiyle hesaplanan KDV, düzenlenen serbest meslek makbuzunda gösterilir. Bu durumda gelir vergisi tevkifatının KDV hariç tutar üzerinden yapılması gerektiği tabiidir. …” açıklamasına, -“Vekalet ücreti ödemelerinde belge düzeni” başlıklı 26 ncı maddesinde, “(1) 213 sayılı Kanunun 236 ncı maddesinde, serbest meslek erbabının, mesleki faaliyetine ilişkin her türlü tahsilatı için iki nüsha serbest meslek makbuzu tanzim ederek bir nüshasını müşteriye vermek ve müşterinin de bu makbuzu istemek ve almak mecburiyetinde olduğu hüküm altına alınmıştır. (2) Vekalet ücretinin, borçlu (davayı kaybeden) tarafından, doğrudan avukata ödendiği durumlarda, avukat tarafından serbest meslek makbuzunun borçlu (davayı kaybeden) adına düzenlenmesi gerekmektedir. (3) Vekalet ücretinin, borçlu (davayı kaybeden) tarafından, icra ve iflas müdürlükleri aracılığıyla avukata ödendiği durumlarda, avukat tarafından serbest meslek makbuzunun borçlu (davayı kaybeden) adına düzenlenmesi gerekmektedir. Bu durumda düzenlenen makbuzun bir nüshasının icra iflas müdürlüğüne verilmesine gerek bulunmamaktadır. …” açıklamasına, yer verilmiştir. Bu hüküm ve açıklamalara göre, vekalet ücretinin doğrudan veya icra ve iflas müdürlüklerine yatırılarak tarafınıza ödenmesi halinde, Gelir Vergisi Kanununun 94 üncü maddesinin birinci fıkrası kapsamında tevkifat yapmakla yükümlü olanlardan olunması kaydıyla, borçlu (davayı kaybeden) sorumlu sıfatıyla tevkifat yapılması gerekmektedir. İcra dairelerine yatırılan vekalet ücretlerinden tevkifat yapılması Gelir Vergisi Kanununun 94 üncü maddesinin amir hükmü olup, borçlu (davayı kaybeden) tarafından vekalet ücreti üzerinden yapılması gereken %20 oranındaki tevkifat tutarının eksik yatırılması icra dosyasının kapatılmasına engel teşkil etmemektedir. Bu husus Adalet Bakanlığı tarafından teşkilatlarına duyurulmuştur. Bu bağlamda, tarafınıza doğrudan veya icra ve iflas müdürlükleri aracılığıyla yapılan vekalet ücreti ödemeleri için borçlu (davayı kaybeden) adına serbest meslek makbuzu düzenlemeniz ve bu makbuzda tevkifat tutarını da göstermeniz gerekmektedir. Diğer taraftan, tevkifat yapmakla yükümlü olanlarca tarafınıza yapılan vekalet ücreti ödemelerinden tevkifat yapılmadığı durumlarda, sorumlular adına 213 sayılı Vergi Usul Kanunun ilgili hükümleri uyarınca gerekli tarhiyatların yapılacağı, tarafınızca vekalet ücretinin brüt olarak kazancınıza dahil edileceği ve vekalet ücreti üzerinden tevkifat yapılmadığından mahsup edilecek bir tutar da olmayacağı tabiidir. Bilgi edinilmesini rica ederim. (*) Bu Özelge 213 sayılı Vergi Usul Kanununun 413.maddesine dayanılarak verilmiştir. (**) İnceleme, yargı ya da uzlaşmada olduğu halde bu konuya ilişkin olarak yanlış bilgi verilmiş ise bu özelge geçersizdir. (***) Talebiniz üzerine tayin edilmiş olan bu özelgeye uygun işlem yapmanız hâlinde, bu fiilleriniz dolayısıyla vergi tarh edilmesi icap ederse, tarafınıza vergi cezası kesilmeyecek ve tarh edilen vergi için gecikme faizi hesaplanmayacaktır.
12. Hukuk Dairesi 2020/3556 E. , 2020/10917 K. “İçtihat Metni” MAHKEMESİ : … Bölge Adliye Mahkemesi Yukarıda tarih ve numarası yazılı Bölge Adliye Mahkemesince verilen kararın müddeti içinde temyizen tetkiki borçlu tarafından istenmesi üzerine bu işle ilgili dosya daireye gönderilmiş olup, dava dosyası için Tetkik Hâkimi … tarafından düzenlenen rapor dinlendikten ve dosya içerisindeki tüm belgeler okunup incelendikten sonra işin gereği görüşülüp düşünüldü : Alacaklı banka tarafından ipoteğin paraya çevrilmesi yoluyla başlatılan ilamlı takipte, borçlunun icra mahkemesine başvurusunda; sair şikayetlerinin yanında hesap kat ihtarının usulsüz tebliğ edildiği ileri sürülerek icra emrinin ve takibin iptalinin talep edildiği, ilk derece mahkemesince, hesap kat ihtarının borçluya tebliğ edildiği, tebliğ evrakını almaktan imtina etmesi nedeniyle muhtara tebliğ edildiği ve borçlunun süresi içerisinde ihtarnameye itiraz etmediği gerekçesi ile şikayetin reddine karar verildiği, borçlu tarafından istinaf yoluna başvurulması üzerine, Bölge Adliye Mahkemesince, hesap kat ihtarının usulüne uygun olarak tebliğ edildiği gerekçesi ile borçlunun istinaf başvurusunun HMK’nun 353/1-b(1) maddesi uyarınca esastan reddine karar verildiği görülmüştür. Sair temyiz itirazları yerinde değil ise de; 2004 sayılı İcra ve İflas Kanunu’nun 150/ı maddesinde; “Borçlu cari hesap veya kısa, orta, uzun vadeli kredi şeklinde işleyen nakdi veya gayrinakdi bir krediyi kullandıran tarafın ibraz ettiği ipotek akit tablosu, kayıtsız ve şartsız bir para borcu ikrarını ihtiva etmese dahi, krediyi kullandıran taraf, krediyi kullanan tarafa ait cari hesabın kesilmesine veya kısa, orta, uzun vadeli kredi hesabının muaccel kılınmasına ilişkin hesap özetinin veya gayrinakdi kredinin ödenmiş olması nedeniyle tazmin talebinin veya borcun ödenmesine ilişkin ihtarın noter aracılığıyla krediyi kullanan tarafa, kredi sözleşmesinde yazılı ya da ipotek akit tablosunda belirtilen adrese gönderilmek suretiyle tebliğ edildiğini veya 68/b maddesi gereğince tebliğ edilmiş sayıldığını gösteren noterden tasdikli bir sureti icra müdürüne ibraz ederse, icra müdürü 149. madde uyarınca işlem yapar” hükmüne yer verilmiştir. İİK’nun 149. maddesi; “icra müdürü ibraz edilen akit tablosunun kayıtsız şartsız bir para borcu ikrarını ihtiva ettiği ve alacağın muaccel olduğunu anlarsa borçluya ve taşınmaz üçüncü bir şahıs tarafından rehnedilmiş veya taşınmazın mülkiyeti üçüncü şahsa geçmişse ayrıca bunlara birer icra emri gönderir” hükmünü düzenlemektedir. Yöntemine uygun hesap kat ihtarı tebliğ edilmediği iddiasının sübutu halinde borçlu hakkında ipoteğin paraya çevrilmesi yoluyla icra emri göndermek suretiyle takip yapılması mümkün değildir. 7201 Sayılı Tebligat Kanunu’nun 12. maddesine göre, hükmi şahıslara tebligat selahiyetli mümessillerine, bunlar birden fazla ise yalnız birine yapılır. Aynı Kanunun 13. maddesine göre de, tebliğ yapılacak bu kişiler, herhangi bir sebeple mutad iş saatlerinde işyerinde bulunmadıkları veya o sırada evrakı bizzat alamayacak bir halde oldukları takdirde, tebliğ orada hazır bulunan memur ve müstahdemlerinden birine yapılır. Tebligat Yönetmeliğinin 21. maddesinde de, tüzel kişi adına, tebligatı kabul edecek kişi herhangi bir sebeple mutad iş saatlerinde bulunmadığı veya o sırada evrakı bizzat alamayacak durumda olduğu takdirde tebliğin, orada hazır bulunan memur veya müstahdemlerinden birine yapılacağı, kendisine tebliğ yapılacak memur veya müstahdemin tüzel kişinin o yerdeki teşkilatı veya personeli içinde vazife itibariyle tüzel kişinin yetkilisinden sonra gelen kimse veya evrak müdürü gibi esasen bu kabil işlerle vazifelendirilmiş biri olması lazım geldiği, bunların da bulunmadığı tebliğ mazbatasında tespit edilmek şartıyla, o yerdeki diğer memur veya müstahdemlerinden birine yapılacağı hüküm altına alınmıştır. Tebligat Kanunu’nun 21/1. maddesinde ise; “Kendisine tebligat yapılacak kimse veya yukarıdaki maddeler mucibince tebligat yapılabilecek kimselerden hiçbiri gösterilen adreste bulunmaz veya tebellüğden imtina ederse, tebliğ memuru tebliğ olunacak evrakı, o yerin muhtar veya ihtiyar heyeti azasından birine veyahut zabıta amir ve memurlarına imza mukabilinde teslim eder ve tesellüm edenin adresini ihtiva eden ihbarnameyi gösterilen adresteki binanın kapısına yapıştırmakla beraber, adreste bulunmama halinde, tebliğ olunacak şahsa keyfiyetin haber verilmesini de mümkün oldukça en yakın komşularından birine, varsa yönetici veya kapıcıya da bildirilir. İhbarnamenin kapıya yapıştırıldığı tarih, tebliğ tarihi sayılır ” hükmü yer almaktadır. Madde metni, iki hali birlikte düzenlemiştir. Bunlardan ilki “adreste bulunmama”, diğeri ise “tebellüğden imtina”dır. Muhatap ya da kendilerine tebligat yapılabilecek kişilerin tebellüğden kaçınması halinde tebliğ memurunun yapması gereken işlemleri düzenleyen Tebligat Kanunu’nun Uygulanmasına Dair Yönetmelik’in 31. maddesinin birinci fıkrasının (c) bendine göre ise; “…tebliğ olunacak evrakı, o yerin muhtar veya ihtiyar heyeti veya meclisi üyesinden birine ya da kolluk amir veya memuruna imza karşılığında teslim eder. Tebliğ memuru, ek-1’de yer alan (2) numaralı örneğe uygun olarak düzenlenen ihbarnameyi gösterilen adresteki kapıya yapıştırır.” Somut olayda, borçlu …. Ltd. Şti.’ye çıkarılan hesap kat ihtarının “yetkili … Çimen imzadan imtina ettiği için ilgili evrak ilgili mahalle muhtarına tebliğ edildi” şerhi ile tebliğ edildiği görülmektedir. Bu durumda, kendisine tebliğ evrakı teslim edilen muhtarın adresini ihtiva eden ve muhatabın tebligatı muhtardan alabileceğini bildiren ihbarnamenin borçlunun kapısına yapıştırılmadığı tebliğ mazbatasındaki açıklamadan anlaşılmaktadır. Dolayısıyla, anılan hesap kat ihtarı tebliğinin Tebligat Kanunu’nun 21/1. ve Tebligat Yönetmeliği’nin 31. maddelerinde öngörülen usule aykırı olduğu açıktır. O halde, üst sınır ipoteğine dayalı olarak yapılan takipte, borçluya hesap kat ihtarının usulüne uygun tebliğ edilmediği ve bu nedenle icra emrinin iptali gerekirken yazılı şekilde hüküm tesisi isabetsizdir. SONUÇ : Borçlunun temyiz isteminin kısmen kabulü ile yukarıda yazılı nedenlerle 5311 sayılı Kanun ile değişik İİK’nun 364/2. maddesinin göndermesiyle uygulanması gereken 6100 sayılı HMK’nun 373/1. maddesi uyarınca, … Bölge Adliye Mahkemesi 7. Hukuk Dairesi’nin 13.02.2020 tarih ve 2020/245 E. – 2020/276 K. sayılı kararının (KALDIRILMASINA), … 3. İcra Hukuk Mahkemesi’nin 21.11.2019 tarih ve 2019/646 E. – 2019/800 K. sayılı kararının (BOZULMASINA), peşin alınan temyiz harcının istek halinde ilgiliye iadesine, dosyanın İlk Derece Mahkemesi’ne, kararın bir örneğinin de Bölge Adliye Mahkemesi’ne gönderilmesine, 16/12/2020 tarihinde oybirliği ile karar verildi.
17. Hukuk Dairesi 2016/1954 E. , 2016/2119 K. “İçtihat Metni” MAHKEMESİ :……….Asliye Hukuk Mahkemesi Taraflar arasındaki nam-ı müstear şeklinde yapılan işlemin iptali davasının yapılan yargılaması sonunda; kararda yazılı nedenlerden dolayı mahkemenin yetkisizliğine dair verilen hükmün süresi içinde davacı vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine dosya incelendi gereği düşünüldü: -K A R A R- Davacı vekili, dava dışı borçlu N..i Y.elen aleyhine takip başlatıldığını, borçlunun alacağı karşılayacak mal varlığı bulunmadığı anılan şahsın 25.12.2014 tarihinde öldüğünü ve mirascılarının mirası red ettiğini, ancak dava konusu 5 adet aracın borçlunun ölmeden önce kendi namına ancak davalı eşi …… adına alındığını araç alım işlemlerinin iptali ile davacıya cebri icra yetkisi verilmesini talip etmiştir. Davalı vekili, süresinde verdiği cevap dilekçeleri ile yetkili mahkemenin ……. Asliye Hukuk mahkemesi olduğunu belirterek yetki itirazında bulunmuşlardır. Mahkemece, davalının ….. de ikamet ettiğinden yetkili mahkemenin ….. Asliye Hukuk mahkemesinin yetkili olduğundan bahisle yetkisizlik kararı vermiş; hüküm, davacı vekili tarafından temyiz edilmiştir. 1.Dava, nam-ı müstear olarak yapılan satış işleminin iptali istemine ilişkindir. Nam-ı müstear, adını herhangi bir nedenle gizli tutmak isteyen bir kişinin, sözleşmeyi kendi hesabına, başka bir kişiye yaptırmasıdır. Bu tür davalar davacı yönünden sadece alacağın tahsili imkanı sağlayan ayni değil şahsi hak oluşturan dava niteliğinde olduğundan, HMK’nin 6.maddesindeki genel yetki kuralı gereği davalıların ikametgahları mahkemesi yetkilidir. Bu yetki kamu düzenine ilişkin olmayıp ancak tarafların yasal sürede ve geçerli bir itiraz olduğu durumlarda mahkemece dikkate alınmalıdır (HMK’nun19/2). Somut olayda, dosya içeriğinden davalı …’in ikametgah adresi, mernis adresi ve dava dilekçesnin tebliğ edildiği adres ……. da bulunmakta olup süresinde yaptığı yetki itirazı ile yetkili mahkemenin…… Mahkemeleri olduğunu belirtmiştir. Öte yandan taraf teşekkili, yetki itirazından sonra değerlendirmeye alınması gerektiği gibi HMK’nin 60.maddesi gereğince taraflardan birinin diğerinin yokluğunda yaptığı itiraz da geçerlidir. Bu halde mahkemece, …… Asliye Hukuk Mahkemesinin yetkili olduğundan bahisle yetkisizlik kararı vermesi gerekirken hatalı değerlendirme ile yazılı şekilde karar vermesi usul ve yasaya aykırıdır.Öte yandan taraf teşekkili yetki itirazından sonra değerlendirmeye alınması gerekir. Yetkisizlik kararı verildiği hallerde HMK’nin 331/2 maddesine göre yetkisizlik kararı üzerine yargılamaya diğer mahkemede devam edilirse o mahkeme de hükmedilir. Yargılamaya değer mahkemede devam edilmemiş ise talep halinde yargılama giderine ilk mahkemede hükmedilmesi gerekirken aksi düşüncelerle yazılı şekilde karar verilmeside isabetsizdir. SONUÇ: Yukarıda açıklanan nedenlerle davacı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile hükmün BOZULMASINA, 23/02/2016 gününde oybirliğiyle karar verildi. 17. Hukuk Dairesi 2015/18263 E. , 2018/4788 K. “İçtihat Metni” MAHKEMESİ : … Asliye Hukuk Mahkemesi Taraflar arasındaki tasarrufun iptali davasının yapılan yargılaması sonunda kararda yazılı nedenlerden dolayı davanın kabulüne dair verilen hükmün süresi içinde davalı … vekili ve davalı … vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine dosya incelendi, -K A R A R- Davacı vekili borçlular aleyhine …İcra Müdürlüğü’nün 2009/6569 sayılı ve …İcra Müdürlüğü’nün 2011/5318 sayılı takip dosyası ile başlattıkları takibin kesinleştiğini, borçlu … üzerine kayıtlı hiçbir menkul-gayrimenkul bulunmadığını, malvarlığının davalı …’ün ve …’ün tasarrufuna geçirildiğini, davalı Serap ve … hakkında alacaklı zararına mal kaçırma eylemlerinden dolayı …İcra Ceza Mahkemesi’nin … Esas sayılı dosyası ile açılan ceza davasının derdest olduğunu,… ili, … 5 nolu bağımsız bölüm taşınmazın borçlu davalı Buket’in teyzesi … lehine yapılan satış akdinden kaynaklanan muvazaalı tasarrufun İİK’nun 277 ve devamı maddeleri gereğince müvekkili lehine iptaline ve İİK’nun 283.maddesi gereğince cebri satış yolu ile satış yetkisi tanınmasına, yargılama giderlerinin davalıya yükletilmesine karar verilmesini vekaleten talep ve dava etmiştir. Davalı Serap cevap dilekçesinde davanın reddini talep etmiştir. Davalı … vekili cevap dilekçesinde müvekkili tarafından davalı Serap’a devrin söz konusu olmadığını, taşınmazın bizzat Serap tarafından satın alındığını, taraflar arasında kira sözleşmesi olduğunu, kira bedelinin davalı Serap’ın Akbank … Şubesi’ndeki hesabına toplu ve dönemsel olarak yatırılmakta olduğunu, diğer davalı …’ün, amcası olan davacı tarafından zor durumda bırakılan davalıya (yeğenine) elindeki imkanla yardımcı olduğunu, beyan ederek haksız ve dayanaksız davanın süresinde açılmadığını, bu nedenle zamanaşımı itirazında bulunduklarını beyanla davanın reddini talep etmiştir. Mahkemece toplanan deliller ve tüm dosya kapsamına göre davanın kabulüne karar verilmiş hüküm davalı … vekili ve davalı… vekili tarafından temyiz edilmiştir. 1-Dosya içerisindeki bilgi ve belgelere, mahkeme kararının gerekçesinde dayanılan delillerin tartışılıp, değerlendirilmesinde usul ve yasaya aykırı bir yön bulunmamasına göre, davalı … vekilinin ve davalı … vekilinin aşağıdaki bendin kapsamı dışındaki sair temyiz itirazlarının reddine, karar vermek gerekmiştir. 2-Dava İİK 277 ve devamı maddelerine dayalı olarak açılan nam-ı müstear niteliğindeki tasarrufun iptali istemine ilişkindir. Nam-ı Müstear, adını herhangi bir nedenle gizli tutmak isteyen kişinin, sözleşmeyi kendi hesabına, başka bir kişiye yaptırmasıdır. Bu tür işlemlerin İİK 277 ve devamı maddelerine dayalı olarak iptali istenilerek davacı alacaklının alacağına kavuşması sağlanır. İşlemin nam-ı müstear olarak gerçekleştiğini ispat külfeti davacıya aittir. Somut olayda mahkemece dava konusu taşınmazın gerçekte davalı borçlu Buket tarafından satın alındığı, davalı borçlu Buket’in teyzesi olan diğer davalı …’ün Buket’in söz konusu durumundan haberdar olduğu halde taşınmazın devir işleminin Serap adına yapıldığı, taşınmazın devir tarihinden itibaren ve halen davalı borçlu Serap’ın tasarrufunda olduğu, davalı Serap tarafından kira bedelinin ödemesi delili olarak ibraz ettiği Akbank … Şubesi’ne ait dekontlar ile davalı borçlu Buket tarafından davalı Serap hesabına yatırılan bedellerin kira bedeli değil, söz konusu taraflar arasındaki işlemi gizleme amacına yönelik yatırılan bedeller olduğu, bu itibarla söz konusu taşınmazın davalı Serap adına tescilinin alacaklılardan mal kaçırma amacına yönelik ve muvazaalı olduğu gerekçesi ile davanın kabulüne karar verilmiş ise de verilen karar dosya içeriğine uygun düşmemektedir. Davacı davalılardan Buket hakkında icra takibi yaptığını, borcunu karşılayacak haczi kabil malının bulunmadığını ancak yapılan icra takibini boşa çıkarmak başka bir anlatımla mal varlığını elinden çıkarıp alacaklılarından mal kaçırmak amacı ile kendisi tarafından satın alınan taşınmazın davalı borçlunun kızkardeşi Serap adına tescil ettirdiğini ileri sürerek yapılan bu işlemin iptali ile alacağını teminat altına almak istemektedir. Davacı tarafından davalı borçlu ve dava dışı şahıslar aleyhine alacaklıyı zarara uğratmak kasdı ile mevcudunu eksiltmek suçu sebebi ile … İcra Ceza Mahkemesi’nin 2011/816 sayılı dosyasında açılan ceza davasında, dava konusu gayrımenkulün davalı Buket tarafından satın alındığına ya da parasının davalı borçlu tarafından ödendiğine dair herhangi bir delil bulunmaması gerekçesiyle beraatine karar verilmesine, davalı borçlunun kira bedeli adı altında Akbank … Şubesine para yatırmasının taşınmaz bedelinin borçlu tarafından ödendiğinin ve üçüncü kişi adına tescil edildiğinin (nam-ı müstear) davacı tarafından somut deliller ile ispat edilmemesine göre davanın reddine karar verilmesi gerekirken yazılı olduğu şekilde hüküm kurulması doğru görülmemiştir SONUÇ: Yukarıda (1) nolu bentte açıklanan sebeplerle davalı … vekilinin ve davalı … vekilinin sair temyiz itirazlarının reddine (2) nolu bentte açıklanan sebeplerle davalı … vekili ve davalı … vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile hükmün BOZULMASINA, peşin alınan harcın istek halinde temyiz eden davacıya geri verilmesine 09.05.2018 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.
T.C. YARGITAY 21. Hukuk Dairesi Esas No.2018/6120 Karar No.2019/4340 Tarihi:13.06.2019 Davacı, davalılardan işverenlere ait işyerinde geçen çalışmalarının tespitine karar verilmesini istemiştir. Mahkeme ilamında belirtildiği şekilde, isteğin kısmen kabulüne karar vermiştir. Hükmün, davalılar vekilleri tarafından temyiz edilmesi üzerine temyiz isteğinin süresinde olduğu anlaşıldıktan sonra düzenlenen raporla dosyadaki kağıtlar okundu, işin gereği düşünüldü ve aşağıdaki karar verildi. K A R A R Dava, davalılara ait dolmuş hatlarında 01/05/1996-01/11/2008 tarihleri arasında aralıksız olarak çalıştığının, tespitine karar verilmesi istemine ilişkindir. Mahkemece, “a-) Davalılar … ile … ve … haklarında açılan davanın mahkememiz dosyasından tefriki ile ayrı esasa kaydına b-) Davalı … yönünden; Davanın KABULÜ ile; Davacının davalı işveren …’na ait … sicil ve… plaka sayılı “Minibüs İşletmesi” işyerinde; 20.9.2001 – 19.10.2001 ve 1.4.2002 – 25.5.2002 tarihleri arasında 506 sayılı Yasanın 78 maddesine göre belirlenen sigorta primine esas kazançların alt sınırı ile 85 gün çalıştığı, 85 günlük çalışmalarının Kuruma bildirilmediğinin TESPİTİNE” karar verilmiştir. Karar, davalılar ve Kurum vekili tarafından temyiz edilmiştir. Dosyadaki kayıt ve belgelerden; davacının davalılara ait işyerlerinden adına verilmiş işe giriş bildirgesi ve Kuruma bildirilmiş çalışma kaydı olmadığı, kararın gerekçesinde “yazılı delil başlangıcı olan ve ilk trafik para cezası tutanağının düzenlendiği 3.8.2001 tarihinden itibaren çalışmaya başladığının ve tanık …’in son çalışma tarihi olan 15.07.2008 tarihine kadar devamlı çalıştığı”hususlarına dayanılarak davanın kabulüne karar verildiği, anlaşılmaktadır. Davanın yasal dayanağını oluşturan 506 sayılı Yasa’nın 79/10. ve 5510 sayılı Yasa’nın 86/8. maddeleri bu tip hizmet tespiti davaları için özel bir ispat yöntemi öngörmemiş ise de davanın niteliği kamu düzenini ilgilendirdiği ve bu nedenle özel bir duyarlılık ve özenle yürütülmesi gerektiği Yargıtay’ın ve giderek Dairemizin yerleşmiş içtihadı gereğidir. 506 sayılı Yasa’nın 79/10. ve 5510 sayılı Yasa’nın 86/8. maddelerine göre Yönetmelikle tespit edilen belgeleri işveren tarafından verilmeyen veya çalıştıkları Kurumca tespit edilemeyen sigortalılar, çalıştıklarını hizmetlerinin geçtiği yılın sonundan başlayarak 5 yıl içerisinde mahkemeye başvurarak alacakları ilam ile ispatlayabilirlerse, bunların mahkeme kararında belirtilen aylık kazanç toplamları ile prim ödeme gün sayıları nazara alınır. Yasada yer alan 5 yıllık süre hak düşürücü olup mahkeme tarafından kendiliğinden nazara alınması gerektiği gibi davacının aynı işyerinde çalışmasını sürdürmesinin veya 5 yıllık hak düşürücü süre içerisinde tekrar aynı işyerine girerek çalışmasının hak düşürücü sürenin işlemesine engel olmayacağı ve hak düşürücü sürenin, kesilmesi ve durmasının mümkün bulunmadığı hukuksal gerçeği de ortadadır. İşverenin çalıştırmış olduğu sigortalılara ait hangi belgeleri Kuruma vermesi gerektiği Kanun’un 79/1 .maddesinde açıkça ifade edildiği üzere yönetmeliğe bırakılmıştır. … yapılan Sosyal Sigorta işlemleri Yönetmeliği’nin dördüncü kısmında işverence verilecek belgeler düzenlenmiştir. Bunlar, aylık sigorta primleri bildirgesi (… Yön. Madde l6) , dört aylık sigorta primleri bordrosu (… Yön. Madde 17), sigortalı hesap fişi (… Yön. Madde 18) vs.dir. Yönetmelikte sayılan bu belgelerden birisinin dahi verilmiş olması halinde artık Kanun’un 79/10 (eski 8) maddesinde yer alan hak düşürücü süreden söz edilemez. Yargıtay uygulamasında anılan maddenin yorumu geniş tutulmakta; eğer sayılan belgelerden birisi işveren tarafından verilmişse burada Kurumun işçinin çalışmasından haberdar olduğu ve artık hizmet tespiti davası için hak düşürücü sürenin varlığından söz edilemeyeceği kabul edilmektedir. Maddede belirtildiği üzere yönetmelikle tespit edilen belgelerin (işe giriş bildirgesi) verilmesi durumunda hak düşürücü süreden bahsedilemeyeceği gibi çalışmaların sigorta müfettiş raporu ile saptanması durumunda da hak düşürücü sürenin geçtiğinden söz edilemeyeceği açıktır. Bir sigortalının askere gitmeden önce çalıştığı işyerini askerliğe müteakip girmesi durumunda hizmet akdi mecburi hizmet nedeniyle kesilmiş olduğundan artık hak düşürücü sürenin oluştuğundan bahsedilemez. Davacıya ödenen ücretten sigorta primi kesilen hallerde, davacının iş ve sosyal sigorta mevzuatının öngördüğü sigorta hak ve yükümlülüklerini yerine getirmesi nedeniyle Kurumun Yasa’dan kaynaklanan denetim ve inceleme görevini yapmaması karşısında hak düşürücü sürenin işlemeyeceği kabul edilmelidir. Somut olayda, davanın 16/04/2010 tarihinde açıldığı, tespitine karar verilen sürelerin 2001 ve 2002 yıllarına dair olduğu, hakdüşürücü sürenin uzun yıllar önce dolmuş olduğu, dava konusu dönemde hak düşürücü süreyi kesecek, davalı işyerinden verilmiş işe giriş bildirgesi ya da Sosyal Sigorta İşlemleri Yönetmeliği’nde belirtilen belgelerin de bulunmadığı, trafik para cezası tutanağının hak düşürücü süreyi kesecek belgelerden olmadığı anlaşıldığından, davanın hak düşürücü süre nedeniyle reddine karar verilmesi gerekirken yazılı şekilde karar verilmesi usul ve yasaya aykırı olup bozma nedenidir. O halde, davalıların bu yönleri amaçlayan temyiz itirazları kabul edilmeli ve hüküm bozulmalıdır. SONUÇ: Hükmün yukarıda açıklanan nedenlerle BOZULMASINA, temyiz harcının istek halinde temyiz eden davalılara iadesine, 13/06/2019 gününde oy birliğiyle karar verildi.
11. Hukuk Dairesi 2021/279 E. , 2022/4027 K. “İçtihat Metni” MAHKEMESİ : BÖLGE ADLİYE MAHKEMESİ 20. HUKUK DAİRESİ Taraflar arasında görülen davada Ankara 1. Fikri ve Sınaî Haklar Hukuk Mahkemesince verilen 29.11.2018 tarih ve 2017/127 E- 2018/269 K. sayılı kararın davacı vekili tarafından istinaf edilmesi üzerine, istinaf isteminin esastan reddine dair Ankara Bölge Adliye Mahkemesi 20. Hukuk Dairesi’nce verilen 25.09.2020 tarih ve 2019/407 E- 2020/771 K. sayılı kararın duruşmalı olarak Yargıtay’ca incelenmesi davacı vekili tarafından istenmiş ve temyiz dilekçesinin süresi içinde verildiği anlaşılmış olmakla, 6100 sayılı Kanun’un 369. maddesi gereğince miktar veya değer söz konusu olmaksızın duruşmalı olarak incelenmesi gereken dava ve işlerin dışında bulunduğundan duruşma isteğinin reddiyle dava dosyası için Tetkik Hakimi … tarafından düzenlenen rapor dinlendikten ve yine dosya içerisindeki dilekçeler, duruşma tutanakları ve tüm belgeler okunup, incelendikten sonra işin gereği görüşülüp, düşünüldü: Davacı vekili, müvekkilinin ”Kurtlar Vadisi darbe” ibaresinin tescili için davalı Kuruma yaptığı başvurunun, Markalar Dairesi Başkanlığı tarafından 556 sayılı KHK’nın 7/1-k maddesi gereğince reddedildiğini, bu karara karşı yapılan itirazlarının da YİDK tarafından reddine karar verildiğini, kararın usul ve yasaya aykırı olduğunu, üzerinde durulan ”darbe” kelimesinin ”7 Şubat MİT Krizi” ve ”17-25 Aralık Darbe Girişimleri” esas alınarak hazırlanan proje için tercih edilerek başvurunun yapıldığını, marka başvurusunun 556 sayılı KHK’nın 7/k maddesinde öngörülen kamu düzenine aykırılıkla bir ilgisinin bulunmadığını, müvekkilinin başvuru konusu ibare üzerinde müktesep hakkının olduğunu ileri sürerek, TPMK YİDK’nın 12.02.2017 tarihli ve 2017-M-1035 sayılı kararının iptaline, ”kurtlar vadisi darbe” ibareli marka başvurusunun tesciline karar verilmesini talep ve dava etmiştir. Davalı TPMK vekili, dava konusu ”Kurtlar Vadisi Darbe” ibareli marka başvurusunda yer alan ”darbe” kelimesinin, karar tarihinden bu yana geçen süre içinde kamuoyunu sıklıkla meşgul ettiğini, kamuoyunda doğrudan 15 Temmuz Darbe Kalkışmasını çağrıştırdığının tespit edildiğini, markanın tescil edilmesinin 556 sayılı KHK’nın 7/k maddesine aykırı olacağını savunarak, davanın reddini istemiştir. Mahkemece, iddia, savunma, toplanan deliller ve tüm dosya kapsamına göre; davalıya ait 2016/46149 sayılı ”kurtlar vadisi darbe” ibareli dava konusu başvuruda yer alan “darbe” ibaresinin kamu düzenine aykırı olduğu, bu nedenle 556 sayılı KHK’nın 7/1-k koşullarının oluştuğu, davacının müktesep hakkının bulunmadığı gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiştir. Karara karşı, davacı vekili tarafından istinaf kanun yoluna başvurulmuştur. Bölge Adliye Mahkemesince, tüm dosya kapsamına göre yapılan istinaf incelemesi soncunda; dava konusu başvuruda yer alan “darbe” ibaresinin, iptali istenen karar tarihinden önce gerçekleşen 15 Temmuz darbe kalkışmasını çağrıştırdığı ve söz konusu ibarenin marka olarak tescilinin, kamu düzenine aykırılık oluşturduğu, 556 sayılı KHK’nın 7/1-k maddesi koşullarının somut olayda gerçekleştiği, davacının bu hususta müktesep hak sahibi olmasının da söz konusu olmadığı, dolayısıyla mahkemenin vakıa ve hukuki değerlendirmesinde usul ve esas yönünden yasaya aykırılık bulunmadığı gerekçesiyle, davacı vekilinin istinaf başvurusunun esastan reddine karar verilmiştir. Karara karşı, davacı vekili tarafından temyiz kanun yoluna başvurulmuştur. Yapılan yargılama ve saptanan somut uyuşmazlık bakımından uygulanması gereken hukuk kuralları gözetildiğinde İlk Derece Mahkemesince verilen kararda bir isabetsizlik olmadığının anlaşılmasına göre yapılan istinaf başvurusunun HMK’nın 353/b-1 maddesi uyarınca Bölge Adliye Mahkemesince esastan reddine ilişkin kararın usul ve yasaya uygun olduğu kanısına varıldığından Bölge Adliye Mahkemesi kararının onanmasına karar vermek gerekmiştir. SONUÇ: Yukarda açıklanan nedenlerle, davacı vekilinin temyiz isteminin reddi ile Bölge Adliye Mahkemesince verilen kararın HMK’nın 370/1. maddesi uyarınca ONANMASINA, HMK’nın 372. maddesi uyarınca işlem yapılmak üzere dava dosyasının İlk Derece Mahkemesine, kararın bir örneğinin Bölge Adliye Mahkemesine gönderilmesine, aşağıda yazılı bakiye 26,30 TL temyiz ilam harcının temyiz eden davacıdan alınmasına, 25/05/2022 tarihinde kesin olarak oybirliğiyle karar verildi.
(Kapatılan) 13. Hukuk Dairesi 2020/1284 E. , 2020/3911 K. “İçtihat Metni” MAHKEMESİ :Asliye Hukuk Mahkemesi Taraflar arasındaki alacak davasının yapılan yargılaması sonunda ilamda yazılı nedenlerden dolayı davanın kabulüne yönelik olarak verilen hükmün süresi içinde davalı avukatınca temyiz edilmesi üzerine dosya incelendi gereği konuşulup düşünüldü. KARAR Davacı; avukat olduğunu, davalıyı kızının vefatı nedeniyle açılacak tazminat davasında temsil etmek için davalı yanca vekaletname ile yetkilendirildiğini, açılan tazminat davanın kabulüne karar verildiği, üstüne düşen tüm yükümlülüklerini yerine getirmesine rağmen davalının kendisini haksız olarak azlettiğini ileri sürerek 33.700,00 TL olan vekalet ücreti alacağının davalıdan tahsiline karar verilmesini istemiştir. Davalı, davanın reddini dilemiştir. Mahkemece, davanın kısmen kabulü ile 33.132,95 TL’nin davalıdan alınarak davacıya verilmesine, fazlaya ilişkin istemin reddine karar verilmiş; hüküm, davalı tarafından temyiz edilmiştir. 1-28/5/2014 tarihinde yürürlüğe giren 6502 sayılı Tüketicinin Korunması Hakkında Kanun’un 3. maddesine göre tüketici; ticari veya mesleki olmayan amaçlarla hareket eden gerçek veya tüzel kişiyi, tüketici işlemi; mal veya hizmet piyasalarında kamu tüzel kişileri de dâhil olmak üzere ticari veya mesleki amaçlarla hareket eden veya onun adına ya da hesabına hareket eden gerçek veya tüzel kişiler ile tüketiciler arasında kurulan, eser, taşıma, simsarlık, sigorta, vekâlet, bankacılık ve benzeri sözleşmeler de dâhil olmak üzere her türlü sözleşme ve hukuki işlemi ifade eder. Aynı yasanın 73. Maddesinde bu kanunun uygulanması ile ilgili her türlü ihtilafa tüketici mahkemelerinde bakılacağı öngörülmüştür. Somut olayda, davacı avukat, vekalet ücreti talebiyle eldeki davayı açmıştır. Davanın açıldığı tarih (01.12.2014) itibarıyla yürürlükte olan 6502 sayılı yasa uyarınca davaya bakmakla görevli mahkeme Tüketici Mahkemesidir. Görevle ilgili düzenlemeler kamu düzenine ilişkin olup, taraflar ileri sürmese dahi yargılamanın her aşamasında re’sen gözetilir. Buna göre, mahkemece, davaya tüketici mahkemesi sıfatı ile bakılarak karar verilmesi gerekirken, yazılı şekilde davanın Asliye Hukuk Mahkemesince görülmüş olması usûl ve yasaya aykırı olup, bozmayı gerektirir. 2-Bozma nedenine göre davalının temyiz itirazlarının incelenmesine bu aşamada gerek görülmemiştir. SONUÇ: Yukarıda (1) nolu bentte açıklanan nedenlerle kararın BOZULMASINA, (2) nolu bentte açıklanan nedenle davalının temyiz itirazlarının şimdilik incelenmesine yer olmadığına, peşin alınan harcın istek halinde iadesine, HUMK’nun 440/I maddesi uyarınca tebliğden itibaren 15 gün içerisinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere, 21/05/2020 gününde oybirliğiyle karar verildi.
11. Hukuk Dairesi 2020/3852 E. , 2021/5124 K. “İçtihat Metni” MAHKEMESİ :ASLİYE HUKUK MAHKEMESİ Taraflar arasında görülen davada Ulukışla Asliye Hukuk Mahkemesi’nce bozmaya uyularak verilen 29.05.2019 tarih ve 2017/114 E. – 2019/81 K. sayılı kararın Yargıtayca incelenmesi taraf vekilleri tarafından istenmiş ve temyiz dilekçesinin süresi içinde verildiği anlaşılmış olmakla, dava dosyası için Tetkik Hakimi … tarafından düzenlenen rapor dinlendikten ve yine dosya içerisindeki dilekçe, layihalar, duruşma tutanakları ve tüm belgeler okunup, incelendikten sonra işin gereği görüşülüp, düşünüldü: Davacı vekili, davacı bankanın davalı hakkında Ulukışla İcra Müdürlüğü’nün 2013/73 esas sayılı dosyası ile kredi kartı borcundan dolayı icra takibi başlattığını, davalının söz konusu takibe itiraz ettiğini ileri sürerek itirazın iptaline karar verilmesini talep ve dava etmiştir. Davalı, kullanmış olduğu kredi kartı limitinin 1.000,00.- TL olduğunu, borcunun 56.953.,00.-TL olmasının hayatın olağan akışına aykırı olduğunu, limit artırımının kendi isteği dışında olduğunu, buna ilişkin ses ve kayıtların bankaca tutulmasının zorunlu olduğunu, davacının olağanüstü kart hareketlerinden dolayı uyarıcı ikaz edici bir görevi ihmal ettiğini belirterek davanın reddine karar verilmesini talep etmiştir. Mahkemece bozma ilamına uyularak yapılan yargılama toplanan deliller ve tüm dosya kapsamına göre, bankanın kredi kartı ile ilgili gerekli güvenlik önlemlerini almakla mükellef olduğu, kart sahibinin ise banka kartlarını ve şifrelerini özenle koruyarak bilgileri saklamak yönünde sorumlulukları olduğu, davacı banka tarafından konu edilen harcamalar için gereken tüm önlemler alınmadığından bankanın kusurlu olduğu, diğer yandan kredi kartına ait güvenlik kodunun davalı tarafından saklanmadığı, ceza dosyasında kart ile birlikte şifresini kaybettiğini ifade ettiği, davalının şifreyi saklama özenini yerine getirmemesi sonucunda bu işlemlerin gerçekleştiği, aynı zamanda bankaya kredi kartını kaybettiğini bilgilendirmediği, bu nedenle tarafların eşit kusurlu oldukları gerekçesiyle davanın kısmen kabulüne, kısmen reddine karar verilmiştir. İşbu karara karşı, taraf vekilleri temyiz kanun yoluna başvurmuştur. Dava banka kredi kartı sözleşmesinden kaynaklanan alacağın tahsili istemine ilişkindir. 1-Mahkemece bozma ilamına uyulduktan sonra alınan bilirkişi raporunda davacı bankanın tam kusurlu olduğu, alınan ikinci bilirkişi raporunda ise davacı ve davalının zararın meydana gelmesinde %50 eşit kusurlu oldukları belirtilmiştir. Mahkemece son alınan rapor hükme esas alınarak davanın kısmen kabulüne, kısmen reddine karar verilmiştir. Bilindiği üzere bankalar, özel yasa ile kurulan ve kendilerine alanlarında çeşitli imtiyazlar tanınan ve sahip oldukları bu vasıfları sebebiyle bankacılık işlemlerinin güvenilen tarafı konumundadırlar. Bu durum bankaların bir güven kurumu olarak kabul edilmesini ve bankanın sorumluluğunun özel güven sebebiyle ağırlaştırılmasını gerektirir. Bankalar ağırlaştırılmış sorumluluğun bir gereği olarak objektif özen yükümlülüğü altında bulunmakta olup, buna karşılık hafif kusurlarından dahi sorumludurlar. Bankanın kusuru az da olsa meydana gelen zarardan sorumludur. Mahkemece, meydana gelen zarardan bankanın sorumlu olduğu miktar değerlendirilerek uygun sonuç çerçevesinde bir karar verilmesi gerekirken yazılı şekilde karar verilmesi doğru görülmemiştir. 2-Mahkemece davalının limit dahilindeki 1000,00.- TL yönünden meydana gelen zarardan sorumlu olduğu miktar belirlenerek uygun sonuç çerçevesinde bir karar verilmesi gerekirken yazılı şekilde karar verilmesi doğru görülmemiştir. SONUÇ: Yukarıda (1) numaralı bentte açıklanan nedenlerle davacı bankanın tüm itirazlarının ve davalı vekilinin sair temyiz itirazlarının reddine (2)numaralı bentte açıklanan nedenlerle hükmün 1000,00TL yönünden BOZULMASINA, ödedikleri peşin temyiz harcının istekleri halinde temyiz eden taraflara iadesine, 16.06.2021 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.
DANIŞTAY VERGİ DAVA DAİRELERİ KURULU 2020/1199 E. , 2022/239 K. “İçtihat Metni” T.C. D A N I Ş T A Y VERGİ DAVA DAİRELERİ KURULU Esas No : 2020/1199 Karar No : 2022/239 TEMYİZ EDEN (DAVALI) : … Vergi Dairesi Başkanlığı – … (… Vergi Dairesi Müdürlüğü) VEKİLİ : Av. … KARŞI TARAF (DAVACI) : …Turizm Kuyumculuk İnşaat Sanayi ve Ticaret Limited Şirketi İSTEMİN KONUSU :… Vergi Mahkemesinin … tarih ve E:…, K:… sayılı ısrar kararının temyizen incelenerek bozulması istenilmektedir. YARGILAMA SÜRECİ : Dava konusu istem: Davacı adına, aracılık ve konaklama hizmetlerine ilişkin olarak düzenlemesi gereken faturaların süresinden sonra geriye dönük olarak düzenlediğinin şirket çalışanı nezdinde tutulan 22/08/2014 ve 03/09/2014 tarihli tutanaklar ile tespit edildiğinden bahisle 2014 yılına ilişkin on beş adet faturanın her biri için 213 sayılı Vergi Usul Kanunu’nun 353. maddesinin (1) numaralı fıkrası uyarınca kesilen özel usulsüzlük cezalarının kaldırılması istemiyle dava açılmıştır. … Vergi Mahkemesinin … tarih ve E:…, K:… sayılı kararı: 213 sayılı Vergi Usul Kanunu’nun 231. maddesinin (5) numaralı bendinde, faturanın, malın teslimi veya hizmetin yapıldığı tarihten itibaren azami yedi gün içinde düzenleneceği, bu süre içinde düzenlenmeyen faturaların hiç düzenlenmemiş sayılacağı kurala bağlanmıştır. Uyuşmazlık konusu olayda, davacı şirketin muhasebe yetkilisi olduğu belirtilen …nezdinde düzenlenen … tarih ve … sayılı tutanak ile davacının aracılık ve konaklama hizmeti verdiği muhtelif firmalar için düzenlemesi gereken faturaların bir kısmını düzenlemediği hususu tespit edilmiştir. Aynı kişi nezdinde düzenlenen … tarih ve … ila …sayılı tutanaklarla ise davacının daha önce düzenlemediği tespit edilen faturaları, fatura düzenleme süresinden sonra geriye dönük olarak düzenlediği tespit edilmiştir. Yukarıda anılan tutanaklarda söz konusu faturaların hangi tarihte geriye dönük olarak düzenlendiğine ilişkin herhangi bir tespite yer verilmemiştir. Öte yandan söz konusu tutanaklar davacı şirketin kanuni temsilcisi tarafından imzalanmamıştır. Bu durumda anılan tutanaklara itibar edilmesine hukuken olanak bulunmamaktadır. Kaldı ki, Vergi Usul Kanunu’nun 231. maddesinin (5) numaralı bendinde, malın teslimi veya hizmetin yapıldığı tarihten itibaren azami yedi gün içerisinde düzenlenmeyen faturaların hiç düzenlenmemiş sayılacağı belirtilmiş ancak belirtilen süre içinde düzenlenmeyen faturalar yönünden herhangi bir cezai yaptırım öngörülmemiştir. Aynı Kanun’un 353. maddesinde de 231. maddenin (5) numaralı bendi uyarınca düzenlenmemiş kabul edilen belgeler için özel usulsüzlük cezası kesileceğine ilişkin herhangi bir düzenleme bulunmamaktadır. Bu durumda, 213 sayılı Kanun’un (5) numaralı bendinde belirtilen süreden sonra geriye dönük olarak fatura düzenlendiğinden bahisle aynı Kanun’un 353. maddesinin (1) numaralı fıkrası uyarınca kesilen dava konusu özel usulsüzlük cezalarında hukuka uygunluk görülmemiştir. Mahkeme bu gerekçeyle davanın kabulüne karar vermiştir. Davalının temyiz istemini inceleyen Danıştay Üçüncü Dairesinin 24/04/2019 tarih ve E:2016/7839, K:2019/2792 sayılı kararı: Olayda, özel usulsüzlük cezası kesilmesine dayanak gösterilen her iki tutanakta da muhasebe yetkilisi olarak imzası bulunan kişi, davacı şirketin yetkili adamı olup nezdinde tutulan tutanaklara itibar edilmeyeceği yolundaki yargıda hukuka uygunluk bulunmamaktadır. 213 sayılı Kanun’da gösterilen azami düzenleme süresine uyulmasının düzenlenen belgenin fatura olarak kabulü için zorunlu olduğu sonucuna ulaşılmaktadır. Başka bir anlatımla değinilen süre geçtikten sonra düzenlenen faturanın geçerli bir fatura olduğunun kabulü mümkün değildir. Kanun’da öngörülen sürede düzenlenmeyen faturanın, geçerli olmayacağı ve düzenleyen bakımından fatura vermeme, alan bakımından da fatura almama eylemi teşkil edeceğine ise kuşku yoktur. Bu sebeple, davacı tarafından faturaların hizmetin ifa edildiği tarihten itibaren yedi günlük süre içinde düzenlenip düzenlenmediği hususu araştırılarak yeniden karar verilmek üzere temyiz istemine konu kararın bozulması gerekmiştir. Daire bu gerekçeyle kararı bozmuştur. … Vergi Mahkemesinin … tarih ve E:…, K:… sayılı ısrar kararı: Mahkeme, aynı hukuksal nedenler ve gerekçeyle ilk kararında ısrar etmiştir. TEMYİZ EDENİN İDDİALARI: Dava konusu özel usulsüzlük cezalarının hukuka uygun olarak kesildiği belirtilerek ısrar kararının bozulması gerektiği ileri sürülmektedir. KARŞI TARAFIN SAVUNMASI: Cevap verilmemiştir. DANIŞTAY TETKİK HAKİMİ …’IN DÜŞÜNCESİ: Temyiz dilekçesinde ileri sürülen iddialar, ısrar kararının dayandığı hukuksal nedenler ve gerekçe karşısında, yerinde ve kararın bozulmasını sağlayacak nitelikte bulunmadığından, istemin reddi gerektiği düşünülmektedir. TÜRK MİLLETİ ADINA Karar veren Danıştay Vergi Dava Daireleri Kurulunca, Tetkik Hâkiminin açıklamaları dinlendikten ve dosyadaki belgeler incelendikten sonra gereği görüşüldü: HUKUKİ DEĞERLENDİRME : Dava konusu cezalarının kesilmesine dayanak gösterilen her iki tutanakta da muhasebe yetkilisi olarak imzası bulunan kişi davacı şirketin yetkili adamı sayılacağından Mahkemenin şirketin kanuni temsilcisi tarafından imzalanmayan tutanaklara itibar edilmeyeceği yönündeki gerekçesinde hukuka uygunluk bulunmamaktadır. Ancak Mahkemenin, dava konusu özel usulsüzlük cezalarında hukuka uygunluk bulunmadığı yönündeki gerekçeyle verdiği ısrar kararına yönelik olarak temyiz dilekçesinde ileri sürülen iddialar, kararın bozulmasını gerektirecek durumda görülmemiştir. KARAR SONUCU : Açıklanan nedenlerle; … Vergi Mahkemesinin … tarih ve E:…, K:… sayılı ısrar kararına davalı tarafından yöneltilen temyiz isteminin REDDİNE, 2577 sayılı Kanun’un (Geçici 8. maddesi uyarınca uygulanmasına devam edilen) 54. maddesinin 1. fıkrası uyarınca bu kararın tebliğ tarihini izleyen günden itibaren onbeş gün içinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere, 02/03/2022 tarihinde oyçokluğuyla karar verildi. X – KARŞI OY: Temyiz isteminin kabulü ile ısrar kararının Danıştay Üçüncü Dairesinin kararında yer alan hukuksal nedenler ve gerekçe uyarınca bozulması gerektiği oyu ile karara katılmıyoruz.
YARGITAY İÇTİHADI BİRLEŞTİRME BÜYÜK GENEL KURULU KARARI ESAS NO : 2021/1 KARAR NO : 2022/3 KARAR TARİHİ : 03.06.2022 ÖZET: İcra takibine maruz kalan borçlu, vekil marifetiyle takibe itiraz ettiğinde, itiraz üzerine duran icra takibinin devamını sağlamak için alacaklının açacağı itirazın iptali davasında dava dilekçesinin asıla tebliğ edilmesi gerekmektedir. I-GİRİŞ A. İçtihatları Birleştirme Başvurusu 04.12.2019 havale tarihli dilekçe ile; Yargıtay Hukuk Genel Kurulu, Yargıtay 3. Hukuk Dairesi, Yargıtay 9. Hukuk Dairesi, Yargıtay 11 Hukuk Dairesi, Yargıtay (Kapatılan) 13. Hukuk Dairesi, Yargıtay (Kapatılan) 15. Hukuk Dairesi ve Yargıtay (Kapatılan) 22. Hukuk Dairesi kararlarında icra takibine maruz kalan borçlu, vekil marifetiyle takibe itiraz etmiş olduğunda, itiraz üzerine duran icra takibine devam edebilmek için alacaklının açtığı itirazın iptali davası bakımından, itirazın iptali dava dilekçesinin vekile mi yoksa asıla mı tebliğ edilmesi gerektiği konusunda görüş aykırılığı bulunduğu belirtilerek içtihatların birleştirilmesine karar verilmesi talep edilmiştir. 24.12.2020 havale tarihli dilekçe ile; Yargıtay 9. Hukuk Dairesinin kendi kararları ve diğer daire kararları arasında, Yargıtay (Kapatılan) 13. Hukuk Dairesinin kararlarında alacaklı tarafından icra takibi yapılması durumunda, yasal süresi içerisinde borçlunun vekili aracılığı ile icra dairesi nezdinde ödeme emrine itiraz etmesi durumunda, alacaklı tarafından açılacak itirazın iptali davasının dava dilekçesinin, icra dosyasında ödeme emrine itiraz eden borçlunun vekiline mi yoksa borçlu asıla mı gönderilmesi gerektiği. konusunda farklılıklar bulunduğu belirtilerek Yargıtay Hukuk Daireleri arasındaki içtihat aykırılığının giderilmesi talep edilmiştir.
İKİNCİ BÖLÜM KARAR BAŞVURUNUN KONUSU Başvuru; gözaltı tedbiri dolayısıyla ödenen tazminatın yetersiz olması nedeniyle kişi hürriyeti ve güvenliği hakkının ihlal edildiği iddiasına ilişkindir. BAŞVURU SÜRECİ Başvuru 10/10/2019 tarihinde yapılmıştır. Komisyon, başvurunun kabul edilebilirlik incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına karar vermiştir. Başvuru belgelerinin bir örneği bilgi için Adalet Bakanlığına gönderilmiştir. III. OLAY VE OLGULAR Başvuru formu ve eklerinde ifade edildiği şekliyle ve Ulusal Yargı Ağı Bilişim Sistemi (UYAP) aracılığıyla erişilen bilgi ve belgeler çerçevesinde ilgili olaylar özetle şöyledir: Başvurucu, İzmir Adliyesinde zabıt kâtibi olarak çalışmakta iken Fetullahçı Terör Örgütü/Paralel Devlet Yapılanmasına (FETÖ/PDY) üye olma suçlamasıyla 12/4/2017 tarihinde gözaltına alınmış ve 14/4/2017 tarihinde serbest bırakılmıştır. Yapılan soruşturma sonucunda başvurucu hakkında İzmir Cumhuriyet Başsavcılığınca kovuşturmaya yer olmadığına dair karar verilmiştir. Kovuşturmaya yer olmadığı kararının kesinleşmesi üzerine başvurucu, tazminat davası açmıştır. Dilekçesinde başvurucu; hakkında delil bulunmaması nedeniyle kovuşturmaya yer olmadığı kararı verildiğini, gözaltı işlemleri için avukatlık ücreti olarak 6.110 TL vekâlet ücreti ödediğini, üzerine haksız ve mesnetsiz olarak atılan FETÖ/PDY üyeliği suçlamasının buhran yaşamasına ve psikolojisinin bozulmasına sebebiyet verdiğini belirterek 6.110 TL maddi, 20.000 TL manevi tazminatın ödenmesine karar verilmesini talep etmiştir. İzmir 8. Ağır Ceza Mahkemesi vekâlet ücretine ilişkin dosyaya ibraz edilen serbest meslek makbuzlarının kovuşturmaya yer olmadığı kararından sonraki tarihli olduğunu ve Yargıtay 12. Ceza Dairesinin yerleşik kararlarına göre karar tarihinden sonraki serbest meslek makbuzlarının maddi zarar hesabında dikkate alınamayacağını belirterek maddi tazminatın reddine karar vermiştir. Mahkeme başvurucunun adliyede zabıt kâtibi olmasını, hakkında terör örgütü üyesi olduğuna ilişkin bilgi bulunan eski eşinin durumu ile ilgili olarak tanık sıfatıyla beyanına başvurulması ile yetinilmesi gerekirken hiçbir delil ve iddia yokken gözaltına alınmış olmasını, hakkında yapılan soruşturma kapsamında takipsizlik kararı verilmesini, dosyaya yansıyan mali ve sosyal durumunu dikkate alarak manevi tazminatı genel standartların üzerinde 3.000 TL olarak belirlemiştir. Başvurucu, vekâlet ücreti ödediğini kanıtlamasına rağmen bu miktarın maddi tazminat kapsamında ödenmesi talebinin reddedilmesinin hukuka aykırı olduğunu, bilirkişi incelemesi yaptırılmadan hüküm verildiğini, hükmedilen manevi tazminatın yetersiz olduğunu belirterek istinaf yoluna başvurmuştur. Bölge Adliye Mahkemesi 4/7/2019 tarihinde manevi tazminatı 500 TL şeklinde düzelterek istinaf başvurusunun esastan reddine kesin olarak karar vermiştir. İLGİLİ HUKUK İlgili hukuk için bkz. A.A. [GK], B. No: 2017/34502, 21/10/2021, §§ 22-46. İNCELEME VE GEREKÇE Anayasa Mahkemesinin 13/9/2022 tarihinde yapmış olduğu toplantıda başvuru incelenip gereği düşünüldü: Başvurucunun iddiaları Başvuru; hukuka aykırı gözaltı tedbirine dayalı olarak açılan tazminat davasında hükmedilen tazminat miktarının düşük olması nedeniyle kişi hürriyeti ve güvenliği hakkının ihlal edildiği iddiasına ilişkindir. Değerlendirme Anayasa Mahkemesi, olayların başvurucu tarafından yapılan hukuki nitelendirmesi ile bağlı olmayıp olay ve olguların hukuki tavsifini kendisi takdir eder (Tahir Canan, B. No: 2012/969, 18/9/2013, § 16). Başvurucunun şikâyetinin Anayasa’nın 19. maddesinin üçüncü ve dokuzuncu fıkraları kapsamında kişi hürriyeti ve güvenliği hakkı yönünden incelenmesi gerekir. Kabul Edilebilirlik Yönünden Anayasa Mahkemesi A.A. kararında Anayasa’nın 19. maddesinin üçüncü fıkrası bağlamındaki şikâyetler yönünden başvuru yollarının tüketilmiş sayılabilmesi için başvurucuların ilk derece mahkemelerinde yakalama, gözaltı veya tutuklama tedbirlerinin hukukiliğine ilişkin iddialarını -5271 sayılı Kanun’un 141. maddesinin (1) numaralı fıkrasının (a) bendi kapsamında- açıkça ileri sürerek dava açmaları gerektiğini belirtmiştir. Anılan tedbirlerin hukuka uygun olmadığına dair iddialar dile getirilmeden -Anayasa’nın 19. maddesinin dokuzuncu fıkrası kapsamında olmadığı değerlendirilen- 5271 sayılı Kanun’un 141. maddesinin (1) numaralı fıkrasının (e) bendi uyarınca kovuşturmaya yer olmadığı ya da beraat kararına dayalı olarak dava açılmasının başvuru yollarının tüketilmesi anlamına gelmediğine karar vermiştir (A.A., §§ 70-90). Bu ilkeler ışığında somut olay incelendiğinde, başvurucunun hakkında kovuşturmaya yer olmadığı kararı verilmesi üzerine 5271 sayılı Kanun’un 141. maddesinin (1) numaralı fıkrasına dayalı olarak ((a) veya (e) bendini zikretmeksizin) tazminat davası açtığı ve bu tazminat davasında hakkında uygulanan gözaltı tedbirinin hukuka uygun olmadığını ileri sürdüğü görülmektedir. Ayrıca derece mahkemesi de yaptığı incelemede başvurucu hakkında hiçbir delil yokken gözaltı kararı verildiğini belirterek 5271 sayılı Kanun’un 141. maddesinin (1) numaralı fıkrasının (e) bendi kapsamında bir inceleme yapmadığını göstermiştir. Sonuç olarak başvurucunun başvuru yollarını tükettiği değerlendirilmiştir. Açıkça dayanaktan yoksun olmadığı ve kabul edilemezliğine karar verilmesini gerektirecek başka bir neden de bulunmadığı anlaşılan kişi hürriyeti ve güvenliği hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın kabul edilebilir olduğuna karar verilmesi gerekir. Esas Yönünden Genel İlkeler Anayasa Mahkemesinin Anayasa’nın 19. maddesinin dokuzuncu fıkrasında güvence altına alınan tazminat hakkının ihlal edilip edilmediğini belirleyebilmesi için öncelikle başvurucunun anılan maddenin diğer fıkralarında belirtilen esaslar dışında bir işleme tabi tutulup tutulmadığını belirlemesi gerekmektedir. Bir başka anlatımla Anayasa’nın 19. maddesinin dokuzuncu fıkrasının uygulanabilmesi için başvurucunun anılan maddenin diğer fıkralarında belirtilen esaslar dışında bir işleme tabi tutulup tutulmadığının derece mahkemelerince ya da Anayasa Mahkemesince tespit edilmesi gerekir. Bu bağlamda kişinin Anayasa’nın 19. maddesinin ilk sekiz fıkrasında belirtilen esaslara aykırı bir işleme tabi tutulduğu ve bu kapsamda uğradığı zararın devlet tarafından tazminat hukukunun genel prensiplerine göre ödenmediği veya bir tazminat imkânının bulunmadığı tespit edilirse Anayasa’nın 19. maddesinin dokuzuncu fıkrasında güvence altına alınan tazminat hakkının ihlali söz konusu olacaktır (M.E., B. No: 2018/696, 9/5/2019, § 46). Öte yandan kişinin Anayasa’nın 19. maddesinin ilk sekiz fıkrasında belirtilen esaslara aykırı bir işleme tabi tutulduğu derece mahkemeleri tarafından tespit edilmişse Anayasa Mahkemesinin yapacağı inceleme tazminat miktarının yeterli olup olmadığını belirlemekle sınırlı olacaktır (M.E., § 47). Bu bağlamda derece mahkemelerinin tazminat için somut olayın koşullarına göre takdir yetkisi bulunmakla birlikte meydana gelen ihlalle orantılı olmayan önemsiz miktarda bir tazminat Anayasa’nın 19. maddesinin dokuzuncu fıkrasına aykırı olacaktır. Öte yandan tazminat miktarı Anayasa Mahkemesinin benzer davalarda verdiği tazminat miktarına göre kayda değer ölçüde düşük olmamalıdır. Bununla birlikte hükmedilen miktarın Anayasa Mahkemesinin benzer durumlarda verilmesine hükmettiği tazminat miktarından belirli ölçüde düşük olması tek başına Anayasa’nın 19. maddesinin dokuzuncu fıkrasının ihlal edildiği anlamına gelmez. Tazminatın Anayasa’nın 19. maddesinin dokuzuncu fıkrasıyla uyumlu olup olmadığı değerlendirilirken somut olayın kendine özgü koşullarının dikkate alınması gerekir (M.E., § 48). Diğer taraftan Anayasa’nın 19. maddesinin dokuzuncu fıkrasında maddenin ilk sekiz fıkrasında yer alan esaslar dışında bir işleme tabi tutulacak kişilerin uğradıkları zararların devlet tarafından ödeneceği belirtilmiş, bununla birlikte tazminat türleri yönünden bir ayrım yapılmamıştır. Dolayısıyla anılan maddede güvence altına alınan tazminat hakkının maddi zararların yanı sıra manevi zararları da kapsadığının kabulü gerekir. Bir başka ifadeyle kişi hürriyeti ve güvenliği hakkına ilişkin olarak Anayasa’daki güvencelere aykırı bir işleme muhatap olan kişiler Anayasa’nın 19. maddesinin dokuzuncu fıkrası uyarınca hem maddi hem de manevi tazminat isteminde bulunabilirler. Nitekim bu fıkradaki tazminat hakkının bir yansıması olan5271 sayılı Kanun’un 141. maddesinde suç soruşturması veya kovuşturması sırasında uygulanan -yakalama, gözaltı ve tutuklama gibi kimi koruma tedbirleriyle ilgili olarak kişilerin maddi ve manevi her türlü zararlarını devletten isteyebilecekleri ifade edilmiştir. Bununla birlikte Anayasa’nın 19. maddesinin dokuzuncu fıkrasında uğranılan zararın tazminat hukukunun genel prensiplerine göre ödeneceği belirtilmiştir. Bu kapsamda özellikle maddi zararların tazmininin talep olunması durumunda zararın vuku bulduğunun, kişi hürriyeti ve güvenliğine dair Anayasa’daki güvencelere aykırı işlem ile zarar arasında illiyet bağı olduğunun zarar gören tarafından ortaya konulması, ayrıca manevi tazminatın bir zenginleşme aracı olarak kabul edilmemesi gibi tazminat hukukunun genel esaslarının bu konuda başvurulacak yargısal merciler tarafından gözetilmesi gerekir. İlkelerin Olaya Uygulanması Somut olayda başvurucu, terör örgütüne üye olma suçundan yürütülen bir soruşturma kapsamında 12/4/2017 tarihinde gözaltına alınmış ve 14/4/2017 tarihinde serbest bırakılmıştır. Başvurucu hakkındaki soruşturma sonucunda dava açılmasını gerektiren bir delil bulunmadığı gerekçesiyle kovuşturmaya yer olmadığına karar verilmiştir. Tazminat davasını inceleyen Mahkeme, terör örgütü üyesi olduğuna ilişkin hakkında bilgi bulunan eski eşinin durumu ile ilgili olarak başvurucunun tanık sıfatıyla beyanına başvurulması ile yetinilmesi gerektiğini, hakkında hiçbir delil ve iddia yokken gözaltına alınmış olduğunu tespit etmiştir. Dolayısıyla derece mahkemesi gözaltının hukuki olmadığını tespit etmiştir. Dolayısıyla burada yapılacak inceleme tazminat miktarının yeterli olup olmadığının belirlenmesiyle sınırlı olacaktır. Başvurucunun gözaltına alındığı soruşturma kapsamında ödediği vekâlet ücretine dayalı maddi tazminat talebi vekâlet ücretine ilişkin makbuzların tarihinin kovuşturmaya yer olmadığı kararından sonrasına ait olması nedeniyle reddedilmiştir. Söz konusu vekâlet ücreti başvurucunun gözaltına alınması nedeniyle değil hakkında bir soruşturma yürütülmesi nedeniyle ödenmiştir. Bu vekâlet ücretinin ödenmesinin başvurucunun gözaltına alınmasından kaynaklı bir zarar olduğu söylenemeyecektir. Başvurucunun gözaltına alınmasının hukuki olmadığı kabul edilmesine rağmen başvurucu lehine hükmedilen 500 TL manevi tazminatın ise Anayasa Mahkemesinin benzer durumlarda ödenmesini kararlaştırdığı tazminat miktarına göre oldukça düşük olduğu ortadadır. Anayasa Mahkemesinin benzer durumlarda (M.E.; M.Ş.T., B. No: 2018/17073, 26/2/2020; U.Ç., B. No: 2018/17068, 7/11/2019 kararlarında gözaltı için 5.000 TL tazminata hükmetmiştir.) verilmesine hükmettiği tazminat miktarıyla aynı olması gerekmemekle birlikte tazminat miktarının somut olayın koşullarında tazminat hakkının özünü zayıflatacak kadar düşük olduğu anlaşılmaktadır. Buna göre başvurucuya ödenmesine hükmedilen tazminatın başvurucunun Anayasa’nın 19. maddesinin üçüncü fıkrasında yer alan esaslara aykırı bir durum söz konusu olmasına rağmen manevi zararını karşılamaktan uzak olduğu sonucuna varılmıştır. Açıklanan gerekçelerle Anayasa’nın 19. maddesinin -üçüncü fıkrasıyla bağlantılı olarak- dokuzuncu fıkrasının ihlal edildiğine karar verilmesi gerekir. Giderim Yönünden Tespit edilen ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılmasına ilişkin usul ve esaslar 30/3/2011 tarihli ve 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun’un 50. maddesinde yer almaktadır. Başvurucu 20.000 TL maddi, 5.000 TL manevi tazminat talebinde bulunmuştur. Anayasa Mahkemesince yapılan inceleme sonucunda başvurucu hakkında gözaltının hukuka aykırı olması dolayısıyla hükmedilen tazminatın yetersiz olması nedeniyle Anayasa’nın 19. maddesinin -üçüncü fıkrasıyla bağlantılı olarak- dokuzuncu fıkrasının ihlal edildiğine karar verilmiştir. Bu itibarla ihlalin mahkeme kararından kaynaklandığı anlaşılmaktadır. Bununla birlikte başvurucu hakkında uygulanan gözaltının hukuki olmadığının tespiti bakımından derece mahkemeleri ile Anayasa Mahkemesince varılan sonuç yönünden bir farklılık bulunmamaktadır. Dolayısıyla başvurucu bakımından kişi hürriyeti ve güvenliği hakkının ihlali, yalnızca ödenen tazminatın yetersizliği nedenine dayanmaktadır. Bu durumda tespit edilen ihlalin giderilmesi için yeniden yargılama yapılmasında hukuki yarar bulunmadığı sonucuna varılmıştır. Öte yandan ihlalin niteliği ve başvurucuya derece mahkemesince ödenen tazminat dikkate alınarak başvurucuya 4.500 TL manevi tazminat ödenmesi gerektiği sonucuna ulaşılmıştır. Anayasa Mahkemesinin maddi tazminata hükmedebilmesi için başvurucunun uğradığını iddia ettiği maddi zarar ile tespit edilen ihlal arasında illiyet bağı bulunmalıdır. Başvurucunun bu konuda herhangi bir belge sunmamış olması nedeniyle maddi tazminat talebinin reddine karar verilmesi gerekir. HÜKÜM Açıklanan gerekçelerle; Kişi hürriyeti ve güvenliği hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın KABUL EDİLEBİLİR OLDUĞUNA, Gözaltı tedbirinin hukuka aykırı olması dolayısıyla hükmedilen tazminatın yetersizliği nedeniyle Anayasa’nın 19. maddesinin -üçüncü fıkrasıyla bağlantılı olarak- dokuzuncu fıkrasının İHLAL EDİLDİĞİNE, Başvurucuya 4.500 TL manevi tazminat ÖDENMESİNE, tazminata ilişkin diğer taleplerin REDDİNE, 364,60 TL harç ve 9.900 TL vekâlet ücretinden oluşan toplam 10.264,60 TL yargılama giderinin başvurucuya ÖDENMESİNE, Ödemelerin kararın tebliğini takiben başvurucuların Hazine ve Maliye Bakanlığına başvuru tarihinden itibaren dört ay içinde yapılmasına, ödemede gecikme olması hâlinde bu sürenin sona erdiği tarihten ödeme tarihine kadar geçen süre için yasal FAİZ UYGULANMASINA, Kararın bir örneğinin bilgi için İzmir 8. Ağır Ceza Mahkemesine (E.2017/382, K.2018/74), İzmir Bölge Adliye Mahkemesi 14. Ceza Dairesine (E.2018/3169, K.2019/2971) GÖNDERİLMESİNE, Kararın bir örneğinin Adalet Bakanlığına GÖNDERİLMESİNE 13/9/2022 tarihinde OYBİRLİĞİYLE karar verildi.
9. Hukuk Dairesi 2017/26467 E. , 2018/11713 K. “İçtihat Metni” MAHKEMESİ : … BÖLGE ADLİYE MAHKEMESİ 30. HUKUK DAİRESİ DAVA TÜRÜ : İŞE İADE İLK DERECE MAHKEMESİ : … 13. İŞ MAHKEMESİ DAVA : Davacı, feshin geçersizliğine, işe iadesine ve yasal sonuçlarına hükmedilmesine karar verilmesini istemiştir. Yerel mahkemece, davanın reddine karar verilmiştir. İlk Derece Mahkemesinin red kararına karşı davacı avukatı istinaf başvurusunda bulunmuştur. … Bölge Adliye Mahkemesi 30. Hukuk Dairesi davacı avukatının istinaf başvurusunun kabulüne karar vermiştir. … Bölge Adliye Mahkemesi 30. Hukuk Dairesi’nin kararı süresi içinde davalı avukatı tarafından temyiz edilmiş olmakla, dava dosyası için Tetkik Hakimi tarafından düzenlenen rapor dinlendikten sonra dosya incelendi, gereği konuşulup düşünüldü: YARGITAY KARARI A) Davacı İsteminin Özeti: Davacı vekili, davacının davalıya ait işyerinde 12/07/2016 tarihinden 10/01/2017 tarihine kadar satın alma uzmanı olarak çalıştığını, iş akdinin davalı tarafından hiçbir sebep gösterilmeden haksız olarak feshedildiğini iddia ederek feshin geçersizliğinin tespiti ile davacının işe iadesine, işsiz kalınan süreye ilişkin 4 aylık brüt ücrete, işe iade kararına uyulmaması durumunda 8 aylık ücret tutarında tazminata hükmedilmesine karar verilmesini talep etmiştir. B) Davalı Cevabının Özeti: Davalı vekili, davacının 6 aylık kıdemi bulunmadığından dava şartı yokluğundan davanın reddedilmesi gerektiğini, davacının çalıştığı birimde yapılandırma sonucu ekibin 5 kişiye yükseldiğini ve davacının yapmakta olduğu işlerin başka bir çalışana devri kararının alındığını, bu değişikliklerin yılbaşından itibaren uygulanmak üzere davacının işten çıkarılması işlemlerine başlandığını ancak işlemi gerçekleştirecek personelin … sorunları nedeniyle izne ayrıldığından davacının çıkış işlemlerinin geciktiğini, feshin geçerli nedene dayandığını, davanın reddine karar verilmesini savunmuştur. C) İlk Derece Mahkemesi Kararının Özeti: İlk derece mahkemesince, davacının 12/07/2016 tarihinde işe başladığı, 6 aylık kıdeminin 12/01/2017 tarihinde dolduğu, iş akdinin bu tarihten iki gün önce 10/01/2017 tarihinde feshedildiği, davacının işe iade davası açmak için gerekli olan 6 aylık kıdemi doldurmadığı gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiştir. D) İstinaf: Karara karşı davacı istinaf kanun yoluna başvurmuşlardır. E) Bölge Adliye Mahkemesi Hukuk Dairesi Kararının Özeti: Bölge Adliye Mahkemesi Hukuk Dairesi’nce, iş akdinin davacının 6 aylık kıdem süresinin dolmasına 2 gün kala feshedildiği, kötü niyetle iş güvencesi hükümlerinden faydalanmasına engel olmak için yapıldığı, zira davalının 2 haftalık ihbar önelini kullandırmayarak ücretini peşin olarak ödemesinin kıdem süresinin dolmasına engel olmaya yönelik nitelikte bir işlem olduğu, davacının işverence yapılan feshin geçersizliği nedeniyle işe iadesinin gerektiği gerekçesiyle … 13. İş Mahkemesi’nin 23.03.2017 tarih ve 2017/31 Esas, 2017/103 Karar sayılı kararının kaldırılarak, yeniden hüküm kurulmasına karar verilmiştir. F) Temyiz: Kararı davalı vekili temyiz etmiştir. G) Gerekçe: Somut uyuşmazlıkta Bölge Adliye Mahkemesi’nce iş akdinin davacının iş güvencesi hükümlerinden faydalanmasına engel olmak maksadıyla 6 aylık kıdem süresinin dolmasına 2 gün kala davalı tarafından feshedildiği, davalının 2 haftalık ihbar önelini kullandırmayarak ücretini peşin olarak ödemesinin kıdem süresinin dolmasına engel olmaya yönelik nitelikte bir işlem olduğu belirtilerek davacının kabulüne karar verilmiş ise de davacının 12.07.2016 tarihinde işe başladığı, 6 aylık kıdeminin 12/01/2017 tarihinde dolduğu, iş akdinin bu tarihten iki gün önce 10/01/2017 tarihinde feshedildiği, davacının işe iade davası açmak için gerekli olan 6 aylık kıdemi doldurmadığı anlaşıldığından, Bölge Adliye Mahkemesi Hukuk Dairesi’nce İlk Derece Mahkemesinin kararının kaldırılarak davanın kabulüne karar verilmesi hatalıdır. Bölge Adliye Mahkemesi’nin temyiz edilen kararının bozularak ortadan kaldırılmasına ve Dairemizce 4857 sayılı İş Kanunu’nun 20/3. maddesi uyarınca aşağıdaki gibi karar vermek gerekmiştir. HÜKÜM: Yukarıda açıklanan gerekçe ile; 1- … Bölge Adliye Mahkemesi 30. Hukuk Dairesi’nin kararının BOZULARAK ORTADAN KALDIRILMASINA, 2- Davanın esastan REDDİNE, 3- Harç peşin alındığından yeniden alınmasına yer olmadığına 4- Davacının yaptığı yargılama giderlerinin üzerine bırakılmasına, 5- Davalı kendisini vekille temsil edildiğinden karar tarihinde yürürlükte bulunan AAÜT uyarınca belirlenen 2.180,00 TL maktu vekalet ücretinin davacıdan tahsili ile davalıya verilmesine, 6. Davalıdan peşin alınan temyiz harcının isteği halinde iadesine, 7- Dosyanın İlk Derece Mahkemesi’ne, kararın bir örneğinin Bölge Adliye Hukuk Mahkemesi’ne gönderilmesine, Kesin olarak 24.05.2018 tarihinde oyçokluğu ile karar verildi. KARŞI OY Somut uyuşmazlıkta, davalı işyerinde 12.07.2016-10.01.2017 tarihleri arası 5 ay 29 gün kıdemi olan ve iş sözleşmesi 4857 sayılı İş Kanunu’nun 17. maddesi uyarınca feshedilen davacının 6 ay kıdem koşulu nedeni ile iş güvencesi hükümlerinden yararlanıp yaralanmayacağı tartışma konusudur. Yerel ilk derece mahkemesince yapılan yargılama sonunda “davacının davalı işyerinde 12.07.2016 tarihinde işe başladığı 10.01.2017 tarihinde iş sözleşmesinin feshedildiği, davacının 6 aylık kıdem koşulunu doldurmadığı gerekçesi ile davanın reddine karar verilmiştir. Kararın davacı vekili tarafından istinaf yoluna götürülmesi üzerine Bölge Adliye Mahkemesi “feshin altı aylık kıdeme iki gün kala feshedildiği, kötüniyetle iş güvencesi hükümlerinden faydalanmasına engel olunmak üzere yapıldığı, iki haftalık ihbar tazminatının peşin ödenmesinin de kıdem süresinin dolmasına engel olmaya yönelik yapıldığı, feshin geçersiz olduğu” gerekçesi ile yerel mahkeme kararının kaldırılmasına ve davanın esastan kabulüne karar verilmiştir. Kararın davalı vekili tarafından temyiz üzerine ise çoğunluk görüşü ile ilk derece mahkemesinin kararı benimsenerek, Bölge Adliye Mahkemesi kararı bozulmuş ve davanın reddine karar verilmiştir. Belirtmek gerekir ki Türk Medeni Kanunu’nun 2. maddesi uyarınca “herkes, haklarını kullanırken ve borçlarını yerine getirirken dürüstlük kurallarına uymak zorundadır. Bir hakkın açıkça kötüye kullanılmasını hukuk düzeni korumaz.” Objektif iyiniyet olarak da tanımlanan ve dürüstlük kuralını düzenleyen madde, bütün hakların kullanılmasında dürüstlük kuralı çerçevesinde hareket edileceğini ve bir kimsenin başkasını zararlandırmak ya da güç duruma sokmak amacıyla haklarını kötüye kullanılmasını yasanın korumayacağını belirtmiştir. Keza 6100 Sayılı HMK.’un 28/1 maddesine göre “Taraflar, dürüstlük kuralına uygun davranmak zorundadırlar”. Tarafların iyiniyeti veya kötüniyeti(Y. İBK. 14.2.1951 gün ve 17/1), taraflarca ileri sürülmese dahi dosyadan anlaşıldığı takdirde hakim resen dikkate alacaktır(Y. HGK. 21.10.1983 gün ve 1981/1-30 E, 1983/1000 K). İşçinin iş güvencesi hükümlerinden yararlanma koşullarından kıdemin tamamlanmasına az kala bir süre içinde iş sözleşmesinin feshedilmesi halinde yararlanıp yararlanmayacağı konusu gerek teoride ve gerekse uygulamada tartışmalıdır. Bir görüşe göre işçi bu durumda iş güvencesi hükümlerinden yararlanmaz ise de, 4857 sayılı İş Kanunu’nun 17/son maddesi uyarınca kötüniyet tazminatı talep edebilir (Mollamahmutoğlu, 571. Alpagut, 209). İkinci bir görüşe göre ise, şartın gerçekleşmesine iki taraftan biri iyi niyet kurallarına aykırı bir davranışla engel olursa, o şartın gerçekleşmiş sayılacağını öngören 6098 sayılı Borçlar Kanununun 175. maddesi hükmü bu olaya kıyasen uygulanabilir(Soyer, P, 37. Alp,M. 12. Akyiğit 233). Son bir görüşe göre ise, bu gibi durumlarda iş sözleşmesinin feshinin dürüstlük kurallarına aykırılık nedeniyle geçersizliği ileri sürülebilecektir(Kılıçoğlu/Şenocak, s: 167.Çelik, 216. Eyrenci-Taşkent-Ulucan, 166. Güzel, 33-34. Süzek, S. 11. Bası. s: 587). Medeni Kanun’un 2/2 maddesi uyarınca hakkın kötüye kullanılmasının genel yaptırımı, herhangi bir hakkın dürüstlük kurallarına aykırı olarak kullanılmasının hukuk düzeni ve yargı tarafından korunmamasıdır. Somut uyuşmazlıkta davacı iş sözleşmesinin geçersiz nedenle feshedildiğini iddia etmektedir. Tarafların iyiniyeti ve kötüniyeti resen dikkate alınacağından, feshin iş güvencesi hükümlerinden yararlandırılmaması için yapılıp yapılmadığının araştırılması ve kötüye kullanılan hakkın da korunmaması gerekir. Bunun yaptırımı ise iş güvencesinden yararlandırmak olmalıdır. Gerek yerel mahkeme ve gerekse Bölge Adliye Mahkemesi feshin kötüniyetle yapılıp yapılmadığını yeterince araştırmamıştır. Bölge Adliye Mahkemesinin “iki haftalık ihbar tazminatının peşin ödenmesinin de kıdem süresinin dolmasına engel olmaya yönelik yapıldığı” gerekçesi ise, önelsiz fesih hakkı nedeni ile yerinde değildir. Kararın eksik inceleme yönünden bozulması gerektiği görüşündeyim. Bu nedenle çoğunluğun kesin onama görüşüne katılınmamıştır.
9. Hukuk Dairesi 2017/14641 E. , 2020/1520 K. “İçtihat Metni” MAHKEMESİ :İŞ MAHKEMESİ Taraflar arasında görülen dava sonucunda verilen kararın, temyizen incelenmesi davalı T.C. …Belediyesi vekili tarafından istenilmekle, temyiz taleplerinin süresinde olduğu anlaşıldı. Dava dosyası için Tetkik Hakimi tarafından düzenlenen rapor dinlendikten sonra dosya incelendi, gereği konuşulup düşünüldü: YARGITAY KARARI 1-Dosyadaki yazılara, toplanan delillerle kararın dayandığı kanuni gerektirici sebeplere göre davalı asıl işveren Bakırköy Belediye Başkanlığının aşağıdaki bentlerin kapsamı dışında kalan temyiz itirazları yerinde değildir. 2-Davacı 07.04.2011 tarihinde işe iade davası açmış olup, dairemiz uygulamasına göre işe iade davası nedeniyle henüz ortada bir fesih olmadığı, iş akdi askıda olduğu dönemde, aynı gün ( 07.04.2011 tarihinde ) feshe bağlı haklardan kıdem ve ihbar tazminatı talebi ile eldeki iş bu davayı açmıştır. Mahkemece dava “… davacının işe iadesine karar verildiği ve kararın kesinleştiği, davacının da aynı işyerinde çalışmasına devam ettiği anlaşıldığından feshe bağlı kıdem ve ihbar tazminatı taleplerinin reddine, ancak yargılama giderlerinin geçersiz fesih sebebiyle dava açılmasına sebep olan davalılardan tahsiline ve davacı lehine vekalet ücretine hükmedilmesine…” karar verilmiş ise de, feshe bağlı hakların tahsili talebi ile açılan dava işe iade davası ile aynı gün açıldığından, davanın ” erken açılan dava ” niteliğinde olduğundan bu sebeple usulden reddi gerekirken, ” davacının tekrar işe başlatıldığı ” gerekçesi ile reddi hatalıdır. Ayrıca dava erken açılan dava niteliğinde olduğundan davalılar feshe bağlı alacakların talep edildiği iş bu davanın açılmasına sebep olan taraf değildir. Bu itibarla aleyhine ücreti vekalete hükmedilmesi de hatalı olup, bozma sebebi ise de bu hataların giderilmesi yeniden yargılamayı gerektirmediğinden hükmün HMK. nun geçici 3/2. maddesi yollaması ile HUMK. nun 438/7. maddesi uyarınca düzeltilerek onanmasına karar verilmiştir. Sonuç: Mahkeme kararının gerekçesindeki “… davacının işe iadesine karar verildiği ve kararın kesinleştiği, davacının da aynı işyerinde çalışmasına devam ettiği anlaşıldığından feshe bağlı kıdem ve ihbar tazminatı taleplerinin reddine, ancak yargılama giderlerinin geçersiz fesih sebebiyle dava açılmasına sebep olan davalılardan tahsiline ve davacı lehine vekalet ücretine hükmedilmesine…” şeklindeki kısmın çıkartılarak, yerine ” …dava işe iade davası ile aynı tarihte açıldığından ve işe iade davası sonuçlanana kadar iş akdi askıda olduğundan, erken açılan davanın usulden reddine… ” sözcüklerinin yazılmasına, Hüküm fıkrasının vekalet ücretine ilişkin paragrafının çıkartılarak, yerine; ” Davalılar vekil ile temsil edildiğinden karar tarihideki AAÜT. si uyarınca belirlenen 1.320,00 TL. vekalet ücretinin davacıdan tahsili ile davalılara verilmesine, ” paragrafının yazılmasına, hükmün bu şekilde DÜZELTİLEREK ONANMASINA, Yargıtay İçtihadı Birleştirme Büyük Genel Kurulu’ nun 28.09.2018 tarih ve 2018/2 E. 2018/ 8 K. sayılı İBK. uyarınca onama harcı alınmasına yer olmadığına, nispi temyiz harcının isteği halinde temyiz edene iadesine, 05.02.2020 tarihinde oy birliği ile karar verildi. 9. Hukuk Dairesi 2013/12200 E. , 2015/7904 K. “İçtihat Metni” MAHKEMESİ :İŞ MAHKEMESİ DAVA : Davacı, kıdem tazminatı ve ihbar tazminatı alacaklarının ödetilmesine karar verilmesini istemiştir. Yerel mahkemece, davanın reddine karar verilmiştir. Hüküm süresi içinde davacı avukatı tarafından temyiz edilmiş olmakla, dava dosyası için Tetkik Hakimi … tarafından düzenlenen rapor dinlendikten sonra dosya incelendi, gereği konuşulup düşünüldü: Davacının iş aktinin feshedildiği 30/01/2009 tarihini takiben 16/02/2009 tarihinde iki ayrı dava şeklinde olmak koşulu ile hem işe iade davası hem de kıdem ve ihbar tazminatı talebi ile dava açılmıştır. İşe iade davası açılmakla davacının iş aktinin feshinin bir anlamda askıda olduğu, başka bir deyişle iş bu kıdem ve ihbar tazminatı talepli davanın açıldığı tarih itibari ile ortada kesinleşmiş bir feshin bulunmadığı ve bu nedenle iş bu davanın “erken açılan dava”niteliğinde olup, davanın bu nedenle usulden reddi gerektiği gözetilmeyerek davada uygulama yeri olmayan gerekçeler ile davanın esastan reddi hatalı ise de, red kararının sonuç itibari ile doğru olduğu görülmekle, davacı vekilinin yerinde görülmeyen tüm temyiz itirazlarının reddi ile hükmün bu değiştirilmiş gerekçe ile ONANMASINA, aşağıda yazılı temyiz giderinin temyiz edene yükletilmesine, 24/02/2015 gününde oybirliği ile karar verildi. 9. Hukuk Dairesi 2016/7628 E. , 2019/17894 K. “İçtihat Metni” MAHKEMESİ :İŞ MAHKEMESİ Taraflar arasında görülen dava sonucunda verilen kararın, temyizen incelenmesi taraflar vekilleri tarafından istenilmekle, temyiz taleplerinin süresinde olduğu anlaşıldı. Dava dosyası için Tetkik Hakimi tarafından düzenlenen rapor dinlendikten sonra dosya incelendi, gereği konuşulup düşünüldü: YARGITAY KARARI 1- Dosyadaki yazılara, toplanan delillerle kararın dayandığı kanuni gerektirici sebeplere göre davalının tüm, davacının aşağıdaki bendin kapsamı dışında kalan temyiz itirazları yerinde değildir. 2-Somut uyuşmazlıkta; reddedilen kısım kıdem- ihbar tazminatı ile yıllık izin ücreti alacağına ilişkin olup, bu alacak taleplerinin erken açılan dava nedeniyle usulden reddi karşısında davalı lehine 1.500,00 TL maktu vekalet ücretine hükmedilmesi gerekirken, 5.859,42 TL nisbi vekalet ücretine hükmedilmesi hatalı olup bozma sebebi ise de; bu yanlışlığın giderilmesi yeniden yargılamayı gerektirmediğinden hükmün 6100 sayılı HMK’nun geçici 3/2. Maddesi yollaması ile 1086 sayılı HUMK.nun 438/7. maddesi uyarınca düzeltilerek onanmasına karar verilmiştir. Sonuç: Temyiz olunan kararın davalı lehine hükmedilen vekalet ücretine ilişkin 5 numaralı bendinin çıkartılarak yerine; “5-Davalı kendisini vekille temsil ettirdiğinden karar tarihindeki AAÜT.si uyarınca belirlenen 1.500,00 TL maktu vekalet ücretinin davacıdan alınarak davalıya verilmesine,” bendinin yazılmasına, hükmün bu şekilde DÜZELTİLEREK ONANMASINA, Yargıtay İçtihadı Birleştirme Büyük Genel Kurulu’ nun 28.09.2018 tarih ve 2018/2 E. 2018/ 8 K. sayılı İBK. uyarınca onama harcı alınmasına yer olmadığına, nisbi temyiz harcının istek halinde ilgililere iadesine, 10.10.2019 tarihinde oybirliğiyle karar verildi. 9. Hukuk Dairesi 2015/14917 E. , 2017/17951 K. “İçtihat Metni” MAHKEMESİ :İŞ MAHKEMESİ DAVA : Davacı, kıdem tazminatı, ihbar tazminatı ile fazla mesai ücreti, ulusal bayram ve genel tatil ücreti, izin ücreti, hafta tatili ücreti alacaklarının ödetilmesine karar verilmesini istemiştir. Yerel mahkemece, davanın kısmen kabulüne karar verilmiştir. Hüküm süresi içinde davalı avukatı tarafından temyiz edilmiş olmakla, dava dosyası için Tetkik Hakimi tarafından düzenlenen rapor dinlendikten sonra dosya incelendi, gereği konuşulup düşünüldü: Y A R G I T A Y K A R A R I A) Davacı İsteminin Özeti: Davacı vekili, müvekkilinin 04.06.1999 tarihinden itibaren dava dışı …. Reklam Paz. ve Matb. San. Ltd. Şti.’nde depo sorumlusu olarak çalışmaya başladığını, müvekkilinin işe giriş bildirgesinin Kuruma 7 ay sonra verildiğini, müvekkilinin iş yeri kaydının 2008 yılının başında diğer davalı … İth İhr. Paz. A.Ş.’ye devredildiğini, müvekkilinin iş akdinin haksız olarak 05.10.2012 tarihinde sözlü olarak bir daha işe gelme denilerek yasal hakları verilmeksizin feshedildiğini ileri sürerek kıdem ve ihbar tazminatları ile fazla mesai ücreti, genel tatil ücreti, hafta tatili ücreti ve yıllık izin ücreti alacaklarının davalıdan tahsilini istemiştir. B) Davalı Cevabının Özeti: Davalı vekili, davacının müvekkili şirkette 01.02.2007 tarihinde çalışmaya başladığını, aylık net maaşının 715,90 TL olduğunu, davacının iddiasının aksine kendi imzasının bulunduğu işe giriş bildirgesinden de görüleceği üzere davacının 01.02.2007 tarihinde işe başladığını, brüt ücretin 1.000,00 TL olduğunu, müvekkili şirketin kurumsal bir firma olduğunu, maaş ödemelerinin banka hesaplarına ödendiğini, banka haricinde bir ödeme yapılmasının söz konusu olmadığını, müvekkili şirket ile dava dışı … Rek. Paz. Şti. arasında eski tarihlerde gerçekleşmiş ticari ilişki dışında hiçbir bağlantı bulunmadığını, müvekkili şirketin davacıyı kendi bünyesi haricinde başka hiçbir şirkette istihdam etmediğini, iş akdinin müvekkili şirketçe haklı nedenle feshedildiğini savunarak, davanın reddini istemiştir. C) Yerel Mahkeme Kararının Özeti: Mahkemece, toplanan delillere ve bilirkişi raporuna dayanılarak, davacının iş akdinin tazminat ödenmesini gerektirmeyecek şekilde feshedildiğinin davalı tarafından kanıtlanamadığı, davalının iş akdini fesihte haksız olduğu gerekçesiyle, davanın kısmen kabulüne karar verilmiştir. D) Temyiz: Kararı davalı vekili temyiz etmiştir. E) Gerekçe: 1-Dosyadaki yazılara, toplanan delillerle kararın dayandığı kanuni gerektirici sebeplere göre, davalının aşağıdaki bentlerin kapsamı dışında kalan temyiz itirazları yerinde değildir. 2-Somut uyuşmazlıkta; dosyadaki bilgi ve belgeler ile davalı vekilinin yargılama sırasındaki beyanları ve temyiz dilekçesindeki açıklamalarından davacı işçinin iş bu işçilik alacakları davası ile birlikte aynı tarihte işe iade davası da açtığı, yargılama sırasında davalı vekilinin işe iade davasının bu davada bekletici mesele yapılmasını talep ettiği, ancak Mahkemece bu konuda hiç araştırma yapılmadığı ve bir ara karar oluşturulmadığı, davacının da bu hususta bir açıklamada bulunmadığı, Mahkemece açılmış bir işe iade davası yokmuş gibi sonuca gidildiği anlaşılmıştır. Davalı vekilinin açıklamaları ve dosyadaki diğer bilgiler dikkate alınarak Dairemizce UYAP sisteminde yapılan incelemede, davacının davalı işveren aleyhine aynı gün hem işe iade davası hem de işçilik alacak ve tazminatlarını içerir bu davayı açtığı, işe iade davasının … 15. İş Mahkemesinin 2012/403 E.- 2014/104 K. sayılı kararı ile 07.02.2014 tarihinde kabul ile sonuçlandığı ve verilen kararın 2014/16677 E.- 2014/33870 K. sayılı ilam ile Dairemizin denetiminden geçerek 13.11.2014 tarihinde yani iş bu alacak davasında karar verilmeden önce onandığı görülmüştür. Dairemizin yerleşik uygulamasında, işe iade davası açılmakla birlikte iş sözleşmesinin bir nevi askı durumuna girdiği kabul edilmektedir. Buna göre, işe iade davasının sonucuna göre; ya işverence ilk yapılan fesih geçerli hale gelir ya da işçinin işe başlatılmadığı tarihte gerçek fesih gerçekleşmiş olur. Askı döneminde açılan bir dava, feshe bağlı tazminat ve alacaklar bakımından bir anlamda erken açılan dava niteliğindedir. Somut uyuşmazlık açısından da bu davanın, açıldığı tarih itibariyle erken açılan dava niteliği var ise de, davalı vekilinin temyiz dilekçesindeki açıklamaları ile dilekçesinin ekindeki ihtarnamelerden davacı işçinin işe iade davası sonrasında işe başlamak için işverene başvurduğu ve davalı işverenin işçiyi işe başlaması için davet ettiği anlaşılmaktadır. Davacının işe davete icabet edip etmediği ise dosya içeriğindeki delillerden kesin olarak tespit edilememektedir. Mahkemece yapılacak iş, taraflar arasında görülen işe iade davasına ilişkin dosyayı bu dosya içerisine alarak taraflardan ve özellikle davacıdan işe davete icabet edip etmediğini sorarak açıklatmak, işe iade kararının yasal sonuçlarına ilişkin dava ya da icra takibi olup olmadığını araştırmak ve feshin hangi tarihte gerçekleştiğini belirleyerek ilk yapılan fesih geçerli hale gelmiş ise şimdiki gibi; davacı işçi işverence işe başlatılmamış ise artık fesih tarihi işe başlatılmama tarihi olacağından bu davadaki feshe bağlı olan kıdem ve ihbar tazminatı ile yıllık izin ücreti taleplerinin erken açılan dava nedeniyle usulden reddine karar vermektir. Eksik inceleme ve araştırma ile yazılı şekilde karar verilmesi hatalıdır. 3-Davacı işçinin fazla çalışma yapıp yapmadığı ve genel tatillerde çalışıp çalışmadığı konularında da taraflar arasında uyuşmazlık bulunmaktadır. Fazla çalışma yaptığını ve genel tatillerde çalıştığını iddia eden işçi bu iddiasını ispatla yükümlüdür. Ücret bordrolarına ilişkin kurallar burada da geçerlidir. İşçinin imzasını taşıyan bordro sahteliği ispat edilinceye kadar kesin delil niteliğindedir. Bir başka anlatımla bordronun sahteliği ileri sürülüp kanıtlanmadıkça, imzalı bordroda görünen fazla çalışma ve tatil alacaklarının ödendiği varsayılır. Fazla çalışma ve genel tatillerde çalışıldığının ispatı konusunda işyeri kayıtları, özellikle işyerine giriş çıkışı gösteren belgeler, işyeri iç yazışmaları delil niteliğindedir. Ancak, sözü edilen çalışmaların yazılı belgelerle kanıtlanamaması durumunda tarafların, tanık beyanları ile sonuca gidilmesi gerekir. İşyerinde çalışma düzenini bilmeyen ve bilmesi mümkün olmayan tanıkların anlatımlarına değer verilemez. Somut uyuşmazlıkta, dosyaya davacının işyerine giriş ve çıkış saatlerine ilişkin 2007-2012 yılları arasına ait elektronik kart sistemi kayıtlarının sunulduğu görülmüştür. Mahkemece, dosyada mevcut yazılı kayıtlara göre davacının fazla mesai ve genel tatil ücreti alacaklarının hesaplatılıp var ise, hüküm altına alınması gerekirken, davalıya karşı benzer mahiyette davaları bulunan husumetli davacı tanık beyanlarına itibarla hesaplama yapan hatalı bilirkişi raporuna göre fazla mesai ve genel tatil ücreti taleplerinin kabulüne karar verilmesi isabetsiz olup, bozmayı gerektirmiştir. F) SONUÇ: Temyiz olunan kararın, yukarıda yazılı sebeplerden dolayı BOZULMASINA, peşin alınan temyiz harcının istek halinde ilgiliye iadesine, 09.11.2017 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.
İKİNCİ BÖLÜM KARAR BAŞVURUNUN KONUSU Başvuru, ceza infaz kurumu idaresi tarafından verilen disiplin cezasına yapılan itirazın mahkemece tanık dinlenmeden reddine karar verilmesi nedeniyle silahların eşitliği ve çelişmeli yargılama ilkelerinin ihlal edildiği iddiasına ilişkindir. BAŞVURU SÜRECİ Başvuru 5/7/2018 tarihinde yapılmıştır. Başvuru, başvuru formu ve eklerinin idari yönden yapılan ön incelemesinden sonra Komisyona sunulmuştur. Komisyonca başvurunun kabul edilebilirlik incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına karar verilmiştir. Bölüm Başkanı tarafından başvurunun kabul edilebilirlik ve esas incelemesinin birlikte yapılmasına karar verilmiştir. Başvuru belgelerinin bir örneği bilgi için Adalet Bakanlığına gönderilmiştir. III. OLAY VE OLGULAR Başvuru formu ve eklerinde ifade edildiği şekliyle olaylar özetle şöyledir: Başvurucu, olay tarihinde hükümlü olarak Tarsus T Tipi Kadın Kapalı Ceza İnfaz Kurumunda (Ceza İnfaz Kurumu) bulunmaktadır. Başvurucunun 22/1/2018 tarihinde Ceza İnfaz Kurumunda görevli infaz koruma memurlarına “Şerefsizsiniz.” şeklinde hakaret ettiği gerekçesiyle hakkında tutanak düzenlenmiştir. Ceza İnfaz Kurumu tarafından başlatılan disiplin soruşturması kapsamında alınan muhakkik raporunda; sabah sayımı sırasında C-4 koğuşunda hükümlü ve tutukluların koğuş kapısına vurdukları sırada C-3 koğuşunun bahçe kapısından görevli tarafından bakıldığı, bu sırada başvurucunun infaz koruma memurlarına “Şerefsizsiniz.” şeklinde hakaret ettiğinin duyulduğu ifade edilmiştir. Ceza İnfaz Kurumu Disiplin Kurulu Başkanlığı (Disiplin Kurulu) 28/1/2016 tarihli kararıyla, başvurucu hakkında 13/12/2004 tarihli ve 5275 sayılı Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanun’un 42. maddesinin (2) numaralı fıkrasının (j) bendinde düzenlenen “kurum görevlilerine hakaret veya tehditte bulunma” eylemini gerçekleştirdiği gerekçesiyle 1 günden 10 güne kadar hücreye koyma cezası ile cezalandırılmasına, daha önceden disiplin cezası aldığı gözetilerek 5275 sayılı Kanun’un 48. maddesinin (2) numaralı fıkrası uyarınca bir üst ceza olan 11 gün hücreye koyma cezası ile cezalandırılmasına karar vermiştir. Başvurucu, Disiplin Kurulunun kararına karşı Tarsus İnfaz Hâkimliğine (İnfaz Hâkimliği) şikâyette bulunmuştur. Başvurucu itirazında; ceza infaz kurumu personeli tarafından düzenlenen tutanağın yanlı olduğunu, cezaya konu hareketleri gerçekleştirmediğini belirterek verilen cezanın kaldırılmasına ve tutanakta imzası bulunan kişilerin dinlenilmesine karar verilmesini talep etmiştir. İnfaz Hâkimliği 21/3/2018 tarihli kararıyla şikâyetin reddine karar vermiştir. Başvurucu, İnfaz Hâkimliğine verdiği şikâyet dilekçesini tekrarlayarak Tarsus 1. Ağır Ceza Mahkemesine itirazda bulunmuştur. Tarsus 1. Ağır Ceza Mahkemesi, usul ve yasaya aykırılık bulunmadığı gerekçesiyle 28/5/2018 tarihinde itirazın reddine karar vermiştir. Bu karar başvurucuya 6/6/2018 tarihinde tebliğ edilmiş, başvurucu 5/7/2018 tarihinde bireysel başvuruda bulunmuştur. İLGİLİ HUKUK Ulusal Hukuk 5275 sayılı Kanun’un 37. maddesinin (1) numaralı fıkrası şöyledir: “Hükümlü hakkında kurumda, düzenli bir yaşamın sürdürülmesi, güvenliğin ve disiplinin sağlanması bakımından kanun, yönetmelikler ile idarenin uyulmasını emrettiği veya gerekli kıldığı davranış ve tutumları, kusurlu olarak ihlâl ettiğinde, eyleminin niteliği ile ağırlık derecesine göre Kanunda belirtilen disiplin cezaları uygulanır.” 5275 sayılı Kanun’un 44. maddesinin (2) numaralı fıkrasının (j) bendi şöyledir: “(2) Bir günden on güne kadar hücreye koyma cezasını gerektiren eylemler şunlardır … j) Kurum görevlilerine hakaret veya tehditte bulunma …” 5275 sayılı Kanun’un 48. maddesinin (2) numaralı fıkrası şöyledir: “(2) Bir eylemden dolayı verilen disiplin cezası kesinleştikten sonra bu cezanın kaldırılması için gerekli süre içinde yeniden disiplin cezasını gerektiren bir eylemde bulunan hükümlü hakkında, her defasında bir üst ceza uygulanır.” 16/5/2001 tarihli ve 4675 sayılı İnfaz Hâkimliği Kanunu’nun “İnfaz hâkimliğince şikâyet üzerine verilen kararlar” kenar başlıklı 6. maddesinin ilgili kısmı şöyledir: “… Şikâyet başvurusu üzerine infaz hâkimi, duruşma yapmaksızın dosya üzerinden bir hafta içinde karar verir; ancak, gerek gördüğünde karar vermeden önce şikâyet konusu işlem veya faaliyet hakkında re’sen araştırma yapabilir ve ilgililerden bilgi ve belge isteyebilir; ayrıca ceza infaz kurumu ve tutukevi ile ilgili Cumhuriyet savcısının da yazılı görüşünü alır. Disiplin cezasına karşı yapılan şikâyet üzerine infaz hâkimi, hükümlü veya tutuklunun savunmasını aldıktan ve talep edilen diğer delilleri toplayıp değerlendirdikten sonra kararını verir. Hükümlü veya tutuklu, savunmasını, hazır bulunmak ve vekaletnamesini ibraz etmek koşuluyla avukatıyla birlikte veya avukatı aracılığıyla yapabilir. İnfaz hâkimi gerekli görmesi durumunda hükümlü veya tutuklunun savunmasını ceza infaz kurumunda da alabilir. İnfaz hâkimi, inceleme sonunda şikâyeti yerinde görmezse reddine; yerinde görürse, yapılan işlemin iptaline ya da faaliyetin durdurulmasına veya ertelenmesine karar verir. İnfaz hâkimi, bu Kanunda hüküm bulunmayan hallerde 4/12/2004 tarihli ve 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu hükümlerine göre inceleme ve işlemlerini yürütür ve kararını verir. İnfaz hâkiminin kararlarına karşı şikâyetçi veya ilgili Cumhuriyet savcısı tarafından, tebliğden itibaren yedi gün içinde Ceza Muhakemesi Kanunu hükümlerine göre itiraz yoluna gidilebilir. Kanunlarda infaz hâkiminin onayına tabi olduğu belirtilen hususlarda da bu hüküm uygulanır. İtiraz, infaz hakimliğinin yargı çevresinde bulunduğu ağır ceza mahkemesine (…) yapılır. İnfaz hâkimi aynı zamanda bu mahkemenin üyesi olduğu takdirde itirazla ilgili karara katılamaz.” 4/12/2004 tarihli ve 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu’nun “Duruşmada okunmayacak belgeler” kenar başlıklı 210. maddesinin (1) numaralı fıkrası şöyledir: “Olayın delili, bir tanığın açıklamalarından ibaret ise, bu tanık duruşmada mutlaka dinlenir. Daha önce yapılan dinleme sırasında düzenlenmiş tutanağın veya yazılı bir açıklamanın okunması dinleme yerine geçemez.” Uluslararası Hukuk Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin (Sözleşme) “Adil yargılanma hakkı” kenar başlıklı 6. maddesinin (3) numaralı fıkrasının (d) bendi şöyledir: “Bir suç ile itham edilen herkes aşağıdaki asgari haklara sahiptir: … d) İddia tanıklarını sorguya çekmek veya çektirmek, savunma tanıklarının da iddia tanıklarıyla aynı koşullar altında davet edilmelerinin ve dinlenmelerinin sağlanmasını istemek;” Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi İçtihadı Hükümlü veya tutuklulara uygulanacak disiplin yaptırımlarına ilişkin olarak infaz hâkimliğine yapılacak bir şikayetle yargı yolunun sağlandığı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) tarafından kabul edilmiştir (Gülmez/Türkiye, B. No: 16330/02, 20/5/2008, § 29). Sözleşme’nin adil yargılanma hakkını düzenleyen 6. maddesinde adil yargılanmaya ilişkin hak ve ilkelerin medeni hak ve yükümlülükler ile ilgili uyuşmazlıkların ve bir suç isnadının esasının karara bağlanması sırasında geçerli olduğu belirtilerek hakkın kapsamı bu konularla sınırlandırılmıştır. Bu bağlamda AİHM kural olarak disiplin soruşturmalarının Sözleşme’nin 6. maddesi kapsamında değerlendirilemeyeceğini kabul etmiştir. Ancak bu kuralın istisnası olarak suç isnadının özerk yorumu bağlamında disiplin suçlamasının suç alanında kalması da mümkündür. AİHM, adil yargılanma hakkının kapsamını belirlerken keyfî işlemlere karşı etkin bir koruma sağlanabilmesi için görünüme ilişkin değil esasa yönelik bir değerlendirme yapmaktadır (Stitic/Hırvatistan, B. No: 29660/03, 8/11/2007, § 51; Engel ve diğerleri/Hollanda, B. No: 5100/71 vd., 8/6/1976, §§ 80-82; Campbell ve Fell/Birleşik Krallık, B. No: 7819/77, 7878/77, 28/6/1984, §§ 66-73; Ezeh ve Connors/Birleşik Krallık, B. No: 39665/98, 40086/98, 9/10/2003, § 82). AİHM, bir disiplin soruşturmasının Sözleşme’nin 6. maddesinin birinci fıkrası uyarınca suç isnadı kapsamında kalıp kalmadığını saptamak amacıyla bazı kriterler belirlemiştir. Bu kapsamda öncelikle eylemin iç hukuktaki nitelenmesi dikkate alınmaktadır. Bununla birlikte disiplin suçunun ve bu suç için öngörülen cezanın niteliği ve ağırlığı da gözetilmektedir (Engel ve diğerleri/Hollanda, § 81; Campbell ve Fell/Birleşik Krallık, § 67). AİHM, Sözleşme’nin 6. maddesinin (1) numaralı fıkrada belirtilen medeni hak ve yükümlülükler ile ilgili uyuşmazlıklarda hakkaniyete uygun yargılanma kavramına uygun düştüğü ölçüde maddenin ikinci ve üçüncü fıkrasında belirtilen suç isnadı altındaki kişilere tanınan usule ilişkin hakların da güvence altına alındığını kabul etmektedir (Dombo Beheer B.V./Hollanda, B. No. 14448/88, 27/10/1993, §§ 31-33; Albert ve Le Compte/Belçika, B. No: 7299/75, 7496/76, 10/2/1983, §§ 39-41). Bu bağlamda AİHM, suç isnadına maruz kalmış kişilere uygulanacak 6. maddenin (2) ve (3) numaralı fıkrası hükümlerinin uygun düştüğü ölçüde kıyasen (mutatis mutandis) disiplin soruşturmaları için de uygulanabilir olduğunu kabul etmiştir (Albert ve Le Compte/Belçika, § 39). AİHM; Sözleşme’nin 6. maddesinin (1) numaralı fıkrası kapsamında, hakkaniyete uygun yargılanmanın temel unsurlarından birinin de yargılamanın çelişmeli olmasına (Rowe ve Davis/Birleşik Krallık [BD], B. No: 28901/95, 16/2/2000, § 60) dikkat çektikten sonra Sözleşme’deki hakların etkili bir biçimde korunması için davaya bakan mahkemelerin tarafların dayanaklarını, iddialarını ve delillerini etkili bir biçimde inceleme görevi olduğunu belirtmiştir (Dulaurans/Fransa, B. No: 34553/97, 21/3/2000, § 33). AİHM’e göre silahların eşitliği ilkesi taraflara, talep ve açıklamalarını diğer tarafa nazaran dezavantajlı olmayacak şekilde ileri sürebilmeleri için fırsat verilmesi gereğini ifade etmektedir (Kress/Fransa, B. No: 39594/98, 7/6/2001, § 72). Kural olarak başvurucular, davanın karşı tarafına tanınan bir avantajın kendisine zarar verdiğini veya bu durumdan olumsuz etkilendiğini ispat etmek zorunda değildir. AİHM; taraflardan birine tanınan, diğerine tanınmayan avantajın fiilen olumsuz bir sonuç doğurduğuna dair delil bulunmasa da silahların eşitliği ilkesini ihlal edilmiş saymaktadır (Zagorodnikov/Rusya, B. No: 66941/01, 7/6/2007, § 30). Sözleşme’nin 6. maddesinde davada kullanılan delillerin ispat güçleri ile ilgili bir düzenleme bulunmamakla birlikte AİHM de delilerin kabul edilebilirliği ile ilgili olarak somut davada kullanılan delillerin silahların eşitliği ve çelişmeli yargılama ilkeleri gözetilerek tartışılıp tartışılmadığını ya da söz konusu delillerin yargılamanın bir bütün olarak adil olup olmamasına etkisini değerlendirmekte (Tamminen/Finlandiya, B. No: 40847/98, 15/6/2004, §§ 40, 41; Barberà, Messegué ve Jabardo/İspanya, B. No: 10590/83, 6/12/1988, §§ 68, 81-89) ve birçok kararında Sözleşme’nin 6. maddesinin adil yargılanma hakkını güvence altına almakla beraber öncelikli olarak ulusal hukuk bağlamında düzenlenmesi gereken bir konu olan delillerin kabul edilebilirliğine ilişkin bir kural ortaya koymadığını belirtmektedir (Schenk/İsviçre, B. No: 10862/84, 12/7/1988, §§ 45, 46; Desde/Türkiye, B. No: 23909/03, 1/2/2011, § 124). İNCELEME VE GEREKÇE Anayasa Mahkemesinin 13/9/2022 tarihinde yapmış olduğu toplantıda başvuru incelenip gereği düşünüldü: Adli Yardım Talebi Yönünden Başvurucu, bireysel başvuru harç ve masraflarını karşılama imkânının bulunmadığını belirterek adli yardım talebinde bulunmuştur. Anayasa Mahkemesinin Mehmet Şerif Ay (B. No: 2012/1181, 17/9/2013) kararında belirtilen ilkeler dikkate alınarak geçimini önemli ölçüde güçleştirmeksizin yargılama giderlerini ödeme gücünden yoksun olduğu anlaşılan ve bireysel başvuru tarihinde ceza infaz kurumunda bulunan başvurucunun açıkça dayanaktan yoksun olmayan adli yardım talebinin kabulüne karar verilmesi gerekir. Silahların Eşitliği ve Çelişmeli Yargılama İlkesinin İhlal Edildiğine İlişkin İddia Başvurucunun İddiaları Başvurucu; ceza infaz kurumu görevlilerine hakaret etmediğini, hem İnfaz Hâkimliğine hem de Ağır Ceza Mahkemesine yazdığı itiraz dilekçelerinde kendisinin hakaret ettiğini duyan, ismi bilinmeyen ama sicil numarası bilinen ilgili memurun dinlenilmesini istediğini ancak bu konuya ilişkin herhangi bir gerekçe gösterilmeden ve olaya tanık olan infaz koruma memuru dinlenmeden eksik incelemeye dayalı olarak karar verildiğini belirterek Anayasa’nın 36. maddesinde güvence altına alınan adil yargılanma hakkının ihlal edildiğini ileri sürmüştür. Değerlendirme Anayasa’nın “Hak arama hürriyeti” kenar başlıklı 36. maddesinin birinci fıkrası şöyledir: “Herkes, meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir.” Anayasa’nın 36. maddesinde güvence altına alınan adil yargılanma hakkı, suç isnadına bağlı yargılamaların yanında bir kimsenin medeni hak ve yükümlülüklerinin karara bağlanmasıyla ilgili yargılamalarda da uygulanır. Anayasa’nın 36. maddesinin (1) numaralı fıkrasının medeni meselelerde uygulanabilmesi için ortada hukuk düzeni tarafından kişiye tanınmış veya en azından savunulabilir temeli bulunan bir hakkın bulunması gerekir. İkinci olarak bu hakla ilgili olarak ilgili kişinin menfaatini etkileyen bir uyuşmazlık mevcut olmalıdır. Öte yandan bu uyuşmazlık ihtilaf konusu hakkın tespiti ve bu haktan yararlanılması bakımından belirleyici bir nitelik arz etmelidir (Mehmet Güçlü ve Ramazan Erdem, B. No: 2015/7942, 28/5/2019, § 28). Anayasa Mahkemesi, olayların başvurucu tarafından yapılan hukuki nitelendirmesi ile bağlı olmayıp olay ve olguların hukuki tavsifini kendisi takdir eder (Tahir Canan, B. No: 2012/969, 18/9/2013, § 16). Başvurucunun iddialarının adil yargılanma hakkı kapsamındaki silahların eşitliği ve çelişmeli yargılama ilkeleri çerçevesinde incelenmesi gerektiği değerlendirilmiştir. Kabul Edilebilirlik Yönünden Anayasa Mahkemesi daha önce verdiği birçok kararda, adil yargılanmaya ilişkin hak ve ilkelerin medeni hak ve yükümlülükler ile ilgili uyuşmazlıkların ve bir suç isnadının esasının karara bağlanması esnasında geçerli olduğunu belirterek hakkın kapsamının bu konularla sınırlandırıldığını kabul etmiştir (Onurhan Solmaz, B. No: 2012/1049, 26/3/2013, § 23; Nihat Akbulak [GK], B. No: 2015/10131, 7/6/2018, § 35; Aligül Alkaya ve diğerleri (2), B. No: 2016/12506, 7/11/2019, § 44). Öte yandan Anayasa Mahkemesi ceza infaz kurumunda bulunan tutuklu ya da hükümlüler hakkında uygulanan disiplin cezalarının infazının kişiler üzerinde yaratacağı etkiyi değerlendirmek suretiyle bazı disiplin cezalarının kişisel hak ve bu bağlamda medeni hak niteliğinde olduğunu, söz konusu disiplin cezalarına karşı yapılan şikâyetlerin infaz hâkimliği tarafından incelenmesinin de medeni hak ve yükümlülüklere ilişkin uyuşmazlık kapsamında kaldığını ifade etmiştir (Giyasettin Aydın, B. No: 2013/1852, 25/3/2015, § 37; Cihan Yeşil, B. No: 2013/8635, 6/5/2015, § 35; Metin Yamalak (2), B. No: 2013/9450, 13/4/2016, § 59). Başvuru konusu davaya benzer bir olayda Anayasa Mahkemesi, başvurucunun hakkında verilen yirmi gün süreyle hücreye koyma, haberleşme veya iletişim araçlarından ve ziyaretçi kabulünden yoksun bırakma cezasına karşı yaptığı şikâyet ile ilgili başvuruyu medeni hak ve yükümlüklere ilişkin uyuşmazlık kapsamında incelemiştir (Cihan Yeşil, § 35). Bunun yanında Anayasa Mahkemesi, Sözleşme’nin 6. maddesinin (1) numaralı fıkrasında yer alan hakkaniyete uygun yargılama kavramının aynı maddenin (3) numaralı fıkrasında yer alan suç isnat edilmiş kişinin asgari haklarıyla doğrudan bağlantılı olduğunu kabul etmiştir (Erol Aydeğer, B. No: 2013/4784, 7/3/2014, § 34). Yine Anayasa’nın 38. maddesinde idari ve adli cezalar arasında bir ayrım yapılmadığından disiplin cezaları da bu maddede öngörülen ilkelere tabidir (AYM, 20/10/2011 tarih ve E.2010/28, K.2011/139 sayılı kararı). Bu yönüyle disiplin cezasına karşı yapılan itirazlarda uygun düştüğü ölçüde kıyasen, Sözleşme’nin 6. maddesinin (3) numaralı fıkrasının (b), (c) ve (d) bentlerinin tanıdığı usule ilişkin güvencelerin uygulanması gerekir. Somut olayda başvurucu aldığı disiplin cezasının infazı için hücrede kaldığından anılan içtihatlardan hareketle söz konusu cezanın da medeni hak niteliğinde olduğu kabul edilmelidir. Dolayısıyla hakkında uygulanan disiplin cezası nedeniyle başvurucunun yaptığı şikâyetin İnfaz Hâkimliği tarafından incelenmesinin medeni hak ve yükümlülüklere ilişkin uyuşmazlık kapsamında kaldığının ve somut olayda Anayasa’nın 36. maddesinin uygulanmasının mümkün olduğunun kabul edilmesi gerekir. Açıkça dayanaktan yoksun olmadığı ve kabul edilemezliğine karar verilmesini gerektirecek başka bir neden de bulunmadığı anlaşılan silahların eşitliği ve çelişmeli yargılama ilkelerinin ihlal edildiğine ilişkin iddianın kabul edilebilir olduğuna karar verilmesi gerekir. Esas Yönünden Genel İlkeler Anayasa’nın 36. maddesinde güvence altına alınan adil yargılanma hakkı maddi adaleti değil şeklî adaleti temin etmeye yönelik güvenceler içermektedir. Bu bakımdan adil yargılanma hakkı davanın taraflardan biri lehine sonuçlanmasını garanti etmemektedir. Adil yargılanma hakkı temel olarak yargılama sürecinin ve usulünün hakkaniyete uygun olarak yürütülmesini teminat altına almaktadır (M.B. [GK], B. No: 2018/37392, 23/7/2020, § 80). Anayasa’nın 36. maddesi uyarınca herkes iddia bulunma, savunma ve adil yargılanma haklarına sahiptir. Anayasa’nın anılan maddesinde adil yargılanma hakkından ayrı olarak iddia ve savunma haklarına birlikte yer verilmesi, taraflara iddia ve savunmalarını mahkeme önünde dile getirme fırsatı tanınması gerektiği anlamını da içermektedir (Mehmet Fidan, B. No: 2014/14673, 20/9/2017, § 37). Anayasa’nın 36. maddesine “adil yargılanma” ibaresinin eklenmesine ilişkin gerekçede, Türkiye’nin tarafı olduğu uluslararası sözleşmelerle de güvence altına alınan adil yargılama hakkının madde metnine dâhil edildiği vurgulanmıştır. Nitekim Anayasa Mahkemesi de Anayasa’nın 36. maddesi uyarınca inceleme yaptığı birçok kararında, AİHM içtihadıyla adil yargılanma hakkının kapsamına dâhil edilen silahların eşitliği ve çelişmeli yargılama ilkelerine Anayasa’nın 36. maddesi kapsamında yer vermektedir. Bu itibarla anılan ilkenin adil yargılanma hakkının kapsam ve içeriğine dâhil olduğu sonucu ortaya çıkmaktadır. Anılan ilkeye uygun yürütülmeyen bir yargılamanın hakkaniyete uygun olması olanaklı değildir (Mehmet Fidan, § 38). Anayasa Mahkemesinin görevi başvuru konusu yargılamanın bir bütün olarak adil olup olmadığını değerlendirmektir. Genel anlamda hakkaniyete uygun bir yargılamanın yürütülebilmesi için silahların eşitliği ve çelişmeli yargılama ilkeleri ışığında taraflara iddialarını sunma hususunda uygun imkânların sağlanması şarttır (Yüksel Hançer, B. No: 2013/2116, 23/1/2014, § 19). Silahların eşitliği ilkesi davanın taraflarının usule ilişkin haklar bakımından aynı koşullara tabi tutulması, taraflardan birinin diğerine göre daha zayıf bir duruma düşürülmeksizin iddia ve savunmalarını makul bir şekilde mahkeme önünde dile getirme fırsatına sahip olması ve yargılamaya etkin katılımlarının sağlanması anlamına gelir (Yaşasın Aslan, B. No: 2013/1134, 16/5/2013, § 32). Silahların eşitliği ilkesinin tamamlayıcısı olan çelişmeli yargılama ilkesi, kural olarak bir hukuk ya da ceza davasında tüm taraflara, gösterilen kanıtlar ve sunulan görüşler hakkında bilgi sahibi olma ve bunlarla ilgili görüş bildirebilme imkânı vermektedir. Bu çerçevede başvuranların bilirkişi raporunun sonucuna itiraz edememesi ya da delillerle ilgili görüş bildirmelerine fırsat verilmemesi çelişmeli yargılama ilkesinin ihlali olarak değerlendirilebilmektedir (Hüseyin Sezen, B. No: 2013/1793, 18/9/2014, § 38). Yargılamanın tüm aşamalarında silahların eşitliği ve çelişmeli yargılama ilkelerinin güvence altına alınarak adil yargılanma hakkının korunması hukuk devleti olmanın bir gereğidir (Mustafa Kupal, B. No: 2013/7727, 4/2/2016, § 52). Adil yargılanma hakkının unsurlarından olan çelişmeli yargılama ilkesi taraflara dava dosyası hakkında bilgi sahibi olma ve yorum yapma hakkının tanınmasını ve bu nedenle tarafların yargılamanın bütününe aktif olarak katılmasını gerektirmektedir. Bu anlamda tarafların mahkemece dinlenilmemesi, taraflara delillere karşı çıkma imkânı verilmemesi yargılama faaliyetinin hakkaniyete aykırı hâle gelmesine neden olabilecektir (Abdullah Özen, B. No: 2013/4424, 6/3/2014, § 21). Ceza davaları ile medeni hak ve yükümlülüklere ilişkin davaların usul kuralları da dâhil olmak üzere yargılamanın tüm aşamalarında silahların eşitliği ilkesi ve çelişmeli yargılama hakkının güvence altına alınarak adil yargılanma hakkının korunması hukuk devleti olmanın bir gereğidir. Asıl kural tarafların eşit şartlarda yargılamaya katılımının sağlanması, gösterdikleri kanıtlardan ve sundukları görüşlerden bilgi sahibi olması, bunlarla ilgili görüşlerini bildirebilme imkânının kendilerine verilmesidir (benzer değerlendirmeler için bkz. Taylan Özgür Tor, B. No: 2013/2454, 12/3/2015, § 43). Yapılan yargılama sırasında tanık dinletme hakkı da dâhil olmak üzere delillerin ibrazı ve değerlendirilmesi, adil yargılanma hakkının unsurlarından biri olarak kabul edilen silahların eşitliği ilkesi kapsamında kabul edilmektedir (Güher Ergun ve diğerleri, B. No: 2012/13, 2/7/2013, § 38). Delilleri değerlendirme ve gösterilmek istenen delilin davayla ilgili olup olmadığına karar verme yetkisi esasen derece mahkemelerine aittir. Derece mahkemeleri dava konusuna, elde edilen delillerin ağırlığına ve iddia ile savunmalara göre tanık beyanı, keşif icrası ve bilirkişi incelemesi gibi delilleri toplamama veya incelememe konusunda takdir yetkisine sahiptir (İlker Erdoğan, B. No:2013/316, 20/4/2016, § 34). Yargılama makamları yargılamanın taraflarının ileri sürdüğü iddiaları ve gösterdiği delilleri gereği gibi incelemek zorundadır. Bununla birlikte belirli bir davaya ilişkin olarak delilleri değerlendirme ve gösterilmek istenen delilin davayla ilgili olup olmadığına karar verme yetkisi esasen derece mahkemelerine aittir. Mevcut yargılamada geçerli olan delil sunma ve inceleme yöntemlerinin adil yargılanma hakkına uygun olup olmadığını denetlemek Anayasa Mahkemesinin görevi kapsamında olmayıp Anayasa Mahkemesinin görevi başvuru konusu yargılamanın bütünlüğü içinde adil olup olmadığını değerlendirmektir. Genel anlamda hakkaniyete uygun bir yargılamanın yürütülebilmesi için silahların eşitliği ve çelişmeli yargılama ilkeleri ışığında taraflara iddialarını sunmak hususunda uygun olanakların sağlanması şarttır. Taraflara tanık delili de dâhil olmak üzere delillerini sunma ve inceletme noktasında da uygun imkânların tanınması gerekir. Bu anlamda delillere ilişkin dengesizlik veya hakkaniyetsizlik iddialarının yargılamanın bütünü gözönünde bulundurularak değerlendirilmesi gerekir (Muhittin Kaya, B. No: 2013/1213, 4/12/2013, § 27). İlkelerin Olaya Uygulanması Somut olayda başvurucunun aldığı disiplin cezası, kimliğini bilmediği infaz koruma memurunun verdiği beyana ve infaz koruma memurlarının düzenlediği tutanağa dayanmaktadır (bkz. §§ 9, 10). Dolayısıyla Mahkemece tanıkların disiplin soruşturması sırasında verdikleri beyanlar esas alınarak netice ve kanaate ulaşıldığı, tanık beyanlarının disiplin cezası ve mahkeme kararı açısından belirleyici rol oynadığı anlaşılmıştır. Ulusal yargı Ağı Bilişim Sistemi (UYAP) üzerinden yapılan inceleme ile başvuru formunun ve ekinde yer verilen bilgi ve belgelerin incelenmesi neticesinde, İnfaz Hâkimliğince başvurucu aleyhinde beyanda bulunan tanığın ve tutanak mümzilerinin -başvurucunun talebi olmasına rağmen- dinlenmediği, kararda söz konusu kişilerin dinlenilmemesine yönelik bir gerekçe belirtilmediği görülmüştür. Tanıkların duruşmada dinlenmemesinin geçerli bir nedeninin bulunup bulunmadığı Mahkemece açıklanmayarak tanık dinletme imkânından yararlandırılmamaya ilişkin makul gerekçeler sunma yükümlülüğü somut olayda kamu makamları tarafından yerine getirilmemiştir. Başvurucunun benzer iddialarla itiraz merciine yaptığı başvuruda da yargılamanın sonucunu değiştirebilecek nitelikteki tanıkların dinlenmemesine ilişkin gerekçe belirtilmeden ret kararı verilmiştir. Başvurucu, tutanağın düzenlenmesine sebebiyet veren infaz koruma memuru ve diğer tutanak mümzilerinin düzenledikleri belge ve beyanların doğru olmadığını belirterek söz konusu disiplin cezasının hukuka aykırı verildiğini dile getirmiştir. Mahkemece disiplin cezasına esas alınan tutanağın güvenilirliği ile ilgili oluşan şüphe, tanık beyanları dinlenilmek suretiyle yargılamada giderilmemiştir. Dolayısıyla somut olayda disiplin cezası verilmesinde temel rol oynayan tanıklar dinlenmeden şikâyet ve itirazın reddine karar verilmesi bir bütün olarak yargılamayı hakkaniyet unsurundan yoksun bırakmaktadır. Sonuç olarak disiplin soruşturması ve yargılama süreci bir bütün olarak değerlendirildiğinde başvurucu hakkında verilen disiplin cezası ile ilgili belirleyici nitelikte bir delil olan tanıkların dinlenmemesi nedeniyle silahların eşitliği ve çelişmeli yargılama ilkelerinin ihlal edildiğine karar verilmesi gerekir. Diğer İhlal İddiaları Başvurucu; bireysel başvurularından sonra 25/3/2019 tarihinde verdiği eksiklik giderme dilekçesinde ek beyanda bulunarak disiplin cezasına karşı yaptığı şikâyetin değerlendirilmesi sürecinde avukatının hazır bulunmadığını, kamera kayıtlarının incelenmediğini ve ses analizi yapılmadığını belirterek anayasal haklarının ihlal edildiğini ileri sürmüştür. 30/3/2011 tarihli ve 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun’un 47. maddesinin (5) numaralı fıkrası ile Anayasa Mahkemesi İçtüzüğü’nün 64. maddesinin (1) numaralı fıkrası gereği bireysel başvurunun, başvuru yollarının tüketildiği, başvuru yolu öngörülmemiş ise ihlalin öğrenildiği tarihten itibaren otuz gün içinde yapılması gerekir. Somut olayda nihai kararı başvurucu 6/6/2018 tarihinde öğrenmiş, 5/7/2018 tarihinde bireysel başvuruda bulunmuştur. Öğrenme tarihinden itibaren otuz günlük başvuru süresi geçtikten sonra başvurucunun bu kez 25/3/2019 tarihinde ek beyanda bulunduğu anlaşıldığından ek beyan dilekçesinde ileri sürdüğü iddiaların incelenmesi mümkün değildir. Açıklanan gerekçelerle başvurunun bu kısmının diğer kabul edilebilirlik koşulları yönünden incelenmeksizin süre aşımı nedeniyle kabul edilemez olduğuna karar verilmesi gerekir. Giderim Yönünden Tespit edilen ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılmasına ilişkin usul ve esaslar 6216 sayılı Kanun’un 50. maddesinde yer almaktadır. Başvuruda tespit edilen hak ihlalinin sonuçlarının ortadan kaldırılması için yeniden yargılama yapılmasında hukuki yarar bulunmaktadır. Bu kapsamda kararın gönderildiği yargı mercilerince yapılması gereken iş, yeniden yargılama işlemlerini başlatmak ve Anayasa Mahkemesini ihlal sonucuna ulaştıran nedenleri gideren, ihlal kararında belirtilen ilkelere uygun yeni bir karar vermektir (6216 sayılı Kanun’un 50. maddesinin (2) numaralı fıkrasında düzenlenen bireysel başvuruya özgü yeniden yargılama kurumunun özelliklerine ilişkin kapsamlı açıklamalar için bkz. Mehmet Doğan [GK], B. No: 2014/8875, 7/6/2018, §§ 54-60; Aligül Alkaya ve diğerleri (2), §§ 53-60, 66; Kadri Enis Berberoğlu (3) [GK], B. No: 2020/32949, 21/1/2021, §§ 93-100). İhlalin niteliğine göre yeniden yargılamanın yeterli bir giderim sağlayacağı anlaşıldığından başvurucunun tazminat talebinin reddine karar verilmesi gerekir. HÜKÜM Açıklanan gerekçelerle; Adli yardım talebinin KABULÜNE, 1. Silahların eşitliği ve çelişmeli yargılama ilkelerinin ihlal edildiğine ilişkin iddianın KABUL EDİLEBİLİR OLDUĞUNA, Diğer ihlal iddialarının süre aşımı nedeniyle KABUL EDİLEMEZ OLDUĞUNA, Anayasa’nın 36. maddesinde güvence altına alınan adil yargılanma hakkı kapsamındaki hakkaniyete uygun yargılanma hakkıyla bağlantılı olarak silahların eşitliği ve çelişmeli yargılama ilkelerinin İHLAL EDİLDİĞİNE, Kararın bir örneğinin silahların eşitliği ve çelişmeli yargılama ilkelerinin ihlalinin sonuçlarının ortadan kaldırılması için yeniden yargılama yapılması amacıyla Tarsus İnfaz Hâkimliğine (E.2018/683, K.2018/710 sayılı dosyası) GÖNDERİLMESİNE, Kararın bir örneğinin bilgi için Tarsus 1. Ağır Ceza Mahkemesine ve Adalet Bakanlığına GÖNDERİLMESİNE 13/9/2022 tarihinde OYBİRLİĞİYLE karar verildi.