8. Hukuk Dairesi 2017/16903 E. , 2018/9216 K. “İçtihat Metni” MAHKEMESİ :Aile Mahkemesi DAVA TÜRÜ : Katılma Alacağı Taraflar arasında görülen ve yukarıda açıklanan davada yapılan yargılama sonunda Mahkemece, davanın kısmen kabulüne ve kısmen reddine karar verilmiş olup hükmün davacı vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine, Dairece dosya incelendi, gereği düşünüldü. K A R A R Davacı … vekili, evlilik birliği içinde edinilen taşınmaz ve araçlar nedeniyle 1.000,00 TL alacağın tahsiline karar verilmesini talep ve dava etmiştir. Davacı vekili 20.01.2015 tarihli dilekçesi ile talep miktarını artırarak toplam 10.987,00 TL alacağın tahsilini talep etmiştir. Davalı … vekili, davanın reddini savunmuştur. Mahkemece, …plakalı araca yönelik talebin kabulü ile 2.700,00 TL’nin tahsiline, … plakalı araç ve taşınmaza yönelik talebin reddine karar verilmiştir. Hüküm, davacı vekili tarafından temyiz edilmiştir. 1. Toplanan deliller ve tüm dosya kapsamından; dosya muhtevasına, dava evrakı ile yargılama tutanakları münderecatına ve mevcut deliller mahkemece takdir edilerek karar verildiğine, takdirde bir isabetsizlik bulunmadığına göre, davacı vekilinin aşağıdaki bendin kapsamı dışında kalan temyiz itirazları yerinde görülmemiştir. 2. Davacının taşınmaza yönelik temyiz itirazlarına gelince; Maddi olayları ileri sürmek taraflara, hukuki nitelendirme yapmak ve uygulanacak kanun maddelerini belirlemek hakime aittir (6100 sayılı HMK m. 33). İddianın ileri sürülüş şekline göre dava, artık değere katılma alacağı isteğine ilişkindir. Mal rejiminin devamı süresince, bir eşin sahip olduğu edinilmiş malda, diğer eşin artık değerin yarısı oranında katılma alacak hakkı vardır. Artık değere katılma alacağı; eklenecek değerlerden (TMK m. 229) ve denkleştirmeden (TMK m. 230) elde edilen miktarlar da dahil olmak üzere, eşin edinilmiş mallarının (TMK m. 219) toplam değerinden, bu mallara ilişkin borçlar çıktıktan sonra kalan artık değerin (TMK m. 231) yarısı üzerindeki diğer eşin alacak hakkıdır (TMK m. 236/1). Katılma alacağı Yasa’dan kaynaklanan bir hak olup, bu hakkı talep eden eşin gelirinin olmasına veya söz konusu mal varlığının edinilmesine, iyileştirilmesine ya da korunmasına katkıda bulunulmasına gerek yoktur. Artık değere katılma alacak miktarı hesaplanırken, mal rejiminin sona erdiği sırada mevcut olan malların, bu tarihteki durumlarına göre, ancak tasfiye tarihindeki sürüm (rayiç) değerleri esas alınır (TMK m. 227/1, 228/1, 232 ve 235/1). Yargıtay uygulamalarına göre, tasfiye tarihi karar tarihidir. Belirli bir malın eşlerden birine ait olduğunu iddia eden kimse, iddiasını ispat etmekle yükümlüdür. Eşlerden hangisine ait olduğu ispat edilemeyen mallar onların paylı mülkiyetinde sayılır. Bir eşin bütün malları, aksi ispat edilinceye kadar edinilmiş mal olarak kabul edilir (TMK m. 222). Yukarıdaki değer tespiti, belirleme ve hesaplamaların yapılabilmesi gerek görülürse konusunun uzmanı bilirkişi veya bilirkişilerden de yardım alınmalıdır. Somut olaya gelince; eşler, 04.08.2003 tarihinde evlenmiş, 11.04.2011 tarihinde açılan boşanma davasının kabulüne ilişkin hükmün, 23.03.2012 tarihinde kesinleşmesiyle boşanmışlardır. Mal rejimi boşanma davasının açıldığı tarih itibarıyla sona ermiştir (TMK m. 225/son). Sözleşmeyle başka mal rejiminin seçildiği ileri sürülmediğinden evlilik tarihinden mal rejiminin sona erdiği tarihe kadar ise, edinilmiş mallara katılma rejimi geçerlidir (4722 sayılı yasanın m. 10, TMK m. 202/1). Tasfiyeye konu S.S. Gülara Konut Yapı Kooperatifine davalı eş tarafından 10.11.1998 tarihinde üye olunmuş, ödemeler 1998-2004 yıllları arasında yapılmıştır. Dava konusu 559 ada 1 parsel 3 nolu bağımsız bölüm, 03.11.2004 tarihinde davalı eş adına tescil edilmiştir. Mal rejiminin tasfiyesinde eşlerin bağlı bulunduğu rejime ilişkin hükümler uygulanır (TMK m. 179). Yukarda açıklanan yasal düzenleme ve ilkeler uyarınca yapılan incelemede; Tüm dosya kapsamı birlikte değerlendirildiğinde, davacının 559 ada 1 parsel 3 nolu bağımsız bölüm nedeniyle alacak talebinde bulunduğu, davalının taşınmazın kooperatif yoluyla edinildiği ve ödemelerin babası tarafından yapıldığını savunduğu, mahkemece kooperatiften gelen yazı ve tanık beyanlarına göre ödemelerin davalının babası tarafından yapıldığı kabul edilerek taşınmazın kişisel mal olduğu gerekçesi ile talebin reddine karar verildiği, ancak dosya kapsamında ödemelerin davalının babası tarafından yapıldığına yönelik tanık beyanı dışında somut delil olmadığı anlaşılmaktadır. Dosya kapsamındaki bilgi ve belgelere göre, taşınmazın kooperatife üye olunarak edinildiği, ödemelerin evlilik öncesi ve evlilik birliği için devam ettiği, ödemelerin davalının babası tarafından yapıldığına dair somut delil bulunmadığına göre, evlilik birliği içinde yapılan ödemeler nedeniyle davacının katılma alacağının olduğunun kabulü gerekir (TMK m. 222). O halde mahkemece yapılacak iş, taşınmaz için evlilik birliği içinde yapılan ödemelerin tüm ödemelere oranı bulunup, yukarda açıklanan yasal düzenlemeler ve Dairemiz’in ilke ve uygulamalarına göre, artık değere katılma alacağının hesaplanarak karar verilmesi gerekirken, yazılı şekilde karar verilmesi hatalı olmuştur. SONUÇ: Temyiz edilen hükmün yukarda 2. bentte gösterilen sebeplerle 6100 sayılı HMK’nun Geçici 3. maddesi yollamasıyla 1086 sayılı HUMK’nun 428. maddesi uyarınca BOZULMASINA; davacı vekilinin diğer temyiz itirazlarının yukarda 1. bentte gösterilen sebeplerle reddine, taraflarca HUMK’nun 440/I maddesi gereğince Yargıtay Daire ilamının tebliğinden itibaren ilama karşı 15 gün içinde karar düzeltme isteğinde bulunulabileceğine ve peşin harcın istek halinde temyiz edene iadesine, 13.03.2018 tarihinde oybirliğiyle karar verildi
Daily Archives: 09/04/2021
11. Hukuk Dairesi 2019/5145 E. , 2020/4970 K. “İçtihat Metni” MAHKEMESİ : BÖLGE ADLİYE MAHKEMESİ 3. HUKUK DAİRESİ Taraflar arasında görülen davada Rize 3. Asliye Hukuk Mahkemesince verilen 31.01.2019 tarih ve 2016/168 E- 2019/27 K. sayılı kararın davalı vekili tarafından istinaf edilmesi üzerine, istinaf isteminin esastan reddine dair Samsun Bölge Adliye Mahkemesi 3. Hukuk Dairesi’nce verilen 04.11.2019 tarih ve 2019/839 E- 2019/1507 K. sayılı kararın Yargıtay’ca incelenmesinin duruşmalı olarak davalı vekili tarafından istenmiş ve temyiz dilekçesinin süresi içinde verildiği anlaşılmış olmakla, duruşma için belirlenen 10.11.2020 günü başkaca gelen olmadığı yoklama ile anlaşılıp hazır bulunan davalı vekili Av. … dinlenildikten sonra duruşmalı işlerin yoğunluğu ve süre darlığından ötürü işin incelenerek karara bağlanması ileriye bırakıldı. Tetkik Hakimi … tarafından düzenlenen rapor dinlenildikten ve yine dosya içerisindeki dilekçe, layihalar, duruşma tutanakları ve tüm belgeler okunup incelendikten sonra işin gereği görüşülüp, düşünüldü: Davacı vekili, “İNCİ” ibareli tanınmış markaların müvekkili adına tescilli olduğunu, davalının “ENVER KAPTAN İNCİ” markasını 35. sınıfta tescil ettirdiği halde ayakkabı, çanta, kemer gibi malların üzerinde ve etiketlerinde de kullandığını, oysa 25. sınıf tescilinin bulunmadığını, “İNCİ” ibaresini öne çıkarıp müvekkilinin markasını taklit ettiğini, ayakkabı kutularında ise “ENVER KAPTAN” ibaresine hiç yer vermediğini, tescilli halden farklı bu kullanımın iltibasa sebebiyet verdiğini ileri sürerek marka hakkına tecavüzün tespiti ile men’ini, 556 sayılı KHK’nın 66/c maddesi uyarınca şimdilik 5.000.- TL maddi tazminat ile 50.000.- TL manevi tazminatın tecavüzün başladığı tarihten itibaren işleyecek reeskont faizi ile birlikte tahsilini talep ve dava etmiştir. Davacı vekili, 07.11.2018 tarihli dilekçesinde HMK’nın 107. maddesi uyarınca maddi tazminat yönünden talebini 165.271,87 TL’ye çıkarmıştır. Davalı vekili, davacıdan çok daha önce markayı kullanan müvekkilinin 23.01.1964 tarihinde Ayakkabıcılar Odasına işyeri unvanını “İNCİ KUNDURA” olarak, 15.02.1980 tarihinde Ticaret Siciline “İNCİ KUNDURA- ENVER KAPTAN” olarak kaydettirdiğini, böylece marka üzerinde gerçek hak sahipliğinin müvekkiline ait olduğunu, davacının bu hususları 15-20 yıldır bildiğini, 8-10 yıl önce ihtarname keşide ettiğini, bu süre zarfında bir hukuki girişimde bulunmadığını, sessiz kalma yoluyla hak kaybının oluştuğunu, davalının 2008/18917 sayı ile 35. sınıf için marka tescilini sağladığını, tarafların kullanımlarının birbirlerine benzemediğini savunarak davanın reddini istemiştir. İlk Derece Mahkemesince, iddia, savunma, bilirkişi raporları ve tüm dosya kapsamına göre, davalının “ENVER KAPTAN İNCİ” markasında “İNCİ” kelimesini baskın hale getirdiği, ilk bakışta tüketicilerin bu kelimeyi algılamasını sağlayacak şekilde ön planda tutarak oluşturduğu fiili kullanımlarının, tanınmış bir marka olan “İNCİ” markası ile iltibas oluşturduğu, davalının markasını yalnızca 35. sınıfta tescil ettirdiğinden bu markayı üretimini yaptığı ayakkabılar üzerinde kullanamayacağı, davalının fiili kullanımlarının davacının tescili markasından doğan haklarına tecavüz oluşturduğu gerekçesiyle davanın kısmen kabulüne, davacı adına tescilli “İNCİ” markasının, ayakkabı, çanta ve deri ürünleri etiketlerinde, ayakkabı kutularında kullanmak suretiyle davalı tarafın, davacının marka haklarına karşı gerçekleştirdiği ihlalin tespiti ile men’ine, 10.000 TL manevi, 165.271,87 TL maddi tazminatın dava tarihinden itibaren işleyecek yasal faiziyle birlikte davalıdan tahsiline karar verilmiştir. Davalı vekili tarafından istinaf yoluna başvurulmuştur. Bölge Adliye Mahkemesince, davalı vekilinin istinaf başvurusunun esastan reddine karar verilmiştir. Kararı, davalı vekili temyiz etmiştir. Dava marka hakkına tecavüzün tespiti, men ve ref’i ile maddi ve manevi tazminat istemlerine ilişkindir. Davacı vekili, müvekkilinin 1990’lı yıllardan bu yana “İnci” ibareli çok sayıda markaların sahibi olduğunu, markaları büyük bir emek ve çabayla ayakkabı, çanta ve kemer gibi deri emtiasında ve ayakkabı satış hizmetlerinde tanınmış hale getirdiğini, davalının ise “İnci” ibaresini ön plana çıkartarak markayı aynen taklit ederek ayakkabı emtiasında kullandığını ileri sürmüş, davalı vekili ise, müvekkilinin “İnci” ibaresini uzun yıllardan bu yana marka olarak kullandığını, işyerini 1964 yılında Ayakkabıcılar Odasına “İnci Kundura” olarak tescil ettirdiğini, 1980 yılında ise ticaret odasına “İnci Kundura – Enver Kaptan” olarak tescil ettirdiğini, müvekkilinin kullanımının davacının marka tescil tarihinden çok daha önce olduğunu ve gerçek hak sahipliğinin müvekkiline ait bulunduğunu, 2008/18917 sayılı başvuru ile de “İnci Kundura – Enver Kaptan” markasını 35. sınıfta tescil ettirdiğini savunmuştur. İlk Derece Mahkemesi tarafından, davalının “İnci Kundura – Enver Kaptan” unsurlu markasındaki “İnci” ibaresini baskın hale getirerek ön planda kullandığını ve davalının fiili kullanımı nedeniyle markalar arasında karıştırılma ihtimalinin bulunduğunu, ayrıca 35. sınıfta tescil ettirdiği markaları ayakkabı emtiası üzerinde kullanamayacağı gerekçesiyle davanın men ve ref talepleri ile maddi tazminat istemi yönünden kabulüne, manevi tazminat istemi yönünden kısmen kabulüne karar verilmiştir. Bölge Adliye Mahkemesi ise davalının istinaf isteminin esastan reddine karar vermiştir. Bir marka üzerinde gerçek hak sahibi olan kişilerin hakları belirli ölçülerde mülga 556 sayılı Marka KHK’nın 8/3. maddesi ile korunmuştur. Bir markayı tescil ettirmeksizin ayırt edicilik kazandıracak ölçüde etkin, sürekli ve fiilen kullanan kişiler, bu kullanımı ileri sürerek, başkalarının sonradan aynı veya benzer ibareyi, kullanımın ait olduğu mal ve hizmetler yönünden marka olarak tescil ettirmelerine marka başvurusuna itiraz edebilecekleri gibi, marka tescil ettirilmiş olsa bile hak düşürücü süre içerisinde markanın hükümsüzlüğünü de talep edebilirler. Gerçek hak sahipleri yasal süreler içerisinde sonraki tarihli marka başvurusuna itiraz etmemiş veya hükümsüzlük davası açmamış olsalar bile, markayı tescil ettiren kişiler, gerçek hak sahiplerinin önceye dayalı kullanımına karşı çıkamazlar. Dairemizin 2005/7175 E. – 2006/10558 sayılı “ALO BÖCEK” kararında da zikredildiği üzere, bir markanın tescilinden önceki dönemde bu markanın aynısı veya benzerinin bir başkasınca tescilli marka aynı sınıf mal veya hizmetlerde sürekli bir şekilde kullanımı halinde, sırf sonradan tescil olunan markaya dayanarak, önceden beri var olan kullanımların önlenmesi “kazanılmış haklar” ilkesine ve TMK’nın 2. maddesi uyarınca dürüstlük kuralına aykırılık teşkil eder. Keza Türkiye’nin de tarafı olduğu TRIPs (Trade Related Intellectual Property Rights – Ticaretle Bağlantılı Fikri Mülkiyet Hakları) Sözleşmesinin 16. maddesinde, marka sahiplerinin tescilli haklarına dayanarak üçüncü kişilerin markaya konu işareti veya benzerini tescil kapsamındaki mal ve hizmetler yönünden kullanmalarını önleme yönünde üstün hakka sahip oldukları belirtilmiş, ancak tescile dayalı bu üstün hakların, başkalarının daha önceye dayalı haklarını etkilemeyeceğine vurgu yapılmıştır. Somut olayda, davalı tarafın 1964 tarihli Ayakkabıcılar Odasına kayıtlı “inci kundura” ibareli ticari işletme adına ve 1980 tarihli “İnci Kundura Mağazası Enver Kaptan” ibareli ticaret sicili kaydına dayandığı, “inci kundura” ibaresini, marka tescili olmaksızın 35. sınıftaki hem perakendecilik ve mağazacılık hizmetlerinde hem de imal ederek satışa sundukları ayakkabı emtiasında kullandığını ileri sürmüştür. Rize 3.Asliye Hukuk Mahkemesi’nin 2016/6 D.İş sayılı dosyasında davacı tarafın talebi üzerine yapılan delil tespit dosyasına sunulan raporda ve ekindeki fotoğraflardan, davalının gerek mağaza girişinde kullandığı “Enver Kaptan – inci” ibaresinin, gerekse ayakkabı emtiaları üzerinde kullandığı “Enver Kaptan İnci” ibaresinin davacının tescilli markalarındaki “inci” ibaresi ile aynı olmadığı gibi, davalının 1964 yılından bu yana sürüp gelen kullanımları da dikkate alındığında, karıştırılma ihtimaline yol açacak şekilde bir yanaşmanın da bulunmadığı, hatta mağazacılık hizmetleri yönünden işyeri girişinde kullandığı “Enver kaptan inci” ibaresinin, davalı adına 35. sınıftaki mağazacılık hizmetlerinde de tescilli olan 2008/18917 sayılı markayla birebir uygun olduğu, bu durumda davacının davalının gerek mağazacılık hizmetlerindeki kullanım, gerekse ayakkabı emtiası üzerindeki kullanımın yukarıdaki esaslar doğrultusunda “önceye dayalı kullanım” istisnası kapsamında kalıp kalmadığı hususu değerlendirilmeksizin, tüm kullanımlar yönünden tecavüzün tespiti, men ve ref ile maddi istemleri yönünden davanın kabulüne karar verilmesi doğru olmamış ve bu nedenle hükmün davalı taraf yararına bozulması gerekmiştir. 2- Bozma sebep ve şekline göre, davalı vekilinin sair temyiz itirazlarının incelenmesine şimdilik yer olmadığına, SONUÇ: Yukarıda (1) numaralı bentte açıklanan nedenlerle davalı vekilinin temyiz isteminin kabulü ile İlk Derece Mahkemesince verilen karara yönelik istinaf başvurusunun esastan reddine ilişkin Bölge Adliye Mahkemesi kararının BOZULARAK KALDIRILMASINA, (2) numaralı bentte açıklanan nedenlerle, davalı vekilinin sair temyiz itirazlarının şimdilik incelenmesine yer olmadığına, HMK’nın 373/1. maddesi uyarınca dava dosyasının İlk Derece Mahkemesine, kararın bir örneğinin Bölge Adliye Mahkemesine gönderilmesine, takdir olunan 2.540,00 TL duruşma vekalet ücretinin davacıdan alınıp davalıya verilmesine, ödediği peşin temyiz harcının isteği halinde temyiz eden davalıya iadesine, 11.11.2020 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.
T.C YARGITAY 8.HUKUK DAİRESİ ESAS NO.2018/7658 KARAR NO.2020/8385 KARAR TARİHİ.17.12.2020 MAHKEMESİ :Asliye Hukuk Mahkemesi DAVA TÜRÜ : Ecrimisil > Taraflar arasında görülen ve yukarıda açıklanan davada yapılan yargılama sonunda Mahkemece, davanın açılmamış sayılmasına karar verilmiş olup, hükmün davacılar vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine, Dairece dosya incelendi, gereği düşünüldü. KARAR Davacılar vekili dava dilekçesinde, dava konusu 1041 ada 9 parsel sayılı taşınmaz üzerindeki kat mülkiyetine tabi binanın 2. kat 7 no’lu bağımsız bölümünde tarafların evvelce paydaş olup halihazır durumda ise açılan ortaklığın giderilmesi davası neticesinde paydaşlığın sona erdiğini, tarafların evvelce paydaş oldukları dönemde davalıların taşınmazı kullanmış olduklarını ve bu süreçte müvekkillerinin anılan taşınmazı kullanmalarına engel olduklarını açıklayarak dava tarihinden itibaren geriye doğru 5 yıllık süre için fazlaya ilişkin haklar saklı olmak üzere 18.750,00 TL ecrimisilin avans faiziyle birlikte davalılardan tahsilini talep etmiştir. Davalılar vekili davaya cevap dilekçesinde, dava konusu taşınmazların davacıların bilgisi ve onayı ile müvekkillerinden … tarafından kullanıldığını, ecrimisil talebi için gerekli intifadan men koşulunun gerçekleşmediğini, vekil edenlerinden … tarafından taşınmaza zorunlu gider ve harcamalar yapıldığını, hesaplamalarda bu gider ve harcamaların da gözetilmesi gerektiğini belirterek davanın reddini savunmuştur. Mahkemece, davacı vekili tarafından davalılar aleyhine açılan davanın, işlemden kaldırıldığı (başvuruya bırakıldığı) tarihten itibaren üç aylık yasal süre içinde yenilenmediği gerekçesiyle davanın HMK’nin 150/5 maddesi uyarınca 02/02/2017 tarihi itibariyle açılmamış sayılmasına karar verilmesi üzerine; hüküm, davacılar vekili tarafından temyiz edilmiştir. 7201 Sayılı Tebligat Kanunu’nun 11, Avukatlık Kanunu’nun 41 ve HMK’nin 73. 81. 82. ve 83. maddeleri gereğince vekil ile takip edilen işlerde, tüm tebligatlar vekile yapılır. Yasa’da belirtilen süreler de vekile yapılan tebligat ile başlar. Somut olayda, davacıların sunulan vekaletnameye göre Av. … ile yanında sigortalı olarak çalışan Av. …’ü yetkili vekil olarak tayin ettikleri anlaşılmaktadır. Yargıtay 1. Hukuk Dairesinin 2015/986 Esas, 2016/2386 Karar ve 01.03.2016 tarihli bozma ilamı sonrasında bozma ilamını içeren tebligat davacıların vekillerinden Av. …’a tebliğe çıkarılmış, anılan vekilin “davacı müvekkillerle ilişiğimiz kesilmiştir” şeklinde beyanını ve imzasını içeren tebliğ mazbatasının vekilin beyanı nedeniyle mahkemesine bila tebliğ iade olunduğu görülmektedir. Davacıların vekili olan ve vekillikten çekildiği veya azledildiği hususunda bilgi veya belge olmadığı halde önce bozma ilamının ve daha sonra da belirlenen duruşma gününün davacıların vekaletnamesinde yetkilendirilmiş olan diğer vekilleri Av. …’e 7201 sayılı Tebligat Kanunu’nun 11, Avukatlık Kanunu’nun 41 ve HMK’nin 73. 81. 82. ve 83. maddeleri gereğince tebliğe çıkarılması ve sonucuna göre duruşmaya devam edilip edilmeyeceğinin belirlenmesi gerekirken, davacılara bizzat yapılan tebliğler dikkate alınmak suretiyle yazılı olduğu üzere karar verilmiş olması doğru olmamıştır. SONUÇ: Davacılar vekilinin temyiz itirazlarının yukarıda açıklanan nedenlerle kabulü ile hükmün 6100 sayılı HMK’nin Geçici 3. maddesi ve 1086 sayılı HUMK’un 428. maddesi gereğince BOZULMASINA, HUMK’un 440/III-1, 2, 3 ve 4. bentleri gereğince ilama karşı karar düzeltme yolu kapalı bulunduğuna ve peşin harcın istek halinde temyiz edene iadesine, 17.12.2020 tarihinde oy birliğiyle karar verildi.
YARGITAY 19. Ceza Dairesi Esas No : 2020/1889 Karar No : 2021/3307 Yerel Mahkemece verilen hüküm temyiz edilmekle; başvurunun süresi, kararın niteliği ve suç tarihine göre dosya incelendi, gereği görüşülüp düşünüldü: Temyiz isteğinin reddi nedenleri bulunmadığından işin esasına geçildi. Vicdani kanının oluştuğu duruşma sürecini yansıtan tutanaklar, belgeler ve gerekçe içeriğine göre yapılan incelemede; 11/03/2014 günü yol emniyet ve devriyesi sırasında, sanığın kullandığı açık kasa kamyonetin kontrolü esnasında aracın ek deposu olduğu ve dolu olduğunun tespit edildiği, sanığa depoda bulunan akaryakıtın faturası sorulduğunda kaçak mazot olduğunu, Kumlucadan ismini bilmediği bir kişiden aldığını söylediği, araç deposunda 900 litre marker seviyesi geçersiz mazot ele geçirildiği, sanığın tüm aşamalarda alınan ifadesinde; kamyonunun deposunda ele geçen 900 litre mazot bulundurduğunu kabul ettiği gözetildiğinde sanığın ikrarı ile ticari miktarda kaçak mazot bulundurduğu sabit olduğunun anlaşılması karşısında ; hazır bulunmayan sanık hakkında duruşma yapılamayacağı temel kuralının istisnası olan CMK’nin 193/2 maddesindeki düzenlemenin, yüklenen eylemin suç oluşturmayacağının açıkça anlaşılması durumunda uygulanabileceği gözetilmeden, dosya kapsamındaki delillere ve somut olayın özelliklerine göre koşulları oluşmadığı halde, sanığın sorgusu yapılmadan yazılı şekilde hüküm kurulması, Kanuna aykırı ve katılan vekili ile O Yer Cumhuriyet Savcısının temyiz nedenleri bu itibarla yerinde görüldüğünden tebliğnameye uygun olarak, HÜKMÜN 5320 sayılı Kanun’un 8/1. maddesi gereğince uygulanması gereken 1412 sayılı CMUK’nın 321. maddesi uyarınca BOZULMASINA, yargılamanın sonuçlandırılmak üzere dosyanın mahkemesine gönderilmesine, 18/03/2021 tarihinde oy birliğiyle karar verildi.
T.C YARGITAY 19. CEZA DAİRESİ ESAS NO.2021/633 KARAR NO.2021/2773 KARAR TARİHİ. 10.03.2021 Hurriyet, Manavgatsonhaber, Cnnturk, Takvim, Haberturk, Pgnhaber, Akgundem, Theworldnews isimli internet sitelerinde yer alan muhtelif URL adreslerinde yayınlanan haberin içeriğine göre ilgililer … ve … vekili Avukat … tarafından yapılan erişimin engellenmesi talebinin reddine dair Manavgat 1. Sulh Ceza Hâkimliğinin 02/07/2020 tarihli ve 2020/1464 değişik iş sayılı kararına karşı yapılan itirazın reddine ilişkin mercii Manavgat 2. Sulh Ceza Hâkimliğinin 10/07/2020 tarihli ve 2020/1599 değişik iş sayılı kararı aleyhine, Adalet Bakanlığı’nın 20.11.2020 gün ve 13762 sayılı kanun yararına bozma istemini içeren yazısı ekindeki dava dosyası, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının 04.01.2021 gün ve KYB. 2020/107397 sayılı ihbarnamesi ile dairemize gönderilmekle okundu. Anılan ihbarnamede; Somut olayda, “Genç kadın kabusu yaşadı! Tecavüz edip, dövdüler”, ”Kamerunlu M-masöze 3 kişi tecavüz ederken bir kişi videoya çekti”, ”Antalya’da masöz skandalı! Tecavüz ettikten sonra dövüp sokağa attılar”, ”Kamerunlu masöze cinsel saldırı iddiasına 4 gözaltı” şeklindeki haberler üzerine, ilgilileri … ve … vekili Avukat …’ın erişimin engellenmesi talebinin, ” yayının içeriklerinin incelenmesinde haber verme amacı taşıdığı, iddia olarak gündeme getirildiği, kişilerin açık kimlik bilgilerinin haber içeriklerinde yer almadığı, eylemin 15/07/2019 tarihli olduğunun iddia edildiği dolayısıyla içerik itibariyle kişilik haklarını ihlal eden isnat, ibare, hakaret vs. yer almadığı, haberin kaldığı ve geçen süre gözetilerek güncelliğini koruduğu bu aşamada delil yetersizliği gerekçesine dayalı beraat ile sonuçlanan dosyaya dair yapılan haber içeriklerinin basın ve haber verme özgürlüğü kapsamında değerlendirilmesi gerektiği” şeklindeki gerekçe ile reddine karar verilmiş ise de; anılan haber içeriğindeki olaya ilişkin olarak yapılan yargılama neticesinde … ve …’nin beraatine dair Manavgat 2. Ağır Ceza Mahkemesinin 27/02/2020 tarihli ve 2019/402 esas, 2020/66 sayılı kararının istinaf edilmeden kesinleşmiş bulunduğunun anlaşıldığı, Benzer bir olayla ilgili olarak Yargıtay 19. Ceza Dairesinin 05/06/2017 tarihli ve 2016/15510 esas, 2017/5325 karar sayılı ilâmında yer alan, “Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 17/6/2015 tarihli ve E.2014/4-56, K.2015/1679 sayılı kararının ilgili kısmı şöyledir: “…Unutulma hakkına gelince; unutulma hakkı ve bununla ilişkili olan gerektiği ölçüde ve en kısa süreliğine kişisel verilerin depolanması veya tutulması konuları, aslında kişisel verilerin korunması hakkının çatısını oluşturmaktadır. Her iki hakkın temelinde bireyin kişisel verileri üzerinde serbestçe tasarruf edebilmesini, geçmişin engeline takılmaksızın geleceğe yönelik plan yapabilmesini, kişisel verilerin kişi aleyhine kullanılmasının engellenmesini sağlamak yatmaktadır. Unutulma hakkı ile geçmişinde kendi iradesi ile veya üçüncü kişinin neden olduğu bir olay nedeni ile kişinin geleceğinin olumsuz bir şekilde etkilenmesinin engellenmesi sağlanmaktadır. Bireyin geçmişinde yaşadığı olumsuz etkilerden kurtularak geleceğini şekillendirebilmesi bireyin yararına olduğu gibi toplumun kalitesinin gelişmişlik seviyesinin yükselmesine etkisi de tartışılmazdır. Unutulma hakkı; üstün bir kamu yararı olmadığı sürece, dijital hafızada yer alan geçmişte yaşanılan olumsuz olayların bir süre sonra unutulmasını, başkalarının bilmesini istemediği kişisel verilerin silinmesini ve yayılmasının önlemesini isteme hakkı olarak ifade edilebilir…” Yukarıda yapılan açıklamalar ve genel ilkeler bağlamında somut olay değerlendirildiğinde; başvuruya konu haberlerin ilk kez yayınlandıkları tarihte, her hangi bir eleştiri veya yorum yapılmaksızın internet üzerinde yorumsuz biçimde yayınlanmalarının, olay tarihinde kişilik haklarına karşı bir saldırı veya ihlal içermediği, bu hâliyle ifade ve basın özgürlüğü kapsamında değerlendirilebileceği, başvuranların beraat etmeleri sonucu, aradan geçen dokuz yıl sonra, haberin “güncellik” değerini yitirdiği, dolayısıyla haberin o tarihte “gerçeklik ve doğruluk” kriterlerini karşılamasının artık bir önemi kalmadığı, habere konu olan yargılama sürecinin tüm aşamalarıyla sona ermesiyle birlikte, habere konu olan kişiler için haksızlık içeren durumun, toplum tarafından öğrenilmesinin, geçmişte gerçeklik ve doğruluk payı varmış gibi ifşa edilmesi anlamına gelebileceği, dolayısıyla adı geçen habere istenildiği zaman ulaşılmasının, toplum açısından yanlış algılamaya yol açabileceği, başvuranların beraatle sonuçlanan bir yargı sürecinde gözaltına alınması ve tutuklanması süreçlerine dair haberin basının arşivinde bulunmasının, haberin kamu yararı için gelecekte hatırlanması veya istatistiki açıdan değerlendirilmeye alınması gibi işlevi de taşımadığı, dolayısıyla haberin yayında kalmasının, toplumun ilerlemesi, gelişmesi için bir katkı sağlamayacağı gibi, kamu yararına toplum hafızasında yer etmesi gibi bir etkisi de olmadığı, haberin içeriğini oluşturan kişilerin; toplumu temsil ve topluma hizmet etme gayesiyle seçilmiş veya atanmış siyasilerden olmadığı gibi, topluma kendini anlatma ve toplumu aydınlatma gayesiyle eser veren sanatçılardan veya aydınlardan da olmaması nedeniyle, suç geçmişlerine dair bilgilerin kamuyu ilgilendirmediği, ayrıca bu bilgilerin sadece devletin belirli organlarınca kayıt altında tutulabileceğinin, başvuranların isimlerinin ad ve soyadı şeklinde açıkça yazılması suretiyle “örgüt, fuhuş ve insan ticareti” gibi kelimelerin yanında anılmaya devam etmesinin, şeref ve haysiyetlerine karşı bir eylem olduğu gibi, bu nedenle gözaltına alındıkları bilgisinin arşivlenmesinin kişisel verilerin izinsiz olarak işlenmesi ve yayınlanması anlamına geleceği, yukarıda yer alan değerlendirmeler karşısında, başvuranların istememesine rağmen, geçmişlerinde yer eden olumsuz tecrübelere dair haberlere, toplum tarafından istenen her anda kolaylıkla ulaşılmasının başvuranların kişilik haklarını zedelediği, sonuç ve kanaatine varıldığından …” şeklindeki açıklamalar da nazara alındığında, ilgili haber içeriğinde yer alan haberin basın özgürlüğü kapsamında değerlendirilemeyeceği, başvurucunun unutulma hakkının bulunduğu, anılan haberle ilgili yapılan yargılama neticesinde de beraat kararı verildiği, haberin güncellik değerini kaybettiği, bu nedenle haber içeriğinin kişilik haklarını zedelediği anlaşılmakla, itirazın kabulü yerine yazılı şekilde reddine karar verilmesinde isabet görülmediği, gerekçesiyle 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanununun 309. maddesi uyarınca anılan kararın kanun yararına bozulması isteminde bulunulmakla, Gereği görüşülüp düşünüldü: Suç tarihinde yürürlükte bulunan 5651 sayılı “İnternet Ortamında Yapılan Yayınların Düzenlenmesi ve Bu Yayınlar Yoluyla İşlenen Suçlarla Mücadele Edilmesi Hakkında Kanun”un “içeriğin yayından çıkarılması ve erişimin engellenmesi” başlıklı 9. maddesinin uygulanma şartları; – İnternet ortamında yapılan bir yayın olması, – Yapılan yayın içeriği nedeniyle, gerçek ve tüzel kişiler ile kurum ve kuruluşların “kişilik haklarının” ihlal edilmesidir. Dairemizin 02.11.2020 tarihli, 2019/29863 E. 2020/13554 K. sayılı kararında da belirtildiği üzere “5651 sayılı Kanun’un 9. maddesinde; kişilik hakkı ihlal edilenlerin “erişimin engellenmesi” taleplerini içerik veya yer sağlayıcısından yada bu hususta karar almaya görevli ve yetkili Sulh Ceza Hakimliğinden doğrudan isteyebileceği, bu hususta verilecek kararların mahkemece erişim sağlayıcıları birliğine gönderilerek derhal yerine getirilmesi, erişimin engellenmesine konu içeriğin yayından kaldırılması halinde hakim kararlarının da kendiliğinden ortadan kalkacağı ve kararların yerine getirilmemesi halinde uygulanacak ceza yaptırımları düzenlenmektedir. İnternet içeriğine erişimin engellenmesi tedbiri, başvuranın kişilik haklarını ihlal ettiği mahkeme kararıyla tespit edilen bir internet yayınına toplumun erişiminin derhal engellenmesi amacıyla düzenlenmiş bir tedbirdir. Erişimin engellenmesi tedbirinin uygulanması için yayının içeriğinde kişilik hakkına yönelen bir suç unsuru bulunması şartı aranmadığı gibi yayın içeriğinde bir suç işlenmişse dahi yürütülecek ceza muhakemesinin sonucu beklenmeksizin erişimin engellenmesi tedbirine bir koruma tedbiri olarak hükmedilebilecektir. Erişimin engellenmesine konu edilen ve başvuranın kişilik hakkını ihlal ettiği tespit edilen internet yayınının “bir an önce” internet ortamından kaldırılması, gerek kişilik haklarının gerekse kamu düzeninin korunması açısından elzemdir. Ancak verilecek kararlarda ifade ve basın özgürlüğünün zedelenmemesi de gözetilmesi gereken bir diğer husustur. Dairemizin, başta 2016/15510 E. 2017/5325 K. sayılı kararında ve pek çok emsal kararında da gerekçeleri belirtildiği üzere; Unutulma hakkı, Anayasa’mızda veya Kanunlarda açıkça düzenlenmiş bir hak değildir. Bununla birlikte Anayasa’nın “Devletin temel amaç ve ödevleri” başlığı altında düzenlenen 5. maddesinde “insanın maddi ve manevi varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlamaya çalışmak” ifadesi ile devlete pozitif bir yükümlülük yüklenmiştir. Bu yükümlülük bağlamında Anayasa’nın 17. maddesinde düzenlenen kişinin manevi bütünlüğü kapsamında değerlendirilen şeref ve itibarının korunması hakkı ve Anayasa’nın 20. maddesinin üçüncü fıkrasında güvence altına alınan kişisel verilerin korunmasını isteme hakkı ile birlikte düşünüldüğünde, devletin; bireye -geçmişte yaşadıklarının başkaları tarafından öğrenilmesinin engellenerek “yeni bir sayfa açma” olanağı vermesi- yönünde bir sorumluluğu olduğu açıktır. Özellikle kişisel verilerin korunması hakkı kapsamında kişisel verilerin silinmesini talep edebilme hakkı, kişilerin geçmişlerinde yaşadıkları olumsuzlukların unutulmasına imkân tanımayı kapsamaktadır. Dolayısıyla Anayasa’da açıkça düzenlenmeyen unutulma hakkı, İnternet vasıtasıyla ulaşılması kolay olan ve dijital hafızada bulunan haberlere erişiminin engellenmesi için Anayasa’nın 5., 17. ve 20. maddelerinin doğal bir sonucu olarak karşımıza çıkmaktadır. Diğer taraftan unutulma hakkının kabul edilmemesi, İnternet vasıtasıyla kolayca ulaşılabilir ve uzun süre muhafaza edilebilir kişisel veriler nedeniyle başkaları tarafından kişiler hakkında ön yargı oluşturabilmesine yol açması nedeniyle, kişinin manevi varlığının geliştirilmesi için gerekli olan onurlu bir yaşam sürdürmesine ve manevi bağımsızlığına müdahaleyi sürekli kılabilecektir. Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 17/6/2015 tarihli ve E.2014/4-56, K.2015/1679 sayılı kararında; “…Unutulma hakkı ve bununla ilişkili olan gerektiği ölçüde ve en kısa süreliğine kişisel verilerin depolanması veya tutulması konuları, aslında kişisel verilerin korunması hakkının çatısını oluşturmaktadır. Her iki hakkın temelinde bireyin kişisel verileri üzerinde serbestçe tasarruf edebilmesini, geçmişin engeline takılmaksızın geleceğe yönelik plan yapabilmesini, kişisel verilerin kişi aleyhine kullanılmasının engellenmesini sağlamak yatmaktadır. Unutulma hakkı ile geçmişinde kendi iradesi ile veya üçüncü kişinin neden olduğu bir olay nedeni ile kişinin geleceğinin olumsuz bir şekilde etkilenmesinin engellenmesi sağlanmaktadır. Bireyin geçmişinde yaşadığı olumsuz etkilerden kurtularak geleceğini şekillendirebilmesi bireyin yararına olduğu gibi toplumun kalitesinin gelişmişlik seviyesinin yükselmesine etkisi de tartışılmazdır. Unutulma hakkı; üstün bir kamu yararı olmadığı sürece, dijital hafızada yer alan geçmişte yaşanılan olumsuz olayların bir süre sonra unutulmasını, başkalarının bilmesini istemediği kişisel verilerin silinmesini ve yayılmasının önlemesini isteme hakkı olarak ifade edilebilir…” şeklinde unutulma hakkının kapsamı ve önemi belirtilmiştir. Anayasa Mahkemesinin ifade ve basın özgürlüğü ile şeref ve itibarın korunması hakkı arasındaki dengelenmesine dair emsal kararlarında; “…Anayasa’nın 17. maddesinin birinci fıkrası temelinde değerlendirme yaptığı gözetilerek unutulma hakkına ilişkin iddiaların İnternet ortamındaki haberlerin kişisel veriler ile arasındaki ilişki dikkate alınarak Anayasa’nın 17. maddesinin birinci fıkrası kapsamında inceleme yapılması gerekmektedir. Anayasa’nın 17. maddesi esas olarak kamu görevlilerinin keyfî müdahalelerine karşı bireyi korumayı amaçlasa da söz konusu madde sadece devletin bu tür müdahalelerde bulunmasından kaçınmasını sağlamayı amaçlamamaktadır. Anayasa’nın 17. maddesinin birinci fıkrasında mündemiç negatif yükümlülüğe, Anayasa’nın 5. maddesi dikkate alınarak bireyin maddi ve manevi varlığına etkin bir saygının sağlanması için gerekli pozitif yükümlülükler eklenebilir. Bu yükümlülükler, kişilerin birbirleri ile olan ilişkilerini de kapsayacak şekilde kişisel itibarının korunmasını isteme hakkına saygının güvence altına alınması amacıyla birtakım tedbirler alınmasını gerektirebilir (Ahmet Çinko ve Erkan Çelik [GK], B. No: 2013/6237, 3/7/2015, § 39). Bu tedbirlere, kişisel itibarın üçüncü kişilerin müdahalelerine karşı korunması hususunda da başvurulabilir.(Kadir Sağdıç, § 40; İlhan Cihaner (2), § 47)…” ifadeleriyle, unutulma hakkı kişilerin manevi varlıklarını geliştirmelerine bir fırsat vermek açısından devletin pozitif yükümlülüğünün bir sonucu olarak kabul edilmiştir. Anayasa Mahkemesi Genel Kurulunun 2013/5653 numaralı bireysel başvuru hakkında verdiği 03.03.2016 tarihli kararında; “…Haber ve fikirleri iletmedeki hızı ve bunları saklama süresi ve kapasitesi gözetildiğinde İnternet, geleneksel iletişim araçlarından farklı, küresel olarak bilgiye erişim ve iletişim aracıdır. Dünya çapında milyonlarca kullanıcıya hizmet eden merkezi olmayan bu elektronik iletişim ağı, temel hak ve özgürlüklerin kullanımında farklı bir boyut getirmiştir. Temel hak ve özgürlüklerin kullanımında sağladığı imkânlar aynı zamanda temel hak ve özgürlüklere yönelik farklı müdahale yolları ortaya çıkarmıştır. Özellikle bireylerin özel hayatlarına ve manevi bütünlüklerine yönelik olarak çok ciddi müdahale alanları ortaya çıkmıştır. Bu nedenle geleneksel medyadan farklı olarak İnternet, ortaya çıkardığı riskler açısından farklı bir bakış açısı ile değerlendirilmelidir. Bu bağlamda ilgili hak ve özgürlükler açısından koruma ve ilerleme sağlayabilmek için kaçınılmaz olarak teknolojik gelişmeleri de dikkate alacak farklı bir yaklaşım belirlenmelidir. İnternet’in yaygınlaşmasından önce kişilerin geçmişlerine ilişkin özel yaşamları zaman içinde kaybolmaktaydı. Bununla birlikte bireylerin geçmişlerinde yaşadıklarına ilişkin herhangi bir kayıt tutulmuşsa da bu kayıtlara ulaşılmasının zorluğu kişilerin geçmişlerinde yaptıkları hatalardan bağımsız olarak yaşamlarını sürdürmelerine imkân tanımaktaydı. Ancak günümüzde basit bir İnternet araştırması, bireylerin geçmişte yaptıkları ve hatırlamak ve/veya hatırlanılmasını istemedikleri hatalarını kolayca ortaya koymaktadır. Bu bağlamda İnternet ortamı, arşivde kalmış ve sadece araştırmacıların veya meraklıların özel çabası ile tespit edilebilecek haberleri kolaylıkla ulaşılabilir hâle getirmiştir. Haber arşivlerine erişimin kolaylaşması kişiler hakkında yapılan haberin unutulmasına fırsat vermeyen bir sanal ortam meydana getirmiştir. Bu durum İnternet’in yaygınlığı ile birlikte değerlendirildiğinde bireylerin geçmişte yaptıkları ve hatırlanmasını istemedikleri hususların sürekli olarak kişilerin karşısına çıkması ihtimalini kuvvetlendirmiştir. İnternet’in yaygın kullanımı ile ortaya çıkan bu durum basının İnternet’i etkin olarak kullanmasıyla beraber ifade ve basın özgürlükleri ile şeref ve itibarın korunması arasındaki dengeyi ilkinin lehine bozmuştur. İfade ve basın özgürlüğü ile şeref ve itibarın korunması hakkı, eşit düzeyde koruma gerektiren temel hak ve özgürlüklerdir. Bu nedenle bozulan dengenin her iki temel hak arasında tekrar kurulması zorunluluk olmuştur. İnternet haberciliği ile birlikte unutulmanın zor olduğu günümüzde anılan dengenin tekrar kurulabilmesi şeref ve itibar yönünden bireylerin unutulma hakkının kabul edilmesi ile mümkün olabilir. Bu bağlamda unutulma hakkı adil dengenin kurulması için vazgeçilmez niteliktedir (Avrupa Birliği Adalet Divanı, Google Spain SL, Google Inc/İspanya Kişisel Verilerin Korunması Kurumu, Mario Costeja Gonzales, C-131/12, 13/5/2014)… …Unutulma hakkının İnternet gazete arşivlerindeki her türlü haber yönünden uygulanmasını beklemek mümkün değildir. Nitekim özellikle basın özgürlüğü temelinde gazete arşivinin araştırmacılar, hukukçular veya tarihçiler için önem taşıyan veriler olduğu açıktır. Bu durumda bir İnternet haberinin unutulma hakkı kapsamında İnternet’ten çıkarılabilmesi için; – yayının içeriği, – yayında kaldığı süre, – güncelliğini yitirme, – tarihsel bir veri olarak kabul edilememe, – kamu yararına katkısı (toplumsal açıdan haberin değeri, haberin geleceğe ışık tutan niteliği) – habere konu kişinin siyasetçi veya ünlü olup olmadığı – haber veya makalenin konusu, bu bağlamda haberin olgusal gerçekler ya da değer yargısı içerip içermediği, halkın ilgili veriye yönelik ilgisi gibi hususların her somut olay açısından incelenmesi gerekmektedir. Yapılacak değerlendirme sonucunda unutulmayı etkin kılacak farklı yöntemler benimsenebilir. 5651 sayılı Kanun’un 6518 sayılı Kanun ile değiştirilen 9. maddesinde erişimin engellenmesinin kapsamının kişilik hakkının ihlalinin gerçekleştiği yayın, kısım, bölüm ile ilgili olarak (URL vb.) içeriğe erişimin engellenmesi yöntemiyle verileceği ve zorunlu olmadıkça İnternet sitesinde yapılan yayının tümüne yönelik erişimin engellenmesine karar verilemeyeceği belirtilmiştir… …Bu bağlamda unutulma hakkı çerçevesinde, ifade ve basın özgürlükleri ile şeref ve itibarın korunması hakkı arasındaki dengenin sağlanması açısından 5651 sayılı Kanun kapsamında yukarıda belirtilen önlemler alınabilir (bkz. § 51). Ancak alınacak tedbirlerin Anayasa’nın 13. maddesi gereğince ölçülülük kriteri esas alınarak yapılması gereklidir. Nitekim kişinin şeref ve itibarına yönelik müdahaleleri unutulma hakkı gereğince engellemek için arşivde arama yapmaya imkân tanıyan haber ile kişi arasında ilişki kuran kişisel verilerin silinmesi, haberin anonim hâle getirilmesi, haber içeriğinin bir kısmına erişimin engellenmesi gibi birçok yöntem benimsenebilir. Bu bağlamda yargının görevinin, İnternet ortamının sağladığı kolaylıkla zamanla kişilerin itibarına yönelik müdahale oluşturan haberleri tamamen ortadan kaldırarak geçmişte meydana gelmiş olayların yeniden yazılmasını sağlamak olmadığı dikkate alınmalıdır. İnternet haber arşivinin bir bütün olarak basın özgürlüğünün koruması altında olduğu unutulmamalıdır…” şeklindeki ifadelerle unutulma hakkının kullanılmasında gözetilmesi gereken kriterler anlatılmıştır. Yukarıdaki açıklamalar çerçevesinde, kanun yararına bozmaya konu somut uyuşmazlığın “unutulma hakkı” açısından değerlendirildirilmesine gelince; Değişik internet sitelerinde, başvuranlar hakkında 23.07.2020 tarihinde yapılan yayınlarda; – Başvuranlar hakkında, yüzleri mozaiklenmek ve isimlerinin baş harfleri kısaltılmak suretiyle yapılan haberlerde, yabancı bir masöze tecavüz edildiği iddiası üzerine başlatılan soruşturma dosyası kapsamında 4 kişinin tutuklandığı bilgisinin haber olarak verildiği, – Yapılan yayınlarda, başvuranların kimliklerinin açık olarak belirlenemediği gibi kişilik haklarını hedef alan saldırı mahiyetinde ifadeler bulunmadığı, dolayısıyla adli yargı sürecine intikal etmiş ceza soruşturması hakkında somut olgulara dayalı bir haber yapıldığı, – Başvuranlar hakkında 2019 yılında açılan kamu davasının 2020 yılında beraat hükmüyle sonuçlandığı ve kesinleştiği, başvuranların kesinleşmeyi müteakiben haklarında yapılan bu haber sitelerindeki yayınlara, kişilik haklarını ihlal ettiği gerekçesiyle erişimin engellenmesi talebiyle başvurdukları, – Başvuranlar hakkında yapılan yayınlarda, adli yargı mercilerinde açılmış bir soruşturma ile ilgili olarak bilgiler verildiği, dolayısıyla toplumun habere karşı güncel bir ilgisinin bulunduğu, haberin basın özgürlüğü kapsamında kaldığı, ayrıca haberin sunuş biçiminde polisin gözaltına alma fotoğraflarında ve yazı içeriğinde kişilerin tanınmasını engelleyici tedbirlere başvurulmakla, kötüniyetli davranıldığına dair somut bir veri bulunmadığı, – Haberin başvuranların kişisel verilerine dair bilgiler içermesi yönüyle tarihsel bir veri olarak kabul edilemeyeceği, ancak kamunun menfaatini ilgilendirecek şekilde halen herkesin erişimine açık halde bulunmasında kamu yararı bulunduğu, yayınların üzerinden unutulma hakkı çerçevesinde makul bir sürenin de geçmediği, – Uyuşmazlığa konu internet yayınlarında yer alan içeriklerin; başvuranların kişisel verilerini ve geçmişine dair bilgileri, uzun bir süre boyunca kişilik haklarını ihlal edici boyutta hukuka aykırı olarak internet üzerinde yayınlanmadığı ve unutulma hakkı çerçevesinde erişimin engellenmesi kararı verebilmek için gerekli şartların oluşmadığı anlaşılmakla, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının kanun yararına bozma istemine dayanan ihbarname içeriği, yukarıda yazılı gerekçelerle yerinde görülmediğinden kanun yararına bozma talebinin REDDİNE, 10.03.2021 tarihinde oy birliğiyle karar verildi.
T.C YARGITAY 18. CEZA DAİRESİ ESAS NO.2019/13237 KARAR NO.2020/1689 KARAR TARİHİ.21/01/2020 KARAR Hakaret suçundan şüpheli … hakkında yapılan soruşturma evresi sonunda, Ankara Cumhuriyet Başsavcılığınca verilen 07/01/2019 tarihli ve 2018/208880 soruşturma, 2019/2133 sayılı kovuşturmaya yer olmadığına dair karara yönelik itirazın reddine ilişkin mercii Ankara 1. Sulh Ceza Hâkimliğinin 19/02/2019 tarihli ve 2019/972 değişik iş sayılı kararının Adalet Bakanlığı tarafından kanun yararına bozulmasının istenilmesi üzerine, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının, 27/09/2019 gün ve 2019/92948 sayılı istem yazısıyla Dairemize gönderilen dava dosyası incelendi. İstem yazısında; “Dosya kapsamına göre, müşteki vekilinin, şüphelinin facebook.com isimli internet sitesinde “küpek” şeklindeki paylaşımı ile müvekkiline karşı hakaret suçunun işlendiği iddiası ile yaptığı şikâyet üzerine, Ankara Cumhuriyet Başsavcılığınca, şüphelinin suçlamaları kabul etmemesi ve facebok, twitter, instagram isimli sosyal paylaşım sitelerine ilişkin istinabe taleplerini ABD adIî makamlarının cevaplamadığı gerekçesiyle kovuşturmaya yer olmadığına dair karar verilmiş ise de; Somut olayda, müştekinin müvekkilinin resminin bulunduğu internet sayfasında, “…” adlı kişinin müştekiye yönelik “küpek” şeklinde paylaşımının bulunduğu, facebok.com isimli internet sitesinde yapılan araştırma sonucu elde edilen kişisel veri ve profil resimleri üzerine şüpheliye ulaşılarak kolluk tarafından şüphelinin ifadesinin alındığı, şüphelinin, söz konusu paylaşımı kendisinin yapmadığını ve “…” isimli facebok hesabı ile anılan hesapta paylaşılan resimlerin kendisine ait olmadığını beyan ettiği ancak, “küpek” ifadesinin “köpek” ifadesini çağrıştırdığı ve anılan ifadenin hakaret oluşturup oluşturmayacağı hususu ile şüphelinin savunması doğrultusunda söz konusu ifadenin şüpheli tarafından paylaşılıp paylaşılmadığı hususunun takdirinin mahkemesince yapılmasının gerektiği, mevcut delillerin şüphelinin üzerine atılı suçtan kamu davasının açılmasını gerektirir nitelikte bulunduğu cihetle, itirazın kabulü yerine, yazılı şekilde reddine karar verilmesinde isabet görülmemiştir.” denilmektedir. Hukuksal Değerlendirme: CMK’nın 160/1. maddesinde, “Cumhuriyet Savcısı, ihbar veya başka bir suretle bir suçun işlendiği izlenimini veren bir hali öğrenir öğrenmez kamu davasını açmaya yer olup olmadığına karar vermek üzere hemen işin gerçeğini araştırmaya haşlar.” 160/2. maddesinde “Cumhuriyet Savcısı, maddi gerçeğin araştırılması ve adil bir yargılamanın yapılabilmesi için emrindeki adli kolluk görevlileri marifetiyle, şüphelinin lehine ve aleyhine olan delilleri toplayarak muhafaza altına almakla ve şüphelinin haklarını korumakla yükümlüdür.” 170. maddesinin 2. fıkrasında, “Soruşturma evresi sonunda toplanan deliller, suçun işlendiği hususunda yeterli şüphe oluşturuyorsa; Cumhuriyet Savcısı, bir iddianame düzenler. 172. maddesinin 1. fıkrasında, “Cumhuriyet Savcısı, soruşturma evresi sonunda, kamu davasının açılması için yeterli şüphe oluşturacak delil elde edilememesi veya kovuşturma olanağının bulunmaması hâllerinde kovuşturmaya yer olmadığına karar verir.” hükümleri düzenlenmiştir. Kovuşturmaya yer olmadığına dair kararı itiraz üzerine inceleyen mahkeme, kamu davası açılması için yeterli delil bulunmaması durumunda itirazın reddine, yeterli delil bulunması durumunda itirazın kabulüne veya eksik soruşturma nedeniyle soruşturmanın genişletilmesine karar verebilecektir CMK’nın 170/2. maddesine göre kamu davası açılabilmesi için soruşturma aşamasında toplanan delillere göre suçun işlendiğine dair yeterli şüphe bulunması gerekir. Suç ihbar veya şikayeti yoluyla soruşturma yaparak maddi gerçeğe ulaşma yükümlülüğü ve yetkisi bulunan Cumhuriyet Savcısı, soruşturma sonucunda elde edilen delilleri değerlendirerek kamu davası açmayı gerektirir nitelikte yeterli şüphe olup olmadığını takdir edecektir. Ancak soruşturma aşamasında Cumhuriyet Savcısının delil değerlendirmesiyle, kovuşturma aşamasında hakimin delilleri değerlendirmesi birbirinden farklı özelliklere sahiptir. CMK’nın 170/2. maddesine göre soruşturma aşamasında toplanan deliller kamu davası açılması için yeterli şüphe oluşturup oluşturmadıkları çerçevesinde incelemeye tabi tutulurken, kovuşturma aşamasında, isnad edilen suçun işlenip işlenmediği hususunda mahkumiyete yeter olup olmadığı ve tam bir vicdani kanaat oluşturup oluşturmadığı çerçevesinde değerlendirilmektedir. İncelenen dosyada, şüphelinin ad ve soyadının yazılı olduğu facebook hesabından, müştekinin fotoğrafının bulunduğu bir facebook sayfasının altına yorum yapıldığının anlaşılması karşısında; CMK’nın 170/2. maddesi uyarınca dosyadaki mevcut delillerin şüpheli hakkında hakaret suçunun işlendiği hususunda iddianame düzenlenebilmesi için yeterli şüphe oluşturduğu açıktır. Şüphelinin eyleminin sübut bulup bulmadığı hususu, tüm kanıtların, mahkemece birlikte tartışılıp değerlendirilmesi sonucu belirlenmesi gerekmektedir. Yapılan açıklamalara göre, şüpheli hakkında kovuşturmaya yer olmadığına ilişkin karar ve bu karara itiraz sonucunda verilen itirazın reddine dair mercii kararı hukuka aykırıdır. SONUÇ VE KARAR: Yukarıda açıklanan nedenlerle; Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’nın, kanun yararına bozma isteği doğrultusunda düzenlediği tebliğnamedeki düşünce yerinde görüldüğünden, 1) Ankara 1. Sulh Ceza Hâkimliğinin 19/02/2019 tarihli ve 2019/972 değişik iş sayılı kararının, 5271 sayılı CMK’nın 309. maddesi uyarınca BOZULMASINA, 2) CMK’nın 309. maddesinin 4-a fıkrası gereğince, sonraki işlemlerin mahallinde tamamlanmasına, dosyanın Yüksek Adalet Bakanlığına sunulmak üzere Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’na TEVDİİNE, 21/01/2020 tarihinde oy birliğiyle karar verildi.
Hukuk Genel Kurulu 2017/1105 E. , 2020/980 K. “İçtihat Metni” MAHKEMESİ :Asliye Hukuk Mahkemesi 1. Taraflar arasındaki “tazminat” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda, Ankara 14. Asliye Hukuk Mahkemesince verilen davanın reddine ilişkin karar davacılar vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine Yargıtay 17. Hukuk Dairesince yapılan inceleme sonunda bozulmuş, Mahkemece Özel Daire bozma kararına karşı direnilmiştir. 2. Direnme kararı davacılar vekili tarafından temyiz edilmiştir. 3. Hukuk Genel Kurulunca dosyadaki belgeler incelendikten sonra gereği görüşüldü: I. YARGILAMA SÜRECİ Davacı İstemi: 4. Davacılar vekili 03.06.2014 harç tarihli dava dilekçesinde; davalının sevk ve idaresindeki araçta yolcu olan müvekkillerinin 26.06.2010 tarihinde meydana gelen tek taraflı trafik kazasında yaralandığını, kazanın davalının kusurundan kaynaklandığını, müvekkillerinin kazadan sonra sürekli tedavi görmeleri ve ilaç kullanmaları nedeniyle psikolojilerinin bozulduğunu, davanın cezayı gerektiren bir fiilden doğmuş olması nedeniyle zamanaşımı süresi içinde açıldığını ileri sürerek davacı … için 3.000,00TL, davacı … için 10.000,00TL manevi tazminatın kaza tarihinden itibaren işleyecek reeskont faizi ile birlikte davalıdan tahsiline karar verilmesini talep etmiştir. Davalı Cevabı: 5. Davalı vekili 14.07.2014 havale tarihli cevap dilekçesinde; zamanaşımı süresinin dolduğunu, davacıların kaza nedeniyle şikâyetçi olmadıklarını, açılmış bir soruşturma dosyası ya da ceza davası olmadığı gibi ortada zamanaşımına konu olacak bir suç da bulunmadığını, davacıların kazadan kaynaklanan zararları bulunmadığını savunarak davanın reddine karar verilmesini istemiştir. Mahkeme Kararı: 6. Ankara 14. Asliye Hukuk Mahkemesinin 10.03.2015 tarihli ve 2014/290 E., 2015/106 K. sayılı kararı ile; 26.06.2010 tarihinde davalının kullandığı aracın direksiyon hâkimiyetini kaybetmesi sonucu devrildiği, davacıların yaralandığı, olaydan sonra karakolda verdikleri ifadelerinde şikayetçi olmadıklarını beyan ettikleri ve daha sonra da haklarında takipsizlik kararı verildiği, 2918 Sayılı Karayolları Trafik Kanunu’nun (KTK)109/2 maddesindeki zamanaşımı süresinin 2 yıl olduğu, ortada bir ceza davasının söz konusu olmadığı, zira kovuşturmaya yer olmadığına dair karar içeriğinde davalının kusurlu olduğu ancak davacıların bu kusurdan dolayı davalıdan şikayetçi olmamaları nedeniyle kovuşturmaya yer olmadığına karar verildiği, bu durumda ceza zamanaşımının söz konusu olmayacağı gerekçesiyle davanın zamanaşımı nedeniyle reddine karar verilmiştir. Özel Daire Bozma Kararı: 7. Ankara 14. Asliye Hukuk Mahkemesinin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde davacılar vekili temyiz isteminde bulunmuştur. 8. Yargıtay 17.Hukuk Dairesince 15.10.2015 tarihli ve 2015/9772E., 2015/10695 K. sayılı kararı ile; “…Dava, davacıların murisinin ölümü nedeni ile Borçlar Kanunu’nun 45. maddesi (6098 sayılı BK m. 53) gereğince destekten yoksun kalma tazminatı istemine ilişkindir. 2918 sayılı Karayolları Trafik Yasasının 109. maddesinde motorlu araç kazalarından doğan maddi zararların tazmini için kaza gününden itibaren iki yıllık zamanaşımı süresi öngörülmüş, aynı maddenin ikinci fıkrasında, davanın cezayı gerektiren bir eylemden kaynaklanması durumunda ceza Kanununun öngördüğü ceza zamanaşımının (sürücü, işleten veya diğer sorumlular için fark gözetilmeksizin) uygulanacağı hükme bağlanmıştır. Eylemin suç oluşturması yeterli olup, ayrıca fail hakkında mahkumiyet kararı ile sonuçlanmış bir ceza davasının varlığı gerekmemektedir. (HGK’nin 10.10.2001 gün 2001/19-652, 2001/705 K) Kaldı ki; HGK’nin 2014/17-2198 E, 2015/1495 K sayılı kararında tek taraflı kazalarda dahi, cezai anlamda kamu düzeninin bozulduğu, bu nedenle ceza zamanaşımı süresinin uygulanması gerektiği belirtilmiştir. Somut olayda; dava konusu kaza 26.10.2008 tarihinde meydana gelmiştir. Mahkemece, ceza davasının açılmamış olduğunu, cezayı gerektiren bir durum bulunmadığı, iki yıllık zamanaşımı süresinin bu davalı yönünden dolduğu gerekçe gösterilerek zamanaşımı nedeniyle davanın reddine karar verilmiş ise de, 2918 Sayılı Karayolları Trafik Kanununun 109/2.maddesindeki davanın cezayı gerektiren bir fiilden doğmuş olması ve ceza kanununun bu fiil için daha uzun bir zamanaşımı süresi öngörmüş bulunması hâlinde, bu sürenin maddi tazminat talepleri içinde geçerli olacağına dair hükmü uyarınca uzamış ceza zamanaşımı süresinin uygulanması gerekecektir. Meydana gelen kaza nedeniyle davacıların desteği, kaza tarihinde ölmüştür. Buna göre, dava açılması uzamış ceza zamanaşımına tabi olup, mahkemece yargılama yapılarak sonucuna göre karar verilmesi gerekirken, zamanaşımı süresinin dolduğu gerekçesiyle davanın reddine karar verilmesi doğru görülmemiştir…” gerekçesiyle karar bozulmuştur. Direnme Kararı: 9. Ankara 14. Asliye Hukuk Mahkemesinin 17.02.2016 tarihli ve 2016/3 E., 2016/79 K. sayılı kararı ile; bozma ilamında davacıların desteğinin öldüğü belirtilmişse de davada böyle bir iddia olmadığı gibi ölen de bulunmadığı, davacıların şikayetçi olmamaları nedeniyle herhangi bir dava açılmadığı, bu nedenle ortada bir ceza davası olmadığı gibi şikayet de bulunmadığı ve bu nedenle takipsizlik kararı verildiği, bu durumda 2918 Sayılı KTK ‘nin 109/2 maddesindeki zamanaşımı süresi olan 2 yıllık sürenin olay tarihine göre dolduğu gerekçeleriyle direnme kararı verilmiştir. Direnme Kararının Temyizi: 10. Direnme kararı süresi içinde davacılar vekili tarafından temyiz edilmiştir. II. UYUŞMAZLIK 11. Direnme yolu ile Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; somut olay bakımından 2918 sayılı Karayolları Trafik Kanunu’nun (KTK) 109/2. maddesindeki ceza davası zamanaşımı süresinin uygulanıp uygulanmayacağı ve talep edilen tazminatın zamanaşımına uğrayıp uğramadığı noktalarında toplanmaktadır. III. GEREKÇE 12. Dava, trafik kazasından kaynaklanan manevi tazminat istemine ilişkindir. 13. Bilindiği üzere trafik kazaları bir haksız fiildir. Haksız fiil mülga 818 sayılı Borçlar Kanunu’nun (BK) 41. maddesinde tanımlanmış, Kanun’un 60. maddesinde ise haksız fiilden zarar görenin zararının tazmini istemiyle açacağı davaların zamanaşımı süreleri düzenlenmiştir. 14. Belirtilmelidir ki 01.07.2012 tarihinde yürürlüğe giren 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun (TBK) konuya ilişkin 49 ve 72. maddeleri de aynı yönde düzenleme içermektedir. Anılan maddeler ile haksız fiillere uygulanacak üç zamanaşımı süresi belirlenmiştir. Bunlar, zarar görenin zararı ve faili öğrendiği tarihten itibaren başlayacak bir yıllık zamanaşımı; fiilin vukuundan itibaren işleyecek on yıllık zamanaşımı ve fiilin aynı zamanda ceza kanunlarında düzenlenmiş olması hâlinde uygulanacak olan ceza zamanaşımı süreleridir. 15. Haksız fiillerin bir kısmı, sadece hukuk açısından değil, ceza yasaları bakımından da sorumluluğu gerektirir; haksız fiilin faili, yani sorumlusu genellikle daha ağır sonuçları olan ceza kovuşturmasına konu olabileceği sürece, zarar görenin haklarını yitirmesinin kabul edilmesi mümkün değildir. Bu bakımdan haksız eylem aynı zamanda ceza kanunları gereğince bir suç teşkil ediyorsa ve ceza kanunları ya da ceza hükümlerini ihtiva eden sair kanunlar bu eylem için daha uzun bir zamanaşımı süresi tayin etmişse, tazminat davası da ceza davasına ilişkin zamanaşımı süresine tabi olur. Nitekim bu husus 07.12.1955 tarihli ve 17/26 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararında da vurgulanmıştır. Buna göre, anılan mevzuat uyarınca ceza zamanaşımı süresinin uygulanabilmesi için öncelikle zarar veren eylemin ceza kanunu veya ceza hükmü taşıyan özel kanunlarda suç olarak düzenlenmesi gerekli olup özel kanunlarda haksız eylem için başka bir zamanaşımı süresi tayin edilmiş olmadıkça, haksız eylemden doğan maddi ve manevi zararların tazmini için açılacak davalarda 818 sayılı BK’nun 60. (6098 sayılı TBK’nun 72.) maddesinde öngörülen zamanaşımının uygulanması gerekir (Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 09.10.2013 tarihli ve 2013/4-36 E. 2013/1457 K.). 16. Özel kanun niteliğinde olan 2918 sayılı KTK’nın 109. maddesinin ilk fıkrasında, yine bir haksız fiil niteliğindeki trafik kazalarından doğan tazminat taleplerinin tabi bulunacağı zamanaşımı süresi yönünden 818 sayılı BK’nın 60. maddesindeki düzenlemeden farklı, özel bir hüküm getirilmiştir. 17. 2918 sayılı KTK’nın “Zamanaşımı” başlıklı 109. maddesi; “…Motorlu araç kazalarından doğan maddi zararların tazminine ilişkin talepler, zarar görenin, zararı ve tazminat yükümlüsünü öğrendiği tarihten başlayarak iki yıl ve herhâlde, kaza gününden başlayarak on yıl içinde zamanaşımına uğrar. Dava, cezayı gerektiren bir fiilden doğar ve ceza kanunu bu fiil için daha uzun bir zaman aşımı süresi öngörmüş bulunursa, bu süre, maddi tazminat talepleri için de geçerlidir. Zamanaşımı, tazminat yükümlüsüne karşı kesilirse, sigortacıya karşı da kesilmiş olur. Sigortacı bakımından kesilen zamanaşımı, tazminat yükümlüsü bakımından da kesilmiş sayılır. Motorlu araç kazalarında tazminat yükümlülerinin birbirlerine karşı rücu hakları, kendi yükümlülüklerini tam olarak yerine getirdikleri ve rücu edilecek kimseyi öğrendikleri günden başlayarak iki yılda zamanaşımına uğrar. Diğer hususlarda, genel hükümler uygulanır.” hükmünü içermektedir. 18. Buna göre madde ile 818 sayılı BK’nın 60 (TBK’nın 72). maddesindeki bir yıllık zamanaşımı süresi, trafik kazasından kaynaklanan tazminat davaları yönünden iki yıl olarak düzenlenmiş olup 818 sayılı BK’nın 60. maddesi ile 2918 sayılı KTK’nın 109. maddesinin 2. fıkrası zamanaşımı süresinin başlangıcı yönünden birbiriyle uyumlu olmakla birlikte, zamanaşımı süresi yönünden birbirlerinden ayrılmaktadır. 19. Vurgulamakta yarar vardır ki 2918 sayılı KTK’nın 109. maddesinin 2. fıkrasına göre, ceza kanununda öngörülen daha uzun zamanaşımı süresinin tazminat talebiyle açılacak davalarda uygulanabilmesi için, sadece eylemin “cezayı gerektiren fiilden” doğmuş olması gerekli ve yeterlidir. Diğer bir ifade ile tazminat davalarına daha uzun süreli ceza davasına ilişkin zamanaşımının uygulanması için fail hakkında bir ceza davası açılması; mahkûmiyet kararıyla sonuçlanmış bir ceza davasının varlığı veya zarar görenin o davada tazminat yönünden bir talepte bulunmuş olması aranmamaktadır. Sadece cezalandırılması kabil bir eylemin işlenmiş olması, bir diğer söyleyişle, haksız fiilin suç niteliğini taşıması yeterlidir. 20. Anılan madde uyarınca “eylemin” suç teşkil etmesi; cezai nitelik taşımasından hareketle mahkûmiyet veya takipsizlik kararı aranmaksızın ceza zamanaşımı uygulanacaktır. 21. Bundan başka, işlenen eylemin, kovuşturulması şikâyete bağlı bir suç teşkil edip etmemesi de önemli değildir. Zira bu yön, ceza davasının açılabilmesinin bir şartıdır. Bu bakımdan şikâyet süresinin (mülga TCK m. 108) geçirilmesinden ötürü, ceza davasının açılamamış olması, bu davaya ilişkin zamanaşımı süresinin, tazminat davasına uygulanmasına engel değildir. 22. Belirtilmelidir ki 2918 sayılı KTK’nın 109. maddesinin 2. fıkrasındaki düzenleme ile ceza kanununda öngörülen daha uzun zamanaşımı süresinin tazminat talebiyle açılacak davalar için de geçerli olabilmesi, sadece eylemin ceza kanunlarına göre suç sayılması koşuluna bağlanmıştır. Zira sonuçta haksız eylemin cezayı gerektiren bir fiil teşkil etmesi durumunda o fiil için öngörülen ceza zamanaşımı süresi hukuk yargılamasında da uygulanacaktır. 23. Kaldı ki TCK’da suç tanımı faile değil fiile göre yapıldığından, ceza kanunlarındaki zamanaşımı sürelerine atıf yapan 2918 sayılı Kanunun 109. maddesinin 2. fıkrasındaki tarifin fiili tanımlaması ve maddenin bu yoruma göre değerlendirilmesi kanun sistematiği açısından da zorunludur. Yeri gelmişken belirtilmelidir ki eylemin cezayı gerektiren bir fiil teşkil edip etmediği, kural olarak hukuk hâkimince belirlenecektir. Bununla beraber hukuk hâkimi, ceza tertibine ilişkin olarak ceza hâkimince verilen ve suçun işlendiğini ya da işlenmediğini kesinlikle tespit eden bir hüküm varsa, bununla bağlı olacaktır (BK m. 53). 24. Ayrıca ceza zamanaşımının uygulanması bakımından sürücü ve işleten gibi diğer sorumlular arasında bir ayrım da yapılmamış; zamanaşımı süresinin hepsi için uygulanması öngörülmüştür. 25. Bu itibarla şayet zarar doğuran eylem aynı zamanda cezayı gerektirir nitelikte ise; eğer ceza kanunundaki ya da ceza hükümlerini taşıyan özel kanunlardaki bu eylem için kabul edilen zamanaşımı süresi, BK’daki bir yıllık süreden daha kısa ise, o zaman yine BK’nın 60. maddesinin birinci paragrafındaki süre (TBK m. 72) olaya uygulanacak; ceza kanunundaki zamanaşımı süresi BK’nın 60. maddesinin birinci paragrafındaki süreden daha uzun ise, o zaman bu uzun süre tazminat davaları için de uygulama yeri bulacaktır. Böyle bir durumda uygulanması söz konusu olan ceza davası zamanaşımı süresi ise fiilin gerçekleştiği tarihe göre uygulama alanı bulacak olan ve hâlen yürürlükteki 5237 sayılı TCK’nın 66. (mülga 765 sayılı TCK’nın 102. maddesine) göre belirlenecektir. 26. Dosyanın incelenmesinde; her ne kadar Özel Daire bozma kararında davanın, davacıların murisinin ölümü nedeni ile 818 sayılı BK’nın 45. maddesi (6098 sayılı TBK m. 53) gereğince destekten yoksun kalma tazminatı istemine ilişkin olduğu, 26.10.2008 tarihinde meydana gelen kaza nedeniyle davacıların desteğinin kaza tarihinde öldüğü belirtilmiş ise de; kaza tarihi 26.06.2010 olup, davacılar kazada yaralandıklarından bahisle manevi tazminat isteminde bulunmuşlardır. Özel Daire bozma kararı bir bütün olarak değerlendirildiğinde maddi hataya dayalı olarak yapıldığı anlaşılan bu açıklamaların bozma kararından çıkarılması gerektiği değerlendirilmiştir. 27. Olayın meydana geliş şekli itibariyle sürücünün eylemi bir bütün olarak ele alındığında, 5237 sayılı TCK’nın 89/4. maddesinde yer alan taksirle yaralama suçunu oluşturmaktadır. 2918 sayılı KTK’nın 109. maddesinin 2. fıkrası uyarınca ceza zamanaşımının uygulanması gerekmektedir. Davacılar, ceza soruşturmasında şikâyetlerinden vazgeçerken, ayrıca şahsi haklarından da vazgeçtiklerini açıklamamışlardır. Buna göre birden fazla kişinin yaralanması ile sonuçlanan trafik kazasının aynı zamanda 5237 sayılı TCK’nın 89/4. maddesinde düzenlenen ve taksirle yaralama olarak tanımlanan cezayı gerektiren eylem niteliğinde bulunması; bu eylemle ilgili ceza davasının TCK’nın 66/1-e maddesi uyarınca sekiz yıllık zamanaşımı süresine tabi olması; 2918 sayılı KTK’nın 109/2. maddesi uyarınca bu sürenin görülmekte olan maddi tazminat davası için de geçerli olması; davanın olay tarihi üzerinden sekiz yıl geçmeden açılmış olması karşısında, somut olayda zamanaşımının gerçekleşmediği açıktır. 28. Hâl böyle olunca direnme kararının yukarıda belirtilen değişik gerekçe ve nedenlerle bozulması gerekir. IV. SONUÇ: Açıklanan nedenlerle; 1-Maddi hataya dayalı olarak yazıldığı anlaşılan “Dava, davacıların murisinin ölümü nedeni ile Borçlar Kanunu’nun 45. maddesi (6098 sayılı BK m. 53) gereğince destekten yoksun kalma tazminatı istemine ilişkindir.”; “Somut olayda; dava konusu kaza 26.10.2008 tarihinde meydana gelmiştir.” ve “Meydana gelen kaza nedeniyle davacıların desteği, kaza tarihinde ölmüştür.” ibarelerinin Özel Daire bozma kararından ÇIKARILMASINA, 2-Davacılar vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile direnme kararının yukarıda açıklanan değişik gerekçe ve nedenlerden dolayı 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun geçici 3. maddesine göre uygulanmakta olan 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 429. maddesi gereğince BOZULMASINA, İstek hâlinde temyiz peşin harcının yatırana geri verilmesine, Aynı Kanun’un 440/III-1. maddesi uyarınca karar düzeltme yolu kapalı olmak üzere 01.12.2020 tarihinde oy birliği ile kesin olarak karar verildi.
14. Hukuk Dairesi 2019/3186 E. , 2020/4622 K. “İçtihat Metni” MAHKEMESİ :Asliye Hukuk Mahkemesi Taraflar arasındaki önalım hakkına dayalı tapu iptali ve tescil davasından dolayı mahal mahkemesinden verilen yukarıda gün ve sayısı yazılı hükmün; Dairemizin 07/03/2019 gün ve 2016/16109 Esas, 2019/2079 sayılı ilamı ile onanmasına karar verilmişti. Süresi içinde davalı vekili tarafından kararın düzeltilmesi istenilmiş olmakla, dosya içerisindeki bütün evrak incelenerek gereği düşünüldü: _ K A R A R _ Dava, önalım hakkına dayalı tapu iptali ve tescil istemine ilişkindir. Davacı vekili 03.12.2015 tarihli dilekçesiyle; davalının, müvekkilinin de payı bulunan …Köyünde bulunan 2347, 7149 ve 7150 parsel sayılı taşınmazlarda pay satın aldığını belirterek, davalının satın aldığı paylar hakkında önalım hakkını kullandıklarından bahisle söz konusu payların tapusunun iptalini ve müvekkili adına tescilini talep etmiştir. Davalı vekili cevap dilekçesinde, 24.11.2015 tarihinde müvekkili tarafından satın alınan payların toplam fiyatının 58.000,00TL olduğunu, bu miktarın banka havalesiyle satış yapanların vekiline gönderildiğini, resmi satış sözleşmesinde yapılan hatanın önalım davası açılmadan önce vergi dairesine başvurularak 25.11.2015 tarihinde düzeltildiğini, gerçek satış bedeli toplamının 58.000,00TL olduğunu belirterek, 9.240,00TL üzerinden talep edilen önalım davasının reddini savunmuştur. Mahkemece, önalım davasının 9.240,00TL bedel üzerinden kabulüne karar verilmiştir. Davalı vekilinin temyizi üzerine hükmün, Dairemizin 07.03.2019 tarih 2016/16109 Esas, 2019/2079 Karar sayılı ilamı ile onanmasına karar verilmiştir. Davalı vekili, karar düzeltme isteminde bulunmuştur. Kanuni önalım hakkının, başlıca iki amacının olduğundan bahsedilir. Birincisi, paydaşlar arasına istenmeyen kişilerin girmesini önlemek; diğeri ise, paydaş sayısını azaltmak ve paylı mülkiyetin ortadan kalkmasını kolaylaştırmaktır. Kanuni önalım hakkı, paylı mülkiyet ilişkisinin kurulduğu anda doğar ve mülkiyet ilişkisi devam ettiği müddetçe varlığını sürdürür; paydaşlardan birinin, payını üçüncü bir kişiye satması durumunda, önalım hakkı kullanılabilir hale gelir. Türk Medeni Kanununun 733. maddesi uyarınca, pay satışının önalım hakkı sahibine bildirilmesinden itibaren üç ay içinde ve her halde satışın üzerinden iki yıl içinde, dava açılmak suretiyle kullanılması ve bu beyanın muhatabına ulaşması ile birlikte, önalım hakkı sahibi ile alıcı arasında yeni bir satış ilişkisi doğar. 4721 sayılı Türk Medenî Kanununun 2. maddesinde; herkesin haklarını kullanırken ve borçlarını yerine getirirken dürüstlük kurallarına uyması zorunluluğu getirilmiş, uyulmamasının yaptırımı olarak da hakkın kötüye kullanılmasının hukuk düzeni tarafından korunmayacağı belirtilmiştir. Paylı mülkiyet ilişkisine tâbî bir taşınmazda, fiili taksimin mevcut olması durumunda yasal önalım hakkının kullanılmasını açıkça engelleyen bir düzenleme bulunmamasına rağmen, Yargıtay 6. Hukuk Dairesinin ve Dairemizin istikrar bulmuş kararlarında; önalım davasına konu payın ilişkin bulunduğu taşınmaz paydaşlarca özel olarak kendi aralarında taksim edilip her bir paydaş belirli bir kısmı kullanırken bunlardan biri kendisinin kullandığı yeri ve bu yere tekabül eden payı bir üçüncü şahsa satarsa, satıcı zamanında bu yerde hak iddia etmeyen davacının tapuda yapılan satış nedeniyle önalım hakkını kullanması, 4721 sayılı TMK’nin 2. maddesinde yer alan dürüstlük kuralı ile bağdaşmayacağı; kötüniyet iddiasının, 14.02.1951 gün ve 17/1 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı uyarınca davanın her aşamasında ileri sürülebileceği ve hatta mahkemece de kendiliğinden nazara alınması gerektiği kabul edilmektedir. Dava konusu olaya gelince; resmi satış sözleşmesine göre, davalı dava konusu taşınmazlardaki payları 24.11.2015 tarihinde toplam 9.240,00TL’ye satın almış; davalı tarafından dosyaya ibraz edilen Gelendost Vergi Dairesinin 25.11.2015 tarihli, Afşar 2347, 7149 ve 7150 parseller için ek harç açıklamalı, 1.950,00TL miktarlı vergi dairesi alındısına göre, davalının gerçek değer olarak ifade ettiği miktar üzerinden harcı tamamladığı anlaşılmıştır. Bu düzeltme işlemi, önalım davasının açıldığı 04.12.2015 tarihinden önce tamamlanmıştır. Davalı taraf, satış sözleşmesinde yer alan ve satış bedelinden kaynaklanan hatayı dava açılmadan önce yetkili merciye başvurmak suretiyle düzelttirmiştir. Buradaki mesele; davalı tarafın, dava açılmadan önce resmi olarak düzenlenen sözleşmedeki herhangi bir hatayı düzelttirmeye hakkı ve yetkisinin bulunup, bulunmadığı; eğer düzeltme yapılmış ise bu düzeltmenin sözleşme dışındaki üçüncü kişilere etki edip etmeyeceğidir. Taşınmaz mal mülkiyetinin kanundan kaynaklanan daraltımlarından biri olan önalım hakkıyla ilgili yorumların ve değerlendirmelerin, mülkiyet hakkının özüne zarar verecek şekilde önalım hakkı sahibi lehine genişletilmesi doğru değildir. Bu nedenle, dava açılmadan önce gerçekleşen satış ve düzeltme işlemlerinin, bir bütün halinde ve hepsine eşit değer vererek mevcut durumun değerlendirilmesi gerekir. Önalım davasına konu satış sözleşmesine ve buradaki bilgilere dayanarak talepte bulunan davacının, dava açılmadan önce bu sözleşmedeki bir hatanın düzeltilmesine yönelik davalı işlemini kabul etmemesi 4721 sayılı Kanunun 2. maddesinde yer alan dürüstlük kuralı ile bağdaşmaz. Davanın 58.000,00TL satış bedeli üzerinden kabulü gerekirken, 9.240,00TL üzerinden kabulü hukuka uygun değildir. Davalı vekilinin karar düzeltme istemi açıklanan nedenle yerinde olduğundan hükmün yazılan gerekçe ile bozulması gerekmiştir. SONUÇ: Yukarıda açıklanan nedenlerle Dairemizin 07.03.2019 tarih 2016/16109 Esas, 2019/2079 Karar sayılı ilamının KALDIRILMASINA, hükmün BOZULMASINA, peşin alınan karar düzeltme harcının yatırana iadesine, 07.09.2020 tarihinde oy birliği ile karar verildi.
SGK, işten çıkış kodlarında işverenin haklı nedenle feshine ilişkin Kod29’u iptal etti ve İşK m. 25/2 deki “ahlak ve iyiniyet kurallarına uymayan haller ve benzerleri”ndeki her bir alt bendi 9 ayrı kod olarak belirledi. Konuya ilişkin 2021/9 genelgesine buradan ulaşabilirsiniz.