Hukuk Genel Kurulu 2017/1658 E. , 2017/1464 K. “İçtihat Metni” MAHKEMESİ :Ticaret Mahkemesi Taraflar arasındaki “sözleşmenin uyarlanması” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda Ankara 1. Asliye Ticaret Mahkemesince göreve ilişkin dava şartı noksanlığı nedeniyle davanın usulden reddine dair verilen 15.05.2014 gün ve 2014/368 E., 2014/350 K. sayılı kararın temyizen incelenmesi davacı vekili ile davalılardan … tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 19. Hukuk Dairesinin 13.01.2015 gün ve 2014/14963 E., 2015/152 K. sayılı kararı ile: “…Davacı vekili, müvekkilinin akaryakıt dağıtıcı lisansı sahibi şirket olup, davalıların 1581 Sayılı Tarım Kredi Kooperatifleri ve Birlikleri Kanunu’na göre kurulmuş özel hukuk hükümlerine tabi kooperatiflerden müteşekkil, kooperatif bölge birlikleri olduğunu, müvekkili ile davalılar arasında yapılan ve halen yürürlükte bulunan bayilik sözleşmeleri devam ederken, EPDK’nın 21.03.2014 tarihinde yürürlüğe giren 4927 sayılı Kurul kararı ile herhangi bir somut gerekçe göstermeden ve yalnızca “Petrol Piyasası Kanunu’nun 10.maddesi uyarınca” demek suretiyle, iki ay süre ile “rafineri çıkış fiyatı”, “akaryakıt dağıtım tavan fiyatı” ve “bayi tavan fiyatı” belirleme esaslarını uygulamaya koyduğunu, müvekkilinin davalılarla yaptığı bayilik sözleşmeleri sebebi ile ortalama 32 TL/m3 kar ederken, kurul kararının yürürlüğe girdiği tarihinden itibaren ortalama 107 TL/m3 zarar eder hale geldiğini belirterek, bayilik sözleşmeleri kapsamındaki “motorin” alımlarına münhasır olarak davalı kooperatif birlikleri ile yapılmış bulunan bayilik sözleşmelerinin 21.03.2014 tarihinden geçerli olmak üzere gözden geçirilerek, BK’nun 138.maddesi gereğince sözleşmelerin feshine karar verilmesini talep ve dava etmiştir. Dosya üzerinden karar verildiğinden davalıların cevaplarının alınmadığı anlaşılmıştır. Mahkemece yapılan yargılama sonucunda, uyuşmazlığın taraflar arasında yapılan bayilik sözleşmesinin iptali talebinden ibaret olup, bir uyuşmazlığın ticari dava sayılması için TTK 4/1. maddeye göre her iki tarafın da tacir olması ve ticari işletmeleri ilgili hususlardan doğması gerektiği, TTK 4/2. maddesine göre ise tarafların tacir olup olmadıklarına bakılmaksızın “a-f” bentlerinde sayılan hususlardan doğan uyuşmazlıkların ticari dava sayıldığı, kooperatiflerin tacir sayılıp sayılmayacağı hususunun değerlendirilmesi gerekmekte olup, 6102 Sayılı TTK’nun 16 ve 124.maddesi gereğince kooperatifler ticaret şirketi olup, tacir olarak kabul edilmesi gerekir ise de Yargıtay uygulamasının aksi yönde olduğu (Yargıtay 15.Hukuk Dairesi 2014/483 E., 2014/844 K.sayılı ve 11.02.2014 tarihli kararı), davalıların tacir olmadığının dava dilekçesi içeriği ve tüm dosya kapsamı ile sabit olduğu, uyuşmazlığın TTK 4/2. md.de “a-f” bentlerindeki hususlara ilişkin de olmadığı, uyuşmazlığın ticari iş niteliğinde olmasının o uyuşmazlığın ticari dava olarak görülmesini gerektirmediği gerekçeleriyle davanın usulden reddine, kararın kesinleşmesinden sonra talep halinde dosyanın görevli nöbetçi Asliye Hukuk Mahkemesine gönderilmesine karar verilmiş, hüküm davacı vekili ve davalı … vekili tarafından temyiz edilmiştir. Davacı temyizi bakımından, tarafların davaya konu bayilik sözleşmelerinin ticari iş niteliğinde olduğu ve ticaret mahkemeleri tarafından bakılması gerektiği gözetilerek işin esasının incelenmesi gerekirken, davanın asliye hukuk mahkemesinde görülmesi gerektiği belirtilerek yazılı şekilde görevsizlik kararı verilmesi usul ve yasaya aykırıdır…” gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir. HUKUK GENEL KURULU KARARI Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kâğıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü: Dava, taraflar arasında düzenlenen akaryakıt bayilik sözleşmelerinin uyarlanması, bunun mümkün olmaması hâlinde ise feshi istemine ilişkindir. Davacı vekili, müvekkilinin akaryakıt dağıtıcı lisansı sahibi şirket, davalıların ise 1581 sayılı Tarım Kredi Kooperatifleri ve Birlikleri Kanunu’na göre kurulmuş kooperatif birlikleri olduğunu, davalıların üyelerine uygun koşullarda akaryakıt sağlamak istemesi üzerine davaya konu akaryakıt bayilik sözleşmelerinin yapıldığını, ancak sözleşmelerin devamı sırasında Enerji Piyasası Düzenleme Kurulunun 21.03.2014 tarihinde yürürlüğe giren kararı ile “rafineri çıkış fiyatı”, “akaryakıt dağıtım tavan fiyatı” ve “bayi tavan fiyatı” belirleme esaslarının uygulamaya konulduğunu, piyasaya müdahale niteliğindeki bu beklenmedik karar nedeniyle davalılarla uygulanan fiyatın maliyetlerin altına indiğini, davacı şirketin aylık ortalama 2.000.000,00 TL zarar eder hâle geldiğini, karşılıklı edimler arasındaki dengenin bozulduğunu ve bu durumun katlanılmaz bir hâl aldığını ileri sürerek, sözleşmelerin uyarlanmasına, bunun mümkün olmaması hâlinde ise feshine karar verilmesini talep ve dava etmiştir. Yerel mahkemece, 6102 sayılı Türk Ticaret Kanunu’nun 16 ve 124. maddeleri uyarınca kooperatifler ticaret şirketi olup tacir olarak kabul edilmesi gerekir ise de Yargıtay uygulamasının aksi yönde olduğu, davalılar tacir olmadığından davanın da nispi ticari dava olarak kabul edilemeyeceği, uyuşmazlığın ticari iş niteliğinde olmasının ise davanın ticari dava olarak görülmesini gerektirmediği, görevli mahkemenin asliye hukuk mahkemesi olduğu gerekçesiyle, göreve ilişkin dava şartı noksanlığı nedeniyle davanın usulden reddine karar verilmiştir. Davacı vekili ile davalılardan … vekilinin temyizi üzerine karar, Özel Dairece yukarıda başlık bölümünde yazılı gerekçe ile bozulmuştur. Mahkemece önceki gerekçelerle direnme kararı verilmiş, direnme kararını davacı vekili temyize getirmiştir. Direnme yoluyla Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık, yanlar arasındaki akaryakıt bayilik sözleşmelerinin uyarlanması, olmadığı takdirde feshine ilişkin davanın ticari dava niteliğinde olup olmadığı, burada varılacak sonuca göre görevli mahkemenin asliye hukuk mahkemesi mi, yoksa asliye ticaret mahkemesi mi olduğu noktasında toplanmaktadır. Bilindiği üzere, 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun (HMK) yürürlüğe girdiği 01.11.2011 tarihinden sonra 01.07.2012 tarihinde yürürlüğe giren 6102 sayılı Türk Ticaret Kanunu’nun (TTK) 5. maddesinde 6335 sayılı Kanun ile değişiklik yapılmış ve ticaret mahkemeleri ile asliye hukuk mahkemesi ve diğer hukuk mahkemeleri arasındaki ilişki iş bölümü ilişkisi olmaktan çıkarılıp görev ilişkisine dönüştürülmüştür. Görev kuralları kamu düzenine ilişkin olmasının yanında HMK’nın 114. maddesinde açıkça dava şartı olarak düzenlenmiş olduğundan, mahkemelerce ve temyiz incelemesi aşamasında Yargıtay’ca re’sen dikkate alınması gerekir. Bu kuralın tek istisnası, 6335 sayılı Kanunun 2. maddesi ile değişik 6102 sayılı TTK’nın 5/4. maddesinde düzenlenmiştir. Bu düzenlemeye göre yargı çevresinde ayrı bir asliye ticaret mahkemesi bulunmayan yerlerde, asliye hukuk mahkemelerine açılan davalarda görev kuralına dayanılmamış olması görevsizlik kararı verilmesini gerektirmez. Ticaret mahkemelerinin görevi TTK’nın 5. maddesinde düzenlenmiş ve maddenin 1. bendinde “Aksine hüküm bulunmadıkça, dava olunan şeyin değerine veya tutarına bakılmaksızın asliye ticaret mahkemesi tüm ticari davalar ile ticari nitelikteki çekişmesiz yargı işlerine bakmakla görevlidir.” denilmiştir. Bir davanın ticari dava olup olmadığı ise TTK’nın 4. maddesinde gösterilen ilkelere göre belirlenmekte olup, öğretide benimsenen görüşe göre de ticari davalar kendi aralarında mutlak ticari davalar ve nispi ticari davalar olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. Mutlak ticari davalar için tarafların sıfatlarına ve dava konusunun ticari işletme ile ilgili olup olmadığına bakılmazken, nispi ticari davalarda dava konusunun ticari işletme ile ilgili olup olmadığı kriter olarak kabul edilmiştir. Bu nedenle uyuşmazlığın çözümü için öncelikle “ticari işletme”, “ticari iş”, “tacir” ve “ticari dava” kavramları üzerinde kısaca durulmasında yarar vardır. Belirtmek gerekir ki 6102 sayılı Türk Ticaret Kanunu’nun hazırlanmasında esas itibariyle “ticari işletme” temelinden hareket edilmiş ve ticaret hukukunun önemli kurumları ticari işletme kavramı ile bağlantı kurularak tanımlanmıştır. Bu hususa TTK’nın 11. maddesinin gerekçesinde de değinilmiş ve “…ticari işletme kanunun temelidir; yani merkez kavramıdır; bu niteliği ile belirleyici, hatta tanımlayıcıdır…” denilmiştir. Ticari işletme, TTK’nın 11/1. maddesindeki tanıma göre; esnaf işletmesi için öngörülen sınırı aşan düzeyde gelir sağlamayı hedef tutan faaliyetlerin devamlı ve bağımsız şekilde yürütüldüğü işletmedir. Esnaf işletmesi ile ticari işletme arasındaki sınırın ise Bakanlar Kurulu tarafından çıkarılacak kararname ile belirleneceği hükme bağlanmıştır. Görüleceği üzere ticari işletmenin unsurları; esnaf işletmesi için öngörülen sınırın üzerinde bir gelir sağlamayı hedef tutan faaliyet, devamlılık ve bağımsızlık olarak düzenlenmiştir. Buradaki faaliyet iktisadi faaliyet olup, amacı gelir elde etmektir. Kanunda ticari işletme için herhangi bir miktarda gelir değil, esnaf işletmesi için öngörülen sınırı aşar düzeyde gelir sağlama amacı aranmıştır. TTK’nın 3. maddesinde “ticari iş” kavramı açıklanmış ve “Bu Kanunda düzenlenen hususlarla bir ticari işletmeyi ilgilendiren bütün işlem ve fiiller ticari işlerdendir.” denilmiştir. Bir işin ticari veya adi olması, farklı kuralların uygulanmasını gerektirir. Bir işin ticari olup olmadığını kanunda öngörülen kurallar uyarınca saptamak gerekir. Eğer iş ticari ise özel ticari kuralların uygulanması zorunlu olur. Ticari işletmeyi ilgilendiren bütün işler, yani, haklı veya haksız fiil yahut işletmeyi ilgilendiren her iş ayrık durumlar dışında, ticari iş sayılmıştır. Bu işler, eğer bir ticari işletmeyi ilgilendirmiyorsa ticari iş sayılmazlar (Eriş, G.: Ticari İşletme ve Şirketler, Ekim 2014, C. I, s.292). Ticaret hayatının temel süjesi olan “tacir” de yine işletme kavramı bağlamında tanımlanmış ve “bir ticari işletmeyi kısmen de olsa kendi adına işleten kişi”ye tacir deneceği TTK’nın 12/1. maddesinde belirtilmiştir. Maddenin devam eden bentlerinde; bir ticari işletmeyi kurup açtığını, sirküler, gazete, radyo, televizyon ve diğer ilan araçlarıyla halka bildirmiş veya işletmesini ticaret siciline tescil ettirerek durumu ilan etmiş olan kimsenin, fiilen işletmeye başlamamış olsa bile tacir sayılacağı ve bir ticari işletme açmış gibi, ister kendi adına, ister adi bir şirket veya her ne suretle olursa olsun hukuken var sayılmayan diğer bir şirket adına ortak sıfatıyla işlemlerde bulunan kimse, iyi niyetli üçüncü kişilere karşı tacir gibi sorumlu olacağı hüküm altına alınmıştır. Türk Ticaret Kanunu tacir kavramını gerçek kişiler ve tüzel kişilerde ayrı ayrı ele almış, gerçek kişilerde tacir sıfatının kazanılması bir ticari işletmenin mevcut olması, bir ticari işletmenin işletilmesi ve ticari işletmenin kısmen de olsa o kişi adına işletilmesi unsurlarına bağlanmıştır. Tüzel kişi tacir kavramının kapsamı ise TTK’nın 16/1. maddesinde düzenlenmiştir. TTK’nın “tüzel kişiler” başlıklı 16. maddesi, ticaret şirketleriyle, amacına varmak için ticari bir işletme işleten vakıflar, dernekler ve kendi kuruluş kanunları gereğince özel hukuk hükümlerine göre yönetilmek veya ticari şekilde işletilmek üzere Devlet, il özel idaresi, belediye ve köy ile diğer kamu tüzel kişileri tarafından kurulan kurum ve kuruluşlar da tacir sayılacaklarını belirlemiştir. Aynı maddenin 2. bendi Devlet, il özel idaresi, belediye ve köy ile diğer kamu tüzel kişileri ile kamu yararına çalışan dernekler ve gelirinin yarısından fazlasını kamu görevi niteliğindeki işlere harcayan vakıflar, bir ticari işletmeyi, ister doğrudan doğruya ister kamu hukuku hükümlerine göre yönetilen ve işletilen bir tüzel kişi eliyle işletsinler, kendilerinin tacir sayılmayacakları hükmünü içermektedir. Tacir sıfatının ticari işletmeye bağlı olduğu düşünüldüğünde, adlarına ticari işletme işletilen tüzel kişilerin kural olarak tacir sayılacağı açıktır. Tacir sıfatına bağlanan hüküm ve sonuçları ise; iflasa tabi olmak, ticaret unvanı kullanmak, işletmesini ticaret siciline tescil ettirmek, gerekli ticari defter ve kayıtları tutmak, basiretli bir iş adamı gibi hareket etmek, ticari örf ve adetlere tabi olmak, kanunda öngörülen ihtar ve ihbar şekillerine uymak, ticari iş karinesi, ticari işletmeyle ilgili görülen iş ve hizmetlerde kararlaştırılmamış olsa bile ücret isteyebilmek, avanslar ve giderler için faiz talep edebilmek, fatura vermek, faturaya ve teyit mektubuna süresinde itiraz etmemenin neticelerine katlanmak, ücret ve cezai şartın indirilmesini isteyememek, ticari yargı konusu olmak, ticari satış ve mal değişiminde özel hükümler, mal ve hizmet tedarikinde geç ödemenin özel sonuçları ve hapis hakkı bakımından özel düzenlemelerdir. Bu açıklamalardan sonra “ticari dava” konusuna gelindiğinde ise TTK’nın 4. maddesinde ticari davalar sayılmış olup bu maddeye göre her iki tarafın da ticari işletmesiyle ilgili hususlardan doğan hukuk davaları ile ticari nitelikteki çekişmesiz yargı işleri ve tarafların tacir olup olmadıklarına bakılmaksızın Türk Medeni Kanunu’nun, rehin karşılığında ödünç verme işi ile uğraşanlar hakkındaki 962 ilâ 969 uncu maddelerinde, 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun mal varlığının veya işletmenin devralınması ile işletmelerin birleşmesi ve şekil değiştirmesi hakkındaki 202 ve 203, rekabet yasağına ilişkin 444 ve 447, yayın sözleşmesine dair 487 ilâ 501, kredi mektubu ve kredi emrini düzenleyen 515 ilâ 519, komisyon sözleşmesine ilişkin 532 ilâ 545, ticari temsilciler, ticari vekiller ve diğer tacir yardımcıları için öngörülmüş bulunan 547 ilâ 554, havale hakkındaki 555 ilâ 560, saklama sözleşmelerini düzenleyen 561 ilâ 580 inci maddelerinde; fikrî mülkiyet hukukuna dair mevzuatta; borsa, sergi, panayır ve pazarlar ile antrepo ve ticarete özgü diğer yerlere ilişkin özel hükümlerde ve bankalara, diğer kredi kuruluşlarına, finansal kurumlara ve ödünç para verme işlerine ilişkin düzenlemelerde öngörülen hususlardan doğan hukuk davaları ticari dava sayılır. Bu düzenlemeye göre bir davanın ticari dava sayılabilmesi için tarafların her ikisinin tacir olması ve uyuşmazlığın her iki tarafın ticari işletmesiyle ilgili hususlardan doğması veya ticari nitelikte çekişmesiz yargı işi olması veyahut da açılan davanın maddede altı bent hâlinde sayılan davalardan olması gerekir. Taraflardan biri tacir değilse veya tacir olmasına rağmen uyuşmazlığın ticari işletmeyle ilgisi yoksa ticari davanın varlığından söz edilemez. Az yukarıda açıklandığı gibi ticari davalar, mutlak ticari davalar ve nispi ticari davalar olmak üzere iki gruba ayrılmaktadır. Mutlak ticari davalar, tarafların tacir olup olmadığına ve işin bir ticari işletmeyi ilgilendirip ilgilendirmediğine bakılmaksızın sırf dava konusunun TTK’da düzenlenmesi nedeniyle ticari sayılan davalardır. Mutlak ticari davalar TTK’nın 4/1. maddesinde bentler hâlinde sayılmıştır. Bunların yanında Kooperatifler Kanunu (m.99), İcra ve İflas Kanunu (m.154), Finansal Kiralama Kanunu (m.31) gibi bazı özel kanunlarda belirlenmiş ticari davalar da bulunmaktadır. Bu gruptaki davaların ticari dava sayılabilmesi için taraflarının tacir olması veya ticari işletmeleriyle ilgili olması gibi şartlar aranmaz. TTK’nın 4/1. bendinde sınırlı olarak sayılan davalar arasında yer alması veya özel kanunlarda ticari dava olarak nitelendirilmesi yeterlidir. Bu davalar kanun gereği ticari dava sayılan davalardır. Nispi ticari davalar ise, her iki tarafın ticari işletmesiyle ilgili olması hâlinde ticari nitelikte sayılan davalardır. TTK’nın 4/1. maddesine göre her iki tarafın ticari işletmesiyle ilgili hususlardan doğan ve iki tarafı da tacir olan hukuk davaları ticari dava sayılır. Bu hükme göre bir davanın ticari dava sayılabilmesi için, hem iki tarafın ticari işletmesini ilgilendirmesi hem de iki tarafın tacir olması gereklidir. Bu şartlar birlikte bulunmadıkça, uyuşmazlık konusunun ticari iş niteliğinde olması veya ticari iş karinesi sebebiyle diğer taraf için de ticari iş sayılması davanın ticari dava olması için yeterli değildir. Ticari iş karinesinin düzenlendiği TTK’nın 19/2. maddesi uyarınca, taraflardan biri için ticari iş sayılan bir işin diğeri için de ticari iş sayılması, davanın niteliğini ticari hale getirmez. TTK, kanun gereği ticari dava sayılan davalar haricinde, ticari davayı ticari iş esasına göre değil, ticari işletme esasına göre belirlemiştir. Hâl böyle olunca, işin ticari nitelikte olması davayı ticari dava hâline getirmez. Bu genel kuralın yanında TTK’nın 4. maddesinin son cümlesindeki düzenleme nedeniyle yalnızca bir tarafın ticari işletmesini ilgilendiren havale ve vedia gibi sözleşmelerden doğan davalarla fikri ve sınai haklara ilişkin davalar da ticari davadır. Yukarıda açıklandığı üzere bir davanın ticari dava sayılması için kural olarak ya mutlak ticari davalar arasında yer alması ya da her iki tarafın ticari işletmesiyle ilgili bulunması gerekirken, burada sayılan davaların ticari nitelikte sayılması için yalnızca bir yanın ticari işletmesiyle ilgili olması yeterli görülmüştür. Somut olayda uyuşmazlık akaryakıt bayilik sözleşmelerinden kaynaklanmaktadır. Bayilik sözleşmesi, Türk Borçlar Kanunu’nda veya özel yasalarda düzenlenmemiş olmakla birlikte öğretide kendine özgü bir sözleşme türü olarak kabul edilmekte ve taraflardan birinin (bayi) diğer tarafın mallarını satmak ve sürümünü artırmak üzere kendi adına ve hesabına dağıtmayı üstlendiği sürekli çerçeve sözleşme olarak tanımlanmaktadır. Bu tür sözleşmelerden kaynaklanan davaların ticari dava olduğuna ya da asliye ticaret mahkemelerinde görüleceğine dair yasal bir düzenleme bulunmamaktadır. Bu nedenle, eldeki davanın ticari dava olarak kabulü için uyuşmazlık konusunun her iki tarafın da ticari işletmesiyle ilgili olması ve her iki tarafın da tacir olması gerekmektedir. Her ne kadar Özel Daire bozma kararında davaya konu bayilik sözleşmelerinin ticari iş niteliğinde olduğu, bu nedenle davanın ticaret mahkemesinde görülmesi gerektiği belirtilmiş ise de, ticaret mahkemesinin görevinden, dolayısıyla işin ticari olduğundan söz edilebilmesi için sırf işin ticari nitelikte olması ve bir tarafın tacir olması yeterli olmayıp, her iki tarafın da tacir olması gerekmektedir. Somut uyuşmazlıkta davacının tacir, işin de davacı şirketin ticari işletmesiyle ilgili olduğu konusunda hiç bir tereddüt bulunmamaktadır. Ancak, davalıların 1581 sayılı Kanun ile kurulmuş olan tarım kredi kooperatif birlikleri olduğu gözetildiğinde, görevli mahkemenin tayini için davalıların da tacir olup olmadığı hususunun açıklığa kavuşturulması gerekmektedir. Toplumların sosyal ve ekonomik kalkınmasında önemli bir rol oynayan kooperatiflerin ülkemizdeki geçmişine bakıldığında; bugünkü tarım kredi kooperatiflerinin çekirdeğini oluşturan ve adına “memleket sandığı” denilen örgütlerin ilk kez 1863 yılında kurulduğu, Cumhuriyetin ilanından önce TBMM hükümeti döneminde İktisat Vekâletince “İstihsal, Alım, Satım Ortaklık Kooperatifleri Nizamnamesi”nin çıkarıldığı, Cumhuriyetin ilanından sonra ise 5 Ocak 1924 tarihinde 396 sayılı Yasa ile o zaman var olan Kara Ticareti Kanunu’na “İşbu 15. maddede adı geçen üç çeşit şirketten başka kooperatif yani ortaklık şirketleri de ticari şirketlerdendir” şeklindeki fıkranın eklendiği, yine 6762 sayılı Türk Ticaret Kanunu’ndan önce yürürlükte bulunan 29.05.1926 gün ve 865 sayılı Ticaret Kanunu’nun 121/I. maddesinde düzenlenen ticaret şirketleri arasında “kooperatif nevileri”nin de sayıldığı anlaşılmaktadır. Kooperatifler, 1 Ocak 1957 tarihinde yürürlüğe giren 6762 sayılı Türk Ticaret Kanunu’nda ise “Ticaret Şirketleri” ile ilgili bölümün sonunda yer alan 485 ilâ 502. maddeleri arasında düzenlenmiş, ancak bahsi geçen hükümler 24.04.1969 gün ve 1163 sayılı Kooperatifler Kanunu’nun yürürlüğe girmesi ile adı geçen kanunun 100. maddesi uyarınca yürürlükten kaldırılmıştır. 1163 sayılı Kooperatifler Kanunu’nun 1. maddesinde kooperatifin tanımı yapılmış ve tüzel kişiliği haiz olmak üzere ortaklarının belirli ekonomik menfaatlerini ve özellikle meslek veya geçimlerine ait ihtiyaçlarını işgücü ve parasal katkılarıyla karşılıklı yardım, dayanışma ve kefalet suretiyle sağlayıp korumak amacıyla gerçek kişilerle kamu tüzel kişileri tarafından kurulan değişir ortaklı ve değişir sermayeli ortaklıklar olarak tanımlanmıştır. Esasen 1163 sayılı Kooperatifler Kanunu’nun 1. maddesindeki tanımda, 21.04.2004 tarihinde 5146 sayılı Kanun ile yapılan değişiklikten önce kooperatif hakkında “teşekkül” ibaresi kullanılmışken anılan Yasa ile “ortaklık” kavramı getirilmiş ve değişiklik gerekçesinde de, kooperatiflerin nitelikleri hukuki bakımdan tartışma konusu olduğundan “teşekkül” kavramı yerine “ortaklık” kavramı kullanılarak kooperatiflerin gerçek kimliklerini kazanmalarının sağlanması olduğu belirtilmiştir. 1581 sayılı Kanunla kurulan tarım kredi kooperatifleri ise tarımsal üretimde kullanılmak üzere ortaklarına olabildiğince uygun ve yeterli koşullarda kredi sağlamak üzere kurulan kooperatiflerdir. Bireylerin ekonomik ve sosyal yönden dayanışma ihtiyacından doğan kooperatiflerin tacir olup olmadığı 6762 sayılı Türk Ticaret Kanunu döneminde tartışmalara konu olduğu gibi 6102 sayılı yeni Türk Ticaret Kanunu’nun 01.07.2012 tarihinde yürürlüğe girmesinden sonra da bu konudaki görüş ayrılıkları devam etmiştir. Az yukarıda belirtildiği gibi Kooperatifler Kanununun 1. maddesinde yer alan ve kooperatiflerin ticaret şirketi olup olmadığı, dolayısıyla tacir sayılıp sayılmayacağı tartışmalarının odağında bulunan “teşekkül” ibaresi 5146 sayılı Kanunla çıkarılıp, yerine “ortaklık” ibaresi getirilmekle birlikte doktrin ve Yargıtay kararlarında genel olarak kooperatiflerin ekonomik faaliyetini kâr amacı gütmeden sürdürdüğü, kooperatif ortaklarının kazanç elde edip bunu paylaşmaktan ziyade yardımlaşma ve dayanışma anlayışı içerisinde bir araya geldikleri, bu nedenle Kanunda kooperatifler “ortaklık (şirket)” olarak belirtilmiş olmakla birlikte bu ortaklığın “ticari nitelikte bir ortaklık” olduğu yönünde açıklama bulunmadığı, Kooperatifler Kanunu’nun 99. maddesinde yer alan bu kanundan kaynaklanan hukuk davalarının tarafların sıfatına bakılmaksızın ticari dava sayılacağı yönündeki hükümle de kooperatifle ortakları arasındaki uyuşmazlıkların amaçlandığı, kooperatiflerin sosyal bir fonksiyona sahip kendine özgü ortaklıklar olduğu belirtilerek tacir olmadığı ifade edilmiştir. Bu noktada belirtmek gerekir ki, yürürlükten kalkan 6762 sayılı Türk Ticaret Kanunu’nun 18/1. maddesinde olduğu gibi 6102 sayılı TTK’nın 16/1. maddesinde de bütün ticari şirketler tacir olarak sayılmış, İkinci Kitabın “Ticari Şirketler” i düzenleyen Birinci kısımda yer alan 124/1. maddesinde de 136. maddesi hükmü aynen tekrar edilerek ticari şirketlerin kollektif, komandit, anonim, limited ve kooperatif şirketlerden ibaret olduğu belirtilmiştir. Görüleceği üzere, Kooperatifler Kanunu yürürlükte olmasına karşın yeni TTK’nda da kooperatiflerin ticaret şirketi olduğu açık bir biçimde hüküm altına alınmıştır. Kanun koyucu yeni TTK’nda kooperatifleri ticaret şirketleri arasında saymanın yanında, Kooperatifler Kanunu’nun 1. maddesinde “ortaklık” olarak ifade edilen kooperatiflerin “ticari nitelikte bir ortaklık” olup olmadığı konusunda gerek doktrin gerekse yargısal kararlarda süregelen tartışmalar karşısında iradesini de 6102 sayılı TTK’nın 124. maddesinin gerekçesinde net bir şekilde açıklamıştır. Anılan madde gerekçesinde “kooperatif şirket” ibaresi ile ilgili tartışmanın 2004 yılında çıkarılan 5146 sayılı Kanun’la son bulduğu, çünkü anılan Kanunun kooperatifin şirket olduğunu belirttiği, gerçi Kanunun 1. maddesinde kooperatifin şirket olduğu ifade edilmekte ise de ticaret şirketi olup olmadığını açıkta bıraktığı, bu boşluk dolayısıyla bir tartışma başlatılabilir ve kooperatifin ticaret şirketi olmadığı teorik olarak ileri sürülebilir ve 124. maddenin kooperatifi ticaret şirketi olarak kabul etmesi eleştirilebilirse de böyle bir tartışmanın kooperatif şirketin niteliği tartışmasını davet edeceği belirtilerek “…Anılan şirket adi şirket olamayacağına göre Türk hukukunda üç çeşit şirket ortaya çıkmış olur. Kooperatif şirkete uygulanacak hükümler sorunu da diğer sorunların ortaya çıkmasına sebep olur. Tasarı, tüm bu çözümün güç sorunları ortadan kaldırmak amacıyla kooperatifin ticaret şirketi olduğunu hükme bağlamıştır.” demek suretiyle kooperatiflerin ticaret şirketi olduğunu vurgulamıştır. Kanun koyucunun kooperatifi ticaret şirketi, dolayısıyla tacir sayma iradesinin varlığı oldukça açıktır. Yeni Türk Ticaret Kanunu bakımından da ticaret şirketleri arasında sayılan kooperatiflerle ilgili ana düzenleme şüphesiz ki 1163 sayılı Kooperatifler Kanunu’dur. Bu Kanunun 3. maddesinde kooperatif ve şubelerinin ticaret siciline tescil olunacağı, 7. maddesinde kooperatifin ticaret siciline tescil ile tüzel kişilik kazanacağı, 98. maddesinde de bu Kanunda aksine açıklama olmayan hususlarda TTK’daki anonim şirketlere ait hükümlerin uygulanacağı düzenlenmiştir. Bu düzenleme nedeniyle TTK’nın özellikle anonim şirketlere ilişkin hükümleri ile 1163 sayılı Kanuna aykırı olmayan birleşme, bölünme ve tür değiştirmeye ilişkin hükümlerinin kooperatiflere uygulanacağı ve kooperatiflerin de defter tutmak zorunda olduğu açıktır. Ayrıca 99. maddesinde tarafı olduğu hukuk davalarının ticari dava sayılacağı düzenlendiği gibi 2004 sayılı İcra ve İflas Kanunu’nun 179. maddesindeki düzenleme uyarınca kooperatiflerin iflasa tabi oldukları da gözden kaçırılmamalıdır. Tüm bu yasal düzenlemeler birlikte değerlendirildiğinde kooperatiflerin ticaret şirketi ve tacir olduğu açıkça görülmektedir. Bu açık kanun hükümleri karşısında ticaret siciline tescili zorunlu olan, ancak bu şekilde tüzel kişilik kazanabilen, ticari defterler tutan, ortaklarının sermaye koyma borcu bulunan, şirketler ile birlikte düzenleme yapılıp birleşme, bölünme ve tür değiştirme şartları düzenlenen ve iflasa tabi olan kooperatifin ticaret şirketi ve tacir sayılmaması mümkün değildir. Ayrıca belirtmek gerekir ki, kooperatifler tek amacı kâr elde etmek olmamakla birlikte, ortaklarının ekonomik menfaatlerini geliştirmeyi amaçlayan ticari birer ortaklıktır. Kooperatiflerin kârlılık ilkesini büsbütün bir kenara bıraktıkları da söylenemez, aksi takdirde varlıklarını sürdürmeleri beklenemez. Kâr elde edilip bunun ortakları arasında paylaşılıp paylaşılmadığı, diğer bir deyişle ne şekilde tasarruf edildiği kooperatifin amacının ekonomik olduğu gerçeğini değiştirmemektedir. Kooperatif şirketinin TTK’nın 124. maddesinde şahıs ve sermaye şirketleri arasında gösterilmemiş olması da kanunun açık lafzı karşısında kooperatifin ticaret şirketinin sayılmasına engel değildir. Kooperatif şirketler bütün ticaret kanunlarında adı geçen ticari ortaklıklardan biri olduğu gibi 865 sayılı Ticaret Kanunu döneminde verilen 07.11.1945 gün ve 1944/8 E., 1945/14 K. sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Genel Kurulu Kararında da kooperatif şirketleri, ortaklarının sıfatı ve işlemlerinin niteliği ne olursa olsun ticaret şirketi kabul edilmiştir. O dönemde yapı kooperatiflerinin tacir sayılıp sayılmayacağı konusunda farklı yargı kararlarının ortaya çıkması nedeniyle içtihatların birleştirilmesi yoluna gidilmiş ve “Ticaret Kanunu’nda, mutlak surette tacir addolunacağı ve ticaret şirketleri nevinden olduğu tasrih olunan ve ticaret şirketlerinin bütün mümeyyiz vasıflarını haiz bulunan kooperatif şirketlerini, muameleleri bakımından medeni veya ticari diye ayırt etmeye kanun hükümleri müsait olmadığından, bu şirketleri, ortaklarının sıfatı ve muamelelerinin vasfı ne olursa olsun sadece ortaklığın hukuki şekline göre ticari şirketlerden madut olduğuna ve şirket azası arasında çıkan davanın Ticaret mahkemelerinde görülmesi gerekli bulunduğuna” karar verilmiştir. Öğretide de, Kooperatifler Kanununun 1. maddesinde 2004 yılında yapılan değişiklik ile kooperatifin tacir olup olmadığı hususundaki tartışmanın noktalandığı ve kooperatifin şirket niteliğinde bulunduğunun vurgulandığı, 6102 sayılı TTK’nın 124/1. maddesi ile de ticaret şirketi niteliğinde olduğunun bir kez daha teyit edildiği (Arkan, S.: Ticari İşletme Hukuku, 20.Bası, 2015, s.123), kooperatifin tacir sayılmayacağı yönündeki yorumun kanuna aykırı (contra legem) bir yorum faaliyeti olduğu, 07.11.1945 gün ve 1944/8 E., 1945/14 K. sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Genel Kurulu kararında da tespit edildiği üzere kooperatifin “… ticari işletme işletip işletmediğinden bağımsız olarak (hukuki) şekli (kalıbı) dolayısıyla tacir…” (Kırca, İ.: Kooperatiflerin Tacir Niteliği Hakkında, Banka ve Ticaret Hukuku Dergisi, Haziran 2017, s.5-25) olduğu ifade edilmektedir. Hukuk Genel Kurulundaki görüşmeler sırasında, Kooperatifler Kanunu’nun 1. maddesindeki tanımda kooperatifin ortaklık olduğu belirtilmiş ise de bunun ticari nitelikte bir ortaklık olduğunun belirtilmediği, kooperatiflerde amacın kazanç elde edip bunu ortaklar arasında paylaşmak olmayıp, ortakların ekonomik menfaatlerini, özellikle meslek veya geçimlerine ilişkin ihtiyaçlarını iş gücü ve parasal katkılarıyla karşılıklı yardım, dayanışma ve kefalet suretiyle korumak ve gidermek maksadıyla bir araya geldikleri, aksi bir kabulün Anayasa’nın kooperatifleri düzenleyen hükmünde belirtilen amacına uygun düşmeyeceği, Yargıtay’ın istikrar kazanan kararlarında da kooperatiflerin tacir olarak kabul edilmediği, bu durumda somut olayda davacının ticari işletmesiyle ilgili bir uyuşmazlık var ise de davalı taraf için ticari işletmeyle ilgili bir uyuşmazlığın söz konusu olmadığı, dolayısıyla eldeki davanın nispi ticari dava olarak kabul edilemeyeceği ve yerel mahkeme kararının onanması gerektiği görüşü ileri sürülmüş ise de, bu görüş yukarıda açıklanan gerekçelerle kurul çoğunluğunca kabul edilmemiştir. Somut olayda davalı kooperatiflerin tacir olduğu, faaliyetleri bakımından da akaryakıt satım işletmesine sahip bulundukları ve bu kapsamda bayilik sözleşmeleri yaptıkları anlaşılmakla açılan davaya bakma görevinin ticaret mahkemesine ait olduğunun kabul edilmesi gerekir. Hâl böyle olunca, eldeki davaya bakma görevi 6102 sayılı TTK’nın 4/1. maddesi uyarınca ticaret mahkemesine ait olup, Özel Dairenin bozma gerekçesi yanında yukarıda açıklanan genişletilmiş gerekçe ile bozma kararına uyulması gerekirken, göreve ilişkin dava şartı noksanlığı nedeniyle davanın usulden reddine dair verilen önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır. Açıklanan nedenlerle direnme kararı bozulmalıdır. SONUÇ : Davacı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile direnme kararının yukarıda açıklanan gerekçelerle BOZULMASINA, istek hâlinde temyiz peşin harcının yatırana geri verilmesine, karar düzeltme yolu kapalı olmak üzere 29.11.2017 gününde oy çokluğu ile karar verildi. KARŞI OY Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık, dava konusunun davacının ticari işletmesiyle ilgili olup aynı konunun davalılar için de ticari işletmesiyle ilgili olup olmadığı, 6102 sayılı TTK’nın 4/1. maddesi uyarınca her iki tarafın ticari işletmesiyle ilgili hukuk davası (nispi ticari dava) olup olmadığı konusudur. Her iki tarafın ticari işletmesiyle ilgili hukuk davası var denilir ise nispi ticari dava sayılıp asliye ticaret mahkemesi görevli olacak, davalı tarafın ticari işletmesiyle ilgili bir dava yok sayılır ise nispi ticari dava sayılmayıp genel görevli asliye hukuk mahkemesi görevli olacaktır. Hukuk Genel Kurulu çoğunluğu, davalı tarafta yer alan tüzel kişi kooperatifler hakkındaki davanın da ticari işletmeleriyle ilgili nispi ticari dava kabul ederek asliye ticaret mahkemesinin görevli olduğunu kabul etmiştir. Aşağıda açıkladığım sebeplerle çoğunluk görüşüne katılamıyorum. 1163 sayılı Kooperatifler Kanunu’nun 1. maddesinde kooperatifler, “Tüzel kişiliği haiz olmak üzere ortaklarının belirli ekonomik menfaatlerini ve özellikle meslek veya geçimlerine ait ihtiyaçlarını iş gücü ve parasal katkılarıyla karşılıklı yardım, dayanışma ve kefalet suretiyle sağlayıp korumak amacıyla gerçek ve tüzel kişiler tarafından kurulan değişir ortaklı ve değişir sermayeli ortaklıklar” olarak tanımlanmıştır. Maddede, kooperatifin ortaklık (şirket) olduğu belirtilmiş ise de, bu ortaklığın “ticari nitelikte bir ortaklık” olduğu yönünde bir açıklama ve belirleme yapılmamıştır. Kooperatifler Kanunu’nun 1. maddesinde gösterilen bu tanımdan açıkça anlaşılacağı üzere kooperatiflerde amaç, diğer ticaret şirketlerinden farklı olarak kazanç elde etmek ve bunu ortakları arasında paylaşmak olmayıp, ortakların ekonomik menfaatlerini, özellikle meslek veya geçimlerine ait ihtiyaçlarını iş gücü ve parasal katkılarıyla karşılıklı yardım, dayanışma ve kefalet suretiyle sağlayıp korumak ve gidermektir. Kooperatifler, kâr – zarar amacından ziyade sosyal yönü ağır basan ortaklıklardır. Bu tanım ve amaç 2709 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’mn 171. maddesinde, “Devlet, milli ekonominin yararlarını dikkate alarak, öncelikle üretimin artınlmasını ve tüketicinin korunmasını amaçlayan kooperatifçiliğin gelişmesini sağlayacak tedbirleri alır.” şeklinde anlamını bulmuştur. Bu tanım ve düzenlemelere göre, yapı kooperatiflerini tacir kabul edip, tacir sıfatının sonuçlarıyla sorumlu tutmak mümkün değildir. Aksi bir kabul, kooperatiflerin ticari kazanç elde etme amacına yönelik hareket etmeleri sonucunu doğurur ki, bu durumun Anayasa’da dahi kendisine yer verilen kooperatifçiliğin amacına uygun düşmeyeceği açıktır. 6102 sayılı Türk Ticaret Kanunu’nun 124/1. maddesinde, “Kooperatifler” ticaret şirketleri arasında sayılmış ise de, aynı maddenin 2. bendinde kooperatifler “Şahıs şirketleri” ve “Sermaye şirketleri” arasında gösterilmemiştir. TTK’nın 124. maddesinin 1 ve 2. bentleri ile 1163 sayılı Kooperatifler Kanunu’nun 1. maddesi birlikte değerlendirildiğinde yapı kooperatiflerinin “ticaret şirketi” olmadığı, sosyal niteliği ağır basan kendine özgü bir ortaklık olduğu anlaşılmaktadır. Kaldı ki, bu düzenlemelere benzer hükümler, 6762 sayılı mülga Türk Ticaret Kanunu’nda da bulunmasına rağmen (md 18, 136), Yargıtay’ın istikrar kazanan uygulamasında yapı kooperatifleri tacir olarak kabul edilmemiştir. (Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 07.02.1996 tarih ve 1995/956 E, 196/45 K., Yargıtay 15. Hukuk Dairesi’nin 11.6.2015 tarih ve 2014/5062 E, 2015/3271 K. Yargıtay 23. Hukuk Dairesi’nin 05.04.2016 tarih ve 2014/10937 E., 2016/2136 K. Ve 08.06.2016 tarih ve 2015/1147 E., 2016/3470 sayılı ilamları aynı yöndedir.) Davalı tüzel kişi kooperatifler 1581 sayılı kanuna göre kurulmuş tarım kredi kooperatifleri ve birlikleridir. 1163 sayılı Kooperatifler Kanununun 1. maddesine benzer şekilde aynı ifade ve ibareler 1581 sayılı Kanunun 1. maddesinde yer almakta, fazla olarak 2. fıkrasında ”ortak ürünleri üzerinde ticaret ve komisyonculuk yapanlar, faizle para veya mal olarak kredi verenler bu kooperatiflere giremezler” demektedir ki evleviyet kuralı ve yasaklama gözetildiğinde, ticari iş ve işletmeleriyle ilgili bir uyuşmazlık olmadığını kabulde zorunluluk bulunmaktadır. Hal böyle olunca davacı tarafın ticari işletmesiyle ilgili bir uyuşmazlık var ise de yukarıda sayılan kanuni düzenlemeler gözetildiğinde davalı taraf için ticari işletmesiyle ilgili bir uyuşmazlık bulunmadığını kabul etmek zarureti ortaya çıkmaktadır. 6102 sayılı TTK’nın 4/1. maddesi uyarınca her iki tarafın ticari işletmesiyle ilgili hukuk davası (nispi ticari dava) olmadığı, buna göre asliye ticaret mahkemesi değil asliye hukuk mahkemesi görevlidir. Aynı yöne ilişen direnme kararı da usul ve yasaya uygun olup onama görüşünde olduğumdan aksi yöndeki çoğunluk görüşüne katılamıyorum.
TİCARET HUKUKU
11. Hukuk Dairesi 2021/23 E. , 2022/2524 K. “İçtihat Metni” MAHKEMESİ :ASLİYE HUKUK MAHKEMESİ Taraflar arasında görülen davada Susurluk Asliye Hukuk Mahkemesi’nce bozmaya uyularak verilen 01.10.2020 tarih ve 2019/547 E. – 2020/291 K. sayılı kararın Yargıtayca incelenmesi davacı vekili tarafından istenmiş ve temyiz dilekçesinin süresi içinde verildiği anlaşılmış olmakla, dava dosyası için Tetkik Hakimi … tarafından düzenlenen rapor dinlendikten ve yine dosya içerisindeki dilekçeler, duruşma tutanakları ve tüm belgeler okunup, incelendikten sonra işin gereği görüşülüp, düşünüldü: Davacı vekili, davalı şirketin 03/09/2014 tarihinde olağan genel kurul toplatısı yaptığını, genel kurul çağrısının usulüne uygun olmadığını, müvekkiline yapılan tebligatın “aynı konutta yakınına/hizmetçisine” ibaresi işaretlenerek …’nun imzasına yapıldığını, …’nun müvekkilinin hizmetçisi ya da aynı konutta yaşadığı biri olmadığını, genel kurulda murakıplığa seçilen denetçinin davalı şirketin defterlerini tutan muhasebecinin yanında çalışan şahıs olduğunu, şirketin muhasebe işlerinde bizzat faaliyette bulunduğunu, denetçi seçiminin TTK’nın 440. maddesine aykırı olduğunu ileri sürerek 03/09/2014 tarihinde yapılan olağan genel kurulun iptali ile genel kuruldaki kararların geçersizliğine ve tedbiren şirkete kayyum atanmasına karar verilmesini talep ve dava etmiştir Davalı vekili, zamanaşımı itirazında bulunduklarını, yapılan genel kurul toplantı nisabında herhangi bir usulsüzlük bulunmadığını savunarak davanın reddini istemiştir. Mahkemece, bozma ilamına uyulmak suretiyle yapılan yargılama sonunda, TTK’nın 445. maddesinde 446. maddede belirtilen kişilerin, kanun veya esas sözleşme hükümlerine ve özellikle dürüstlük kuralına aykırı olan genel kurul kararları aleyhine karar tarihinden itibaren 3 ay içinde iptal davası açabileceğinin hükme bağlandığı, TTK’nın 446/1-b maddesinde ise toplantıda hazır bulunsun veya bulunmasın, olumsuz oy kullanmış olsun ya da olmasın; çağrının usulüne göre yapılmadığını, gündemin gereği gibi ilan edilmediğini, genel kurula katılma yetkisi bulunmayan kişilerin veya temsilcilerinin toplantıya katılıp oy kullandıklarını, genel kurula katılmasına ve oy kullanmasına haksız olarak izin verilmediğini ve yukarıda sayılan aykırılıkların genel kurul kararının alınmasında etkili olduğunu ileri süren pay sahiplerinin iptal davası açabilecekleri hükmüne yer verildiği, davalı şirket ana sözleşmesinin “Toplantı Ve Karar Nisabı” başlıklı 20. maddesinde, genel kurul toplantılarında, toplantı ve karar nisabı için 6102 sayılı TTK hükümlerinin uygulanacağının belirtildiği, Kanun’un “Toplantı ve Karar Nisabı” başlıklı 418. maddesinde, genel kurulun, TTK’da veya esas sözleşmede, daha ağır nisap öngörülmüş bulunan hâller hariç, sermayenin en az dörtte birini karşılayan payların sahiplerinin veya temsilcilerinin varlığıyla toplanabileceği ve bu nisabın toplantı süresince korunmasının şart olduğu, kararların ise toplantıda hazır bulunan oyların çoğunluğu ile alınabileceği hükmünün getirildiği, davalı şirketin sermayesinin toplam 50.000,00 TL itibari değere sahip paydan ibaret olduğu,dava konusu genel kurul toplantısına toplam 33.400,00 TL itibarı paya sahip hissedarların katıldığı, TTK’da öngörülen toplantı nisabının sağlandığı, kararların oybirliği ile alınarak karar nisabının da sağlandığı, iptali talep edilen olağan genel kurul toplantısının 03/09/2014 tarihli olduğu, davanın açıldığı 18/12/2014 tarihi itibariyle TTK’nın 445. maddesinde öngörülen 3 aylık dava açma süresinin dolduğu, davacının davalı şirketin temsil edilmediği iddiası ile şirkete tedbiren kayyum atanmasını da talep ettiği ancak sermaye şirketlerine yönetim kayyumu atanabilmesi şartlarının bulunmadığı gerekçesiyle davacının şirkete tedbiren kayyum atanması talebinin ve süresinde açılmayan davanın reddine karar verilmiştir. Karar, davacı vekili tarafından temyiz edilmiştir. Dosyadaki yazılara, mahkemece uyulan bozma kararı gereğince hüküm verilmiş olmasına ve delillerin takdirinde bir isabetsizlik bulunmamasına göre, davacı vekilinin bütün temyiz itirazları yerinde değildir. SONUÇ: Yukarıda açıklanan nedenlerden dolayı, davacı vekilinin bütün temyiz itirazlarının reddiyle usul ve kanuna uygun bulunan hükmün ONANMASINA, aşağıda yazılı bakiye 26,30 TL temyiz ilam harcının temyiz eden davacıdan alınmasına, 28/03/2022 tarihinde oyçokluğuyla karar verildi. KARŞI OY 1- Dava, genel kurul kararıyla şirkete denetçi seçilmesine dair anonim şirket genel kurul kararının iptali istemine ilişkindir. 2- Mahkemece, davacının genel kurul kararının iptali davasını üç aylık yasal süre içerisinde açmadığı gerekçesiyle davanın reddine karar vermiştir. 3- Anonim şirket genel kurul kararlarının iptali davasının, pay sahiplerine usulüne uygun tebligat yapılsın veya yapılmasın, toplantı tarihinden itibaren en geç üç ay içerisinde açılması gerektiği, kendilerine usulüne uygun toplantı tarihi tebliğ edilmeyen pay sahiplerinin ise toplantıda muhalif oy kullanma ve muhalefet gerekçesini tutanağa geçirme şartı olmaksızın bu süre içerisinde dava açabilecekleri konusunda Daire üyeleri arasında bir görüş ayrılığı bulunmamaktadır. Keza, yokluk ve butlan sebeplerinin varlığı halinde ise, hukuki yararı olmak koşuluyla, belirli bir süreye bağlı olmaksızın genel kurul toplantısında alınan kararların iptalinin talep edilebileceği hususunda da bir görüş ayrılığı bulunmamaktadır. 4- Anonim şirket genel kurul kararlarının butlan sebepleri konusunda 6102 sayılı TTK’nın 447. Maddesinde “a) Pay sahibinin, genel kurula katılma, asgari oy, dava ve kanundan kaynaklanan vazgeçilemez nitelikteki haklarını sınırlandıran veya ortadan kaldıran, b) Pay sahibinin bilgi alma, inceleme ve denetleme haklarını, kanunen izin verilen ölçü dışında sınırlandıran, c) Anonim şirketin temel yapısını bozan veya sermayenin korunması hükümlerine aykırı olan” kararların butlanının talep edilebileceği düzenlenmiştir. 5- 6762 sayılı eTTK’da anonim şirketlerin organları; idare meclisi (yönetim kurulu), murakıplar (denetim kurulu) ve umumi heyet (genel kurul) olarak sayılmış iken, 6102 sayılı TTK’da denetim kurulu anonim şirketin organı olmaktan çıkartılmış ve anonim şirket organları yönetim kurulu ile genel kurul olarak düzenlenmiştir. Yeni düzenlemede, anonim şirketlerin kendi yönetim organının oluşturduğu iç denetim yanında, yönetim organını denetleyen bağımsız bir dış denetim, diğer bir anlatımla organ vasfı olmayan bir denetim mekanizması öngörmüş ve gerek kanunun genel gerekçesinde, gerekse TTK’nın 397 vd. maddelerinin gerekçesinde bağımsız denetimin esaslarına özel bir önem ve anlam verilmiştir. Diğer bir anlatımla, bir anonim şirkette, kanunun öngördüğü organların dışında, 6762 sayılı eTTK’da olduğu gibi bir denetim organı veya başka bir organ oluşturulması mümkün değildir. Bu husus anonim şirketlerin temel yapısına ilişkin bir husus olup, şirket genel kurulunda aksine karar alınması TTK’nın 447/1-c maddesi uyarınca açık bir butlan sebebi teşkil edeceği konusunda Daire heyeti üyeleri arasında bir görüş ayrılığı bulunmamaktadır. 6- Anonim şirketlerde bağımsız denetimin ne surette sağlanacağı ise TTK’nın 397 vd. maddelerinde düzenlenmiştir. 6102 sayılı TTK’nın yasalaştığı ilk halinde, tüm anonim şirketler için öngörülen zorunlu bağımsız denetim esasları, yasa henüz yürürlüğe girmeden önce 26.06.2012 tarih ve 6335 sayılı K. ile kısmen değiştirilmiş ve 398.maddedeki denetleme mekanizmasının tüm şirketler yönünden değil, 397/4 maddesi uyarınca, kapsamı Cumhurbaşkanınca (daha önce BK tarafından) belirlenecek şirketler yönünden uygulanacağı kabul edilmiştir. Bu şirketler, niteliklerine, işçi sayılarına ve sermaye büyüklüklerine göre göre son olarak 26.03.2018 tarih ve 2018/11597 sayılı BKK ile belirlenmiştir (bkz. https://turmob.org.tr/). 7- Kanun’a 28.03.2013 tarih ve 6455 sayılı K. ile eklenen 397/5. Maddesi uyarınca, 4. Fıkra kapsamı dışında kalan diğer şirketlerin denetimine ilişkin usul ve esasları ile denetim yapacak denetçilerin niteliklerine, uyacakları etik ilkelere, görev ve yetkilerine, seçilmelerine, görevden alınmalarına veya ayrılmalarına; denetimin ve denetim raporlarının içeriğine ve raporun genel kurula sunulmasına ilişkin hususların Cumhurbaşkanınca çıkarılacak yönetmelikle düzenleneceği kabul edilmiş ise de bu Yönetmelik bu zamana kadar henüz çıkartılmamıştır. Mevcut durumda, kapsam dışında bulunan şirketlerin denetim ve denetçilere ilişkin esaslar henüz belirlenmemiş ve bu konuda Kanun (mevzuat) boşluğu bulunsa da, Kanun’un kapsam dışı şirketler yönünden bağımsız denetim anlayışından vazgeçtiği söylenemez. Esasen bu hususta da Daire heyet üyeleri arasında bir görüş ayrılığı bulunmamaktadır. 8- Keza kapsam dışı şirketlerin genel kurul kararıyla kendilerine haricen dış denetçi atayabilecekleri konusunda da bir görüş ayrılığı bulunmamaktadır. 9- Daire çoğunluğu, somut olayda kapsam dışı davalı Martar A.Ş.’nin sadece şirkete denetçi seçtiği ve bu denetçinin seçimine ve niteliklerine ilişkin hususların ancak TTK’nın 445 ve 446. Maddeleri uyarınca üç aylık yasal süre içerisinde açılacak iptal davasına konu olacağını kabul etmektedir. Oysa, dosyada bulunan davalı şirketin genel kurul toplantısının duyurulmasına ilişkin ilanda “Denetim Kurulu üyelerinin seçimi” gündem maddesinin yer alması ve genel kurul toplantı tutanağının 8. Maddesinde “… Denetim kurulu üye seçimine geçildi. … Murakıplığa … seçildi”, 9. Maddesinde ise “… Denetim kurulu üyelerine ücret ödenmemesine oybirliğiyle karar verildi” ifadelerinden, davalı şirketin, 6102 sayılı TTK ile kaldırıldığı halde “ORGAN” olarak murakıp seçtiği ve böylelikle, anonim şirketler için artık Kanun’da olmayan bir organ oluşturulduğundan bu kararın anonim şirketlerin temel yapısını bozan ve “butlan” ile batıl olan bir karar olduğu ve dava açmanın belirli bir süreye tabi olmadığı kararın bu nedenle bozulması gerektiği düşüncesindeyiz. Dairemizin her ikisi de oybirliğiyle alınan, 28.09.2020 tarih ve 2019/1802 E. – 2020/3601 K. sayılı kararı ile bu kararın karar düzeltme isteminin reddine dair 09.03.2022 T. ve 2021/418 E. – 2022/1674 sayılı kararı da tamamen bu doğrultudadır. Bu nedenle, yapılan seçimi şirkete organ oluşturulması değil de basit bir denetçi seçimi olarak görün Daire çoğunluk görüşüne katılmıyoruz. 10- Öte yandan, her ne kadar kapsam dışı şirketler yönünden TTK’nın 398 vd. maddeleri doğrudan uygulanacak kurallar değil ise de, mevcut kanun (mevzuat) boşluğunda, denetçilerin “bağımsız” nitelikte olması yeni dönemde yapılacak şirket dış denetiminde aranan zorunlu bir unsur olduğunu, mevzuattaki boşluğun Cumhurbaşkanlığınca doldurulmasına kadar kapsam içi şirketler için geçerli denetim esaslarının, kapsam dışı şirketler yönünden de uygulanması ve TMK’nın 1/2. Maddesi uyarınca mevcut boşluğun bu şekilde doldurulması gerektiğini düşünmekteyiz. Yukarıda zikredilen bu husus Dairemizin oybirliği ile alınan kararında da bu şekilde zikredilmiştir. Somut olayda, davalı şirketin murakıbı olarak seçilen şahsın, şirket muhasebecisinin yanında çalışan bir kişi olması hasebiyle, yapılan seçimin TTK’nın 400/1-e-f-g. Maddesinde aranan “e) Denetlenecek şirketin defterlerinin tutulmasında veya finansal tablolarının düzenlenmesinde denetleme dışında faaliyette veya katkıda bulunmuşsa, f) Denetlenecek şirketin defterlerinin tutulmasında veya finansal tablolarının çıkarılmasında denetleme dışında faaliyette veya katkıda bulunduğu için (e) bendine göre denetçi olamayacak gerçek veya tüzel kişinin veya onun ortaklarından birinin kanuni temsilcisi, temsilcisi, çalışanı, yönetim kurulu üyesi, ortağı, sahibi ya da gerçek kişi olarak bizzat kendisi ise, g) (a) ila (f) bentlerinde yer alan şartları taşıdığı için denetçi olamayan bir denetçinin nezdinde çalışıyorsa,” temel kurala ve anonim şirketlerin temel yapısına aykırı ve nedenle de mutlak butlanla batıl olduğu, dava açmanın süreye tabi olmadığını düşündüğümüzden Daire çoğunluğunun konuyu iptal davası olarak gören aksi yöndeki görüşüne katılmıyoruz.
11. Hukuk Dairesi 2020/5986 E. , 2021/3832 K. “İçtihat Metni” MAHKEMESİ : BÖLGE ADLİYE MAHKEMESİ 2. HUKUK DAİRESİ Taraflar arasında görülen davada Bitlis Asliye Hukuk Mahkemesince verilen 11/12/2019 tarih ve 2019/482 E. – 2019/677 K. sayılı kararın davacı vekili tarafından istinaf edilmesi üzerine, istinaf isteminin esastan reddine dair Van Bölge Adliye Mahkemesi 2. Hukuk Dairesi’nce verilen 12/03/2020 tarih ve 2020/131 E. – 2020/128 K. sayılı kararın Yargıtay’ca incelenmesi davacı vekili tarafından istenmiş ve temyiz dilekçesinin süresi içinde verildiği anlaşılmış olmakla, dava dosyası için Tetkik Hakimi … tarafından düzenlenen rapor dinlendikten ve yine dosya içerisindeki dilekçe, layihalar, duruşma tutanakları ve tüm belgeler okunup, incelendikten sonra işin gereği görüşülüp, düşünüldü: Davacı vekili; 17/05/1934 doğumlu davacının sekiz çocuğunun bulunduğunu, davalının davacının oğlu olduğunu, davalının iş kazası nedeniyle %75 ağır engelli hale geldiğini ve kendi gücüyle çalışarak kazanç sağlamayamadığını, gelir getirici herhangi bir işte çalışmayan davalının hayvan almak için davacının bilgisizliğinden, tecrübesizliğinden yararlanarak ve okuma yazma bilmemesini fırsat bilerek hileli davranışlarla davacıdan iki adet senet aldığını, senetlerin hatır senedi olduğunu, davalının senetlere dayalı icra takipleri başlattığını belirterek bedelsiz olan senetler nedeniyle davacının borçlu olmadığının tespiti ile icra takiplerinin iptaline ve kötü niyet tazminatına karar verilmesini talep ve dava etmiştir. Dava dilekçesi davalıya tebliğe çıkarılmamıştır. Mahkemece tüm dosya kapsamı göre; dava dilekçesinden anlaşıldığı üzere davaya konu icra takibinin dayanağının kambiyo senetleri olduğu, kambiyo senetlerinden kaynaklanan davaların 6102 sayılı Kanun çerçevesinde ticari nitelikte olduğu, davacının davasını Asliye Ticaret Mahkemesi sıfatıyla açtığı, bu durumda 6102 SK 5/A maddesi ve 6325 SK 18/a maddesi gereği ticari davalarda zorunlu arabuluculuğa başvurma dava şartının yerine getirilmeden davanın açılmış olduğu gerekçesiyle davanın dava şartı yokluğu nedeniyle usulden reddine karar verilmiştir. Karara karşı davacı vekilince istinaf isteminde bulunulmuştur. Bölge Adliye Mahkemesince, davacının arabulucuya başvurmadan 09/12/2019 tarihinde eldeki davayı açtığı, bu durumda ilk derece mahkemesince verilen kararın usul ve esas yönünden hukuka uygun olduğu gerekçesiyle davacı vekilinin istinaf başvurusunun 6100 sayılı HMK’nın 353/1-b-1 maddesi uyarınca esastan reddine karar verilmiştir. Kararı, davacı vekili temyiz etmiştir. Dava, kambiyo senedinden kaynaklanan menfi tespit talebine ilişkindir. İlk Derece Mahkemesince davanın dava şartı yokluğu nedeniyle usulden reddine ilişkin verilen karara yönelik istinaf başvurusunun, Bölge Adliye Mahkemesince esastan reddine karar verilmiştir. 7155 sayılı Kanun’un 20. maddesi ile 6102 sayılı TTK’ya eklenen dava şartı olarak arabuluculuk başlıklı 5/A maddesinde; “(1) Bu kanunun 4’üncü maddesinde ve diğer kanunlarda belirtilen ticari davalardan, konusu bir miktar paranın ödenmesi olan alacak ve tazminat talepleri hakkında dava açılmadan önce arabulucuya başvurulmuş olması dava şartıdır.” düzenlemesi getirilmiştir. Madde metni herhangi bir tereddüde ve yanlış anlamaya yer vermeyecek şekilde açık yazılmıştır. TTK’ya bu maddenin eklenmesini sağlayan 7155 sayılı Kanun’un genel gerekçesinin bu konuyla ilgili kısmı ve madde için özel olarak yazılan gerekçe de bu açık anlamı desteklemektedir. Hal böyle iken, menfi tespit davalarının ticari bir dava olduğu için TTK’nın 5/A maddesi kapsamına alınması ve böyle bir davayı açmak isteyen kişinin önce arabulucuya başvurmaya zorlanması, kanuna aykırı olduğu gibi ticari davalarda arabuluculuğa başvuruyu dava şartı olarak öngören madde hükmünün amaçsal yorumundan da Yasa Koyucu’nun bilinçli olarak menfi tespit davalarını arabulucuk dava şartına tabi tutmadığı anlaşılmaktadır. Açıklanan nedenlerle ticari nitelikteki menfi tespit davalarında dava açılmadan önce arabulucuğa gidilmesinin zorunlu olmadığı ve arabulucuya gidilmiş olmasının bir dava şartı olmadığı hususu dikkate alınarak karar verilmesi gerekirken İlk Derece Mahkemesince bu hususlar gözetilmeden yazılı şekilde hüküm kurulmasının isabetsiz olduğu nazara alınmaksızın istinaf başvurunun esastan reddine karar verilmesi doğru görülmemiştir. SONUÇ: Yukarda açıklanan nedenlerle, davacı vekilinin temyiz isteminin kabulü ile İlk Derece Mahkemesince verilen karara yönelik istinaf başvurusunun esastan reddine ilişkin Bölge Adliye Mahkemesi kararının BOZULARAK KALDIRILMASINA, HMK’nın 373/1. maddesi uyarınca dava dosyasının İlk Derece Mahkemesine, kararın bir örneğinin Bölge Adliye Mahkemesine gönderilmesine, ödediği peşin temyiz harcının isteği halinde temyiz eden davacıya iadesine, 20/04/2021 tarihinde oyçokluğuyla karar verildi. KARŞI OY Yapılan yargılama ve saptanan somut uyuşmazlık bakımından uygulanması gereken hukuk kuralları gözetildiğinde İlk Derece Mahkemesince verilen kararda bir isabetsizlik olmadığının anlaşılmasına göre yapılan istinaf kanun yolu başvurusunun HMK 353/b-1 maddesi uyarınca Bölge Adliye Mahkemesince esastan reddine ilişkin kararın usul ve yasaya uygun bulunmasına, 6102 sayılı Yasa’nın 5/a maddesinde getirilen düzenlemenin dava çeşidine ilişkin olmayıp madde metninde de açıkça ifade edildiği üzere dava konusuna ilişkin olmasına, menfi tespit davalarının da konusu itibariyle bir alacağın tahsiline ilişkin bulunmasına göre davacı vekilinin temyiz isteminin reddi ile Bölge Adliye Mahkemesi kararının onanmasına karar verilmesi gerekirken yazılı gerekçe ile bozulmasına ilişkin sayın çoğunluk görüşüne karşıyız.
Hukuk Genel Kurulu 2013/2402 E. , 2015/1532 K. “İçtihat Metni” Taraflar arasındaki “menfi tespit” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Denizli 3.Sulh Hukuk Mahkemesince davanın kabulüne dair verilen 01.02.2012 gün ve E:2010/1442, K:2012/92 sayılı kararın incelenmesi taraf vekilleri tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 19.Hukuk Dairesinin 29.01.2013 gün ve E:2012/14275, K:2013/1601 sayılı ilamı ile; (…Davacılar vekili, müvekkillerinin davalı şirketten akrabaları olan dava dışı N..A..’ya hediye olarak 06.04.2010 tarihli fatura karşılığı 3.377,75-TL tutarında mal aldıklarını, ayrıca kendileri için de bazı eşyalar beğenerek davalıdan toplam 6.000-TL tutarında mal almak üzere anlaştıklarını ve takibe konu edilen 6.000-TL bedelli senedi davalıya verdiklerini, hediye olarak alınan malların 06.04.2010′ da N..A..’ ya teslim edildiğini, ancak müvekkillerinin kendileri için almak istedikleri malları almaktan vazgeçerek davalıya bildirdiklerini, davalı tarafın elindeki senet 6.000-TL bedelli olsa da, müvekkillerinin borçlarının satılan mal bedeli olan 3.377,75-TL olup, bu borcun taksitleri bittiğinde senedi iade edeceğine dair beyanına güvenerek senedi iade almadıklarını, müvekkillerinin hediye aldıkları maldan kaynaklanan borçlarının 1.900-TL’lik kısmını davalıya ödediklerini, geriye 1.477,7-TL borç kalmasına rağmen, davalının 6.000-TL’lik senede dayanarak 4.100-TL bakiye borç kalmış gibi ihtiyati haciz kararı aldığını ve Denizli 7.İcra Müdürlüğü’nün 2010/9116 takip dosyasından takip başlattığını, müvekkillerinin takibe konulan senetten ve takipten dolayı yalnızca 1.477,75-TL borçlarının bulunduğunu belirterek, talep edilen 2.622,25-TL’lik kısımdan davalıya borçlarının olmadığının tespitine ve davalı aleyhine %40 kötüniyet tazminatına karar verilmesini talep ve dava etmiştir. Davalı vekili, müvekkilinin davacılara 18.05.2010 tarihli fatura karşılığı mal sattığını, buna istinaden davacıların 18.05.2010 düzenleme tarihli, 15.07.2010 ödeme tarihli 6.000-TL bedelli senedi düzenleyerek verdiklerini, borcun 1.900-TL’ sini ödediklerini, ancak geri kalan 4.100-TL’ nin ödenmemesi nedeniyle icra takibi başlattıklarını, davacıların borçlu olmadıklarını iddia ettikleri miktar bakımından ödeme ya da mal iadesi yapıldığını yazılı delillerle ispat etmeleri gerektiğini, ispat yükünün davacılarda olduğunu, zira senette “malen” kaydının bulunduğunu, önce malın teslim edildiğini ve akabinde senedin düzenlendiğini belirterek, davanın reddine ve %40 kötüniyet tazminatına karar verilmesini talep etmiştir. Mahkemece yapılan yargılama sonucunda, davacının davaya konu takip dosyasında 15.07.2010 ödeme tarihli 6.000-TL bedelli senetten dolayı asıl alacak olarak borcunun 1.477,75-TL olduğunun (2.622,25-TL borcunun bulunmadığının) tespitine, davalı tarafın kötüniyetli olduğu ispat edilemediğinden kötüniyet tazminatına hükmedilmesine yer olmadığına karar verilmiş, hüküm her iki taraf vekillerince temyiz edilmiştir. Dava, kambiyo senedi nedeniyle borçlu olunmadığının tespitine ilişkin olup, bonoda “malen” kaydı bulunmaktadır. Bu durum malın teslim edildiğine karine teşkil edip aksinin, iddia eden tarafından yazılı şekilde ispat edilmesi gereklidir. Mahkemece ispat külfetinin tayininde hataya düşülerek malın teslim edildiğini davalı alacaklı yanın ispatlayamadığı gerekçesiyle yazılı şekilde hüküm kurulması doğru görülmemiştir….) gerekçesiyle dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir. HUKUK GENEL KURULU KARARI Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü: Dava, kambiyo senetlerine özgü haciz yoluyla yapılan icra takibine konu yapılan bonodan dolayı borçsuzluğun tespiti istemine ilişkindir. Mahkemece, davanın kabulüne dair verilen karar taraf vekillerinin temyizleri üzerine, Özel Dairece yukarıda yazılı nedenlerle bozulmuş; yerel mahkemece, önceki kararda direnilmiştir. Direnme kararı, davalı vekili tarafından temyiz edilmiştir. Direnme yoluyla Hukuk Genel Kurulunun önüne gelen uyuşmazlık; “Malen” kaydını içeren bonoda ispat yükünün hangi tarafta olduğu noktasında toplanmaktadır. Taraflar arasındaki uyuşmazlığın çözümü için gerekli ve uygulanması gereken hukuki kurum ve kuralların ne olduğunun tespitinde yarar vardır. I-Borç ikrarı: Hemen belirtilmelidir ki, mülga 818 sayılı Borçlar Kanununun 17.maddesine göre, borcun sebebini ihtiva etmemiş olsa bile borç ikrarı geçerlidir. Her alacak hakkının varlığı, bunu sağlayan bir hukuk ilişkisine ve bunun sebebine dayanır. Bu sebep, alacak hakkının doğumunu, hukukça ödenmesi gerekli bir hakkın var olduğunu sağlayan bir olay veya tek taraflı ya da karşılıklı bir irade açıklamasını veya bu yol ile iki iradenin uygun olarak birleşmesiyle meydana gelir. Oysa, bu sebebi göstermeden, yalnız borçlu olduğunu açıklayan kişinin, iki taraf arasındaki ilişkinin nedenini göstermeden, bir hakkın veya borcun varlığını, ödeneceği iradesini açıklamasını kanun yeterli görmüştür. Borcu doğuran irade açıklaması, mülga 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu (HUMK)’nun 290.maddesi hükmünce yazılı bir belgede tesbit olunmuş ise, bu gibi durumlarda, borcu yükümlenen kişi, yükümlendiği borcun saikinin ve amacının kapsadığı yönü kural olarak, tanıkla ispatlayamaz. İradenin bu yolda açıklanmasını sağlayan nedenler, iradenin doğup gerçekleşmesini sağlayan ön nedenler, genellikle doğan hukuki sonuca etkili olmadıklarından daha çok bu açıklamanın amacı olan neden üzerinde durulmak gerekir. Nitekim, mülga 818 sayılı Borçlar Kanununun 17.maddesini yorumlayan 12.04.1933 gün ve 30/6 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararına göre, borç ikrarını içeren beyyine aleyhine delil ileri sürülebilir, ancak ikrarda borcun sebebi açıklanmış ise, davalı bu sebebin gerçekleşmediğini kanıtlayabilir. Eğer borcun sebebi belirlenmemiş ise, davalı önce ikrarın belli bir sebebi bulunduğunu, sonra bu sebebin gerçekleşmediğini kanıtlamak hakkına sahiptir. Görüldüğü üzere, 1086 sayılı HUMK’nun 290.maddesi ile 12.04.1933 gün ve 30/6 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararı uyarınca bedelsizlik iddiası ispat edilebilecektir (Hukuk Genel Kurulunun 17.04.2015 gün ve E:2013/19-1622, K:2015/1238 sayılı ilamı). II-Kambiyo senedi ve bononun hukuki niteliği: Hukuk Genel Kurulu’nun 17.12.2003 gün ve E:2003/19-781, K:2003/768; 12.10.2011 gün ve E:2011/19-473, K:2011/607; 04.12.2013 gün ve E:2013/19-89, K:2013/1645; 14.05.2014 gün ve E:2013/19-1155, K:2014/660; 17.04.2015 gün ve E:2013/19-1622, K:2015/1238 sayılı ilamlarında da belirtildiği üzere; bütün mücerret alacaklarda olduğu gibi kambiyo senedi alacağı da kural olarak, uygun bir asıl borç ilişkisine, bir illi ilişkiye dayanır. Bir kambiyo senedi düzenleyip veren ve bu senedi alan herkes, bütün hukuki işlemlerin yapılmasına temel teşkil eden bir gayeye ulaşmak istemektedir. Kambiyo senedinden kaynaklanan talebin geçerliliği, temel ilişkiden kaynaklanan temel talebin ve bununla ilgili olarak taraflar arasında varılmış amaca ilişkin mutabakatın geçerliliğinden tamamen bağımsızdır. Kambiyo senedinden doğan talep hakkına kambiyo hukuku, temel talebe ise, bu talebin ait olduğu hukuk kuralları uygulanır. Bu genel açıklamadan sonra, hemen belirtmelidir ki, bono, ödeme vaadi niteliğinde bir kambiyo senedi olup, bağımsız borç ikrarını içerir (6762 sayılı Türk Ticaret Kanunu (TTK)’nun 691/1.maddesi). Bonoda şekil şartları TTK’nun 688.maddesinde sayılmıştır. Bunlar; “Bono” ya da “Emre Muharrer Senet” ibaresi, kayıtsız şartsız bir bedel ödeme vaadi, vade, ödeme yeri, lehtar, keşide yeri ve tarihi, keşidecinin imzasıdır. Zorunlu şartlardan biri eksik olduğu takdirde, senedin bono niteliği kaybolur. Bunlardan vade ve ödeme yeri esaslı şekil şartlarından değildir. Sayılan zorunlu şekil şartlarının yanında seçimlik şartlar da vardır. Bonoya isteğe bağlı olarak, faiz, bedelin nakden ya da malen alındığı veya yetkili mahkeme kayıtları da konulabilir. Yerleşik Yargıtay kararlarında ve öğretide de kabul edildiği gibi, bonolara özgü seçimlik unsurlardan biri de, temel borç ilişkisinden kaynaklanan borcun dayandığı nedenin gösterilmesine yönelik “bedel kaydı”dır. Yinelemek gerekirse “bedel kaydı” kambiyo senedinin ihtiyari kayıtlarındandır. Bu kayıt keşidecinin (borçlunun), senedin lehdarından (alacaklıdan) karşı edayı aldığını ispata yarar. Aslında kambiyo senetleri hukuku yönünden bu kayıtların bir anlamı ve önemi yoktur. Çünkü, kambiyo senedinin düzenlenmesiyle, soyut bir borç ilişkisi yaratılmaktadır. Bu nedenle de karşı edimin elde edilip, edilmediğinin önemi de bulunmamaktadır. Temel borç ilişkisinin bir sözcükle senede yansıtılması şeklinde ortaya çıkan bedel kaydının varlığı ya da yokluğu senedin bono niteliğini etkilemez. Bedel kayıtları daha çok keşideci ile lehdar arasındaki iç ilişki yönünden ve ispat konusunda önem taşır. Kişisel def’i nedenlerinin varlığının kanıtlanmasını kolaylaştırır. Sözü edilen kayıtlar özellikle ispat hukuku açısından ilgilileri bağlayıcı niteliktedir. Bedel kaydı içeren bononun lehdarı, artık senedin “kayıtsız ve koşulsuz bir borç ikrarı olduğu” yolundaki soyutluk kuralına dayanamayacaktır. Borç ikrarını içeren bir belge aleyhine kanıt sunulabilir. Ancak; ikrar borcun nedenini içeriyorsa, sadece bu nedenin gerçekleşmediğinin kanıtlanması gerekir (YİBK’nun 12.4.1933 gün ve 1933/30-6 sayılı ilamı). Bonoda kural olarak ispat yükü senedin bedelsiz olduğunu iddia eden tarafa aittir. Ancak, bir defa bir mal alışverişine dayandığı “malen” kaydıyla ya da bir alacak borç ilişkisine dayandığı “nakten” kaydı ile senede yazılmışsa, artık buna uyulmak gerekir. Bu kayıtların aksinin savunulması senedin ta’lili (nedene, illete bağlanması) anlamına gelir ki, böyle bir durumda ispat yükü yer değiştirir. Senedi ta’lil eden, savını kanıtlamak yükümlülüğü altına girer. Senette borcun nedeni “mal” ya da “nakit” olarak belirtilmişse, tarafların yazılı borç sebebine dayanmaya hakkı olacağından, ispat yükü bunun aksini ileri süren tarafa ait olacaktır. Eğer yanlardan biri senet metninde yazılı kaydın doğru olmadığını söylüyorsa, lehine olan senet karinesi çürümüş sayılacak, bunun sonucu olarak da, iddiası paralelinde ispat yükünü de üstlenecektir. Buna senedin ta’lili denmektedir. Bu anlamda ta’lil senet metninde açıklanan düzenleme (ihdas) nedenine aykırı beyanda bulunma anlamına gelmektedir. Nihayet, “malen” ibaresi bulunan bir bonoda malın teslim alındığı, borçlu tarafından ikrar edilmiştir. Alacaklının teslim ettiğini kanıtlamak yükümlülüğü yoktur. Yazılı ikrarın aksini diğer bir deyişle, malın teslim edilmediğini borçlu kanıtlamak yükümlülüğündedir (HGK’nun 17.12.2003 gün ve E:2003/19-781, K:2003/768; 17.04.2015 gün ve E:2013/19-1622, K:2015/1238 sayılı ilamları). III-Menfi tespit konulu eldeki davada ispat yükünün özellikleri: 2004 sayılı İcra ve İflas Kanunu’nun 72.maddesi gereğince borçlu icra takibinden önce veya takip sırasında borçlu olmadığını ispat için menfî tespit davası açabilir. Kural olarak, bir vakıadan kendi lehine haklar çıkaran/iddia eden taraf, o vakıayı ispat etmeye mecburdur (4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun 6.maddesi). İspat yüküne ilişkin bu genel kural, menfi tespit davaları için de geçerlidir. Yani, menfi tespit davalarında da, tarafların sıfatları değişik olmakla beraber, ispat yükü bakımından bir değişiklik olmayıp, bu genel kural uygulanır. Bu davalarda da bir vakıadan kendi lehine haklar çıkaran (iddia eden) taraf o vakıayı ispat etmelidir. Menfi tespit davasında borçlu ya borçlanma iradesinin bulunmadığını ya da borçlanma iradesi bulunmakla birlikte daha sonra ödeme gibi bir nedenle düştüğünü ileri sürebilir.Borçlu borcun varlığını inkar ediyorsa, bu durumlarda ispat yükü davalı durumunda olmasına karşın alacaklıya düşer. Borçlu varlığını kabul ettiği borcun ödeme gibi bir nedenle düştüğünü ileri sürüyorsa, bu durumda doğal olarak ispat yükü kendisine düşecektir. Görülmektedir ki, menfi tespit davasında kural olarak, hukuki ilişkinin varlığını ispat yükü davalı/alacaklıdadır ve alacaklı hukuki ilişkinin (borcun) varlığını kanıtlamak durumundadır. Borçlu bir hukuki ilişkinin varlığını kabul etmiş, ancak bu hukuki ilişkinin senette görülenden farklı bir ilişki olduğunu ileri sürmüşse bu kez, hukuki ilişkinin kendisinin ileri sürdüğü ilişki olduğunu ispat külfeti davacı borçluya düşmektedir. Zira, davacı borçlu senedin bir hukuki ilişkiye dayanmadığını değil, başka bir hukuki ilişkiye dayandığını ileri sürmekte; temelde bir hukuki ilişkinin varlığını kabul etmektedir (Hukuk Genel Kurulu’nun 17.12.2003 gün ve E:2003/19-781, K:2003/768; 12.10.2011 gün ve E:2011/19-473, K:2011/607; 04.12.2013 gün ve E:2013/19-89, K:2013/1645; 14.05.2014 gün ve E:2013/19-1155, K:2014/660; 17.04.2015 gün ve E:2013/19-1622, K:2015/1238 sayılı ilamları). IV-İspat hukuku yönünden geçerli kurallar: 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanununun 287.maddesi (6100 sayılı HMK m.189/3); “Kanunun muayyen bir delil ile ispatını emreylediği hususlar başka suretle ispat olunamaz. İki tarafça muayyen deliller ile ispatı tahriren kabul edilmiş olan veya muhakeme esnasında olveçhile beyinlerinde karar verildiği ikrar olunan maddeler hakkında başka delil kabul olunmaz.” Hükmünü amirdir. Aynı Kanunun 288.maddesinde (6100 sayılı HMK m.200/I) “senetle ispat” ve 289. maddesinde (6100 sayılı HMK m.200/II) de “senetle ispat gereken hallerde karşı tarafın açık muvafakati ile tanık dinlenebileceği” hususları düzenlenmektedir. Yine Aynı Kanunun 290.maddesinde (6100 sayılı HMK m.201); “Senede bağlı olan her çeşit iddiaya karşı defi olarak ileri sürülen ve senedin hüküm ve kuvvetini ortadan kaldıracak veya azaltacak nitelikte bulunan hukuki işlemler … liradan az bir miktara ait olsa bile tanıkla ispat olunamaz. “ denilmekte ; 293.maddesinde de (6100 sayılı HMK m.203); “Aşağıdaki hallerde her halde şahit ikame olunabilir: 1-Usul ve füru, birader ve hemşire veya karı koca ve kayınpeder ve valide ile damat ve gelin arasındaki muameleler, 2-Cürümden mütevellit olsun olmasın tazminatı müstelzim fiiller, 3-Yangın veya kazayı bahri veyahut düşman istilası gibi senet alınması gayrimümkün veya fevkalade müşkül hallerde yapılan muameleler. 4-Halin icabına ve iki tarafın vaziyetlerine nazaran senede raptı müteamil olmıyan muameleler, 5-Akitlerde hata, hile, gabin, cebir ve ikrah vukuu.” Hükmü yer almaktadır. Usul hukukumuzda senede karşı senetle ispat zorunluluğu ilkesi kabul edilmiştir. Senede bağlı olan her çeşit iddiaya karşı def’i (savunma) olarak ileri sürülen ve senedin hüküm ve kuvvetini ortadan kaldıracak veya azaltacak nitelikte bulunan hukuki işlemler, m.290’daki meblağdan az bir miktara ilişkin olsa bile tanıkla ispat olunamaz; ancak senet (kesin delil) ile ispat edilebilir. Hemen belirtmek gerekir ki, senede karşı senetle ispat zorunluluğuna ilişkin kuralın istisnaları da m.293’de belirtilmiştir. Bunun yanında, 18.03.1959 gün ve 18/21 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararına göre, tanıkla kanıtlama yasağı, yalan tanıklığı önleme ve davada tarafların çıkarlarını koruma amacına yöneliktir. Değeri belli miktarı aşan hukuki işlerin tanıkla kanıtlanması yasağına ilişkin ilkeler, kamu düzeni düşüncesiyle yasaya konulmuş hükümlerden değildir. Ancak yazılı sözleşme ile ya da duruşma tutanağında usulüne uygun olarak belgelendirilmiş ikrar ile anlaşılan açık bir muvafakat bulunduğu takdirde sadece belli tanıklar dinlenebilir. Somut olay bu ilke ve kavramlar ışığında değerlendirildiğinde: Eldeki dava, kambiyo senedinden dolayı borçlu olunmadığının saptanması istemine ilişkin olduğuna göre, konunun kambiyo, ispat hukuku açısından ve yukarıdaki açıklamaların ışığında ele alınması gerekir. Görülmekte olan davada, davacılar senetteki imzayı inkar etmemiş; davacılar, takibe konu yapılan bono nedeniyle davalıya borçlu bulunmadığını iddia ederek, borçlu olmadığının tespitini istemiştir. Yukarıda vurgulandığı üzere, senede karşı senetle ispat kuralı gereğince, davacı-borçlu takibe konulan bononun bedelsiz olduğunu yazılı delille kanıtlaması gerekir. Takibe konu yapılan senedin (bononun) metninden bu anlaşılamadığı gibi, davacılar bu iddiasını yasal olarak ispatlayacak yazılı bir delil de dosyaya sunmamıştır. Zira, davacılar, senedin (bononun) keşidecisi ve kefili, davalı da lehtarı bulunduğuna göre, senedin tarafı olan davacı üçüncü kişi olmadığından, bedelsizlik iddiasını tanıkla değil, usulün öngördüğü biçimde yazılı delille ispatlaması gerekir. Bunun yanında, tanık dinleme yoluyla bonoların geçersizliğinin ispatı ancak, 18.03.1959 gün ve 18/21 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararındaki şartlar dairesinde mümkün olduğundan, eldeki davada ise, bu şartlar da gerçekleşmemiştir. Davaya konu bonoda “malen” ibaresi bulunduğuna göre, böyle bir bonoda malın teslim alındığı, borçlu tarafından ikrar edilmiştir. Alacaklının teslim ettiğini kanıtlamak yükümlülüğü yoktur. Yazılı ikrarın aksini diğer bir deyişle, malın teslim edilmediğini borçlu kanıtlamak yükümlülüğündedir. Şu durumda, uyuşmazlığa ve takibe konu yapılan bononun hukuken geçerli olduğunun kabulü gerekir. O halde, davacı-borçlu bononun bedelsiz olduğunu ileri sürdüğüne göre, ispat yükü davacılardadır. Davacılar bu iddiasını ise, yazılı delille kanıtlamalıdır. Öyleyse, mahkemece, hatalı gerekçe ile yazılı şekilde karar verilmiş olması doğru değildir. Hal böyle olunca; yerel mahkemece, Hukuk Genel Kurulunca da benimsenen Özel Daire bozma kararına uyulmak gerekirken, önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır. Bu nedenle direnme kararı bozulmalıdır. SONUÇ:Davalı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile; direnme kararının Özel Daire bozma ilamında gösterilen nedenlerden dolayı BOZULMASINA, istek halinde temyiz peşin harcının yatırana geri verilmesine, 10.06.2015 gününde oybirliği ile karar verildi.
Hukuk Genel Kurulu 2007/13-153 E., 2007/183 K. “İçtihat Metni” Taraflar arasındaki itirazın iptali davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Ankara Asliye 10. Hukuk Mahkemesince davanın kabulüne dair verilen 8.4.2004 gün ve 2003/843-2004/124 sayılı kararın incelenmesi davalı vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 13. Hukuk Dairesinin 6.4.2006 gün ve 2006/769-5159 sayılı ilamı ile, (“…Davacı, davalıdan bonoya dayalı alacağı olduğunu, bononun zamanaşımına uğraması dolayısıyla alacağının tahsili için ilamsız takip başlattığını, itiraz edildiğini ileri sürerek itirazın iptaline, % 40 icra inkar tazminatı ödetilmesine karar verilmesini istemiştir. Davalı, dava konusu bononun teminat olarak 3. şahsa verilmiş bono olduğunu savunarak davanın reddini dilemiştir. Mahkemece, davanın kabulüne karar verilmiş; hüküm,davalı tarafından temyiz edilmiştir. 1-Dava konusu bono nedeniyle davalının Cumhuriyet Savcılığına yaptığı şikayet başvurusu üzerine davacı hakkında Ankara 2 Asliye Ceza Mahkemesinin 2005/965 esas sayılı dava dosyasında emniyeti suistimal suçundan ceza davası açıldığı ve derdest olduğu incelenen ceza dosyası ile anlaşılmaktadır. Borçlar Kanunu’nun 53.maddesine göre hukuk hakimi ceza mahkemesinde verilen beraat kararı ile bağlı değilse de verilecek mahkumiyet kararı ve tespit edilen maddi olgular ile bağlıdır. Ceza davasının sonucu bu davayı etkileyecek niteliktedir. Mahkemece ceza davası sonucu beklenerek, hasıl olacak sonuca uygun bir karar verilmesi gerekirken eksik inceleme ile yazılı şekilde hüküm kurulması usul ve yasaya aykırı olup bozmayı gerektirir. 2-Yukarıda (1) nolu bentte açıklanan bozma nedenine göre bu aşamada, davalının sair temyiz itirazlarının incelenmesine gerek görülmemiştir…”)gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir. TEMYİZ EDEN: Davalı vekili HUKUK GENEL KURULU KARARI Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü: Dava, zamanaşımına uğramış bonoya dayalı olarak genel haciz yoluyla yapılan icra takibinde itirazın iptali istemine ilişkindir. Davacı Hüseyin S…… vekili, davacı tarafından davalı hakkında borçlusu davalı, lehdarı ve meşru hamili ise davacı olan 25.02.2000 vade tarihli, zamanaşımına uğramış bonoya dayalı olarak, genel haciz yolu ile icra takibi yapıldığını, davalının haksız şekilde borca itiraz ettiğini ileri sürerek, itirazın iptaline, asgari %40 oranında icra inkar tazminatına karar verilmesini talep ve dava etmiştir. Davalı Sabri Ö…. vekili, alacak iddiasının dayandırıldığı zamanaşımına uğramış bononun, davalının oğlu dava dışı Mustafa Ö…. ile davacının ortak olarak yaptıkları bir inşaatın işçilerine gıda malzemesi satan dava dışı bir bakkala teminat amaçlı olarak ve sadece isim yazılıp imza atılmak suretiyle, diğer kısımları boş olarak verildiğini, anılan bakkal ile yapılan hesap tasfiyesinden sonra, davacının bonoyu bakkalın iyiniyetinden yararlanıp, ondan alarak üzerini doldurmak suretiyle takibe koyduğunu bildirmiştir. Yerel Mahkeme, (Dava zamanaşımına uğramış bonoya dayalı alacağın tahsili istemine ilişkindir. Davacı vekili temel ilişkiyi açıklamış, müvekkilinin davalıya borç verdiğini ileri sürmüştür. Davalı vekili, senedin davacı ile oğlunun adi ortaklığı için gıda malzemesi veren bakkala teminat olarak boş verildiğini, daha sonra davacı tarafından doldurulduğunu savunmuştur. Zamanaşımına uğrayan senette ispat yükü davacıda iken, davalı senedin teminat amacıyla verildiğini ve anlaşmaya aykırı olarak doldurulduğunu beyan ettiğinden, ispat yükü davalıya geçmiştir. Davalı vekili, senedin teminat olarak verildiğine ve anlaşmaya aykırı doldurulduğuna dair yazılı delilleri olmadığını beyan etmiş, hatırlatılmasına rağmen yemin teklifinde bulunmamıştır) gerekçesiyle davanın kabulüne, itirazın iptaline karar vermiş; bu karar Özel Dairece, metni yukarıda bulunan ilamla bozulmuş; Yerel Mahkeme gerekçesini tekrar ederek ve genişleterek önceki kararında direnmiştir. Davacı tarafından davalı hakkında 29.9.2003 tarihli takip talebiyle başlatılan ve Ankara 19. İcra Müdürlüğünün 2003/6131 esas sayılı dosyası üzerinden yürütülen ilamsız icra takibinde, 15.200.000.000 TL. asıl alacağın 25.2.2000 tarihinden itibaren işleyecek yasal faiziyle birlikte tahsili istenilmiş; takip talepnamesinde borcun sebebi “15.200.000.000 TL. bedelli 25.2.2000 ödeme tarihli senet” olarak açıklanmıştır. Davalının borçlu, davacının lehdar durumunda bulunduğu, 15.10.1999 tanzim ve 25.2.2000 vade tarihli, “nakden” kaydını içeren söz konusu bononun, Türk Ticaret Kanunu’nun 661. maddesinde öngörülen üç yıllık zamanaşımı süresinin daha önce dolması nedeniyle, takip tarihi itibariyle zamanaşımına uğramış olduğu açık ve çekişmesizdir. Dava dilekçesinde de, bononun zamanaşımına uğramış olması nedeniyle, icra takibinin genel haciz yolu ile yapıldığı belirtilmiştir. Davalı, zamanaşımına uğrayan bonodaki imzanın kendisine ait olduğunu kabul etmiştir. Belirtilmelidir ki; Türk Ticaret Kanunu’nun 661. maddesi uyarınca zamanaşımına uğramış bir bonoda yazılı alacak, temel ilişkiye dayanılmak suretiyle talep edilebilir. Böylesi bir istemi içeren alacak veya itirazın iptali davalarında, gerek temel ilişkinin varlığını ve niteliğini, gerekse, o ilişkiden doğan bir alacağın bulunduğunu ve alacak miktarını kanıtlama yükümlülüğü, davacı tarafa aittir. Her iki dava türünde de, zamanaşımına uğrayan ve imzası inkar edilmeyen bono, temel borç ilişkisi bakımından yazılı delil başlangıcı niteliğindedir. Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 292. maddesine göre, senetle ispatı gereken bir konuda yazılı delil başlangıcı mevcut ise, tanık dinlenmesi mümkündür. Görülmekte olan davada, davacı vekili, 29.1.2004 günlü cevaba cevap dilekçesinde, senetteki meblağın davalıya nakden verildiğini bildirmiş ve böylece, taraflar arasındaki temel borç ilişkisinin ödünç (karz) akdine dayandığını ileri sürmüştür. Bu durumda, davacı taraf, yukarıda açıklanan yasal çerçeve içerisinde, taraflar arasında ödünç ilişkisi bulunduğuna ilişkin iddiasını kanıtlamakla yükümlüdür. Belirtildiği üzere, takip dayanağı zamanaşımına uğramış bono, bu iddia bakımından yazılı delil başlangıcı niteliğinde olup, davacı taraf, buna dayanarak ödünç ilişkisi hakkında tanık dinletme hakkına sahiptir. Yine, dava dilekçesinde, “sair delil” ibaresine yer verildiğinden, davacı tarafın, ödünç iddiası bakımından davalıya yemin teklif etme hakkına sahip bulunduğunun ve gerektiğinde Mahkemenin bu hakkının varlığını davacıya hatırlatmakla yükümlü olduğunun kabulü zorunludur. Hal böyle olunca, Yerel Mahkemece yapılması gereken; davacı tarafın ödünç iddiasıyla ilgili tanık dahil tüm delillerini ve varsa davalının karşı delillerini sorup, toplamak; gerektiğinde davalıya bu yönden yemin teklif etme hakkı bulunduğunu da davacı tarafa hatırlatmak ve bütün bu işlemlerin sonucunda ortaya çıkacak olan uygun sonuç çerçevesinde bir karar vermektir. Yerel Mahkemece açıklanan gereklilikler yerine getirilmeksizin direnme kararı verilmesi usul ve yasaya aykırıdır. Direnme kararı, açıklanan bu değişik gerekçeyle bozulmalıdır. SONUÇ: Davalı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile, direnme kararının yukarıda gösterilen nedenlerden dolayı H.U.M.K.nun 429. Maddesi gereğince BOZULMASINA,istek halinde temyiz peşin harcının geri verilmesine, 4.4.2007 gününde oybirliğiyle karar verildi.
11. Hukuk Dairesi 2014/2838 E. , 2014/5104 K. “İçtihat Metni” MAHKEMESİ : ANKARA 1. ASLİYE TİCARET MAHKEMESİ TARİHİ : 05/12/2013 NUMARASI : 2013/834-2013/781 Taraflar arasında görülen davada Ankara 1. Asliye Ticaret Mahkemesi’nce verilen 05/12/2013 tarih ve 2013/834-2013/781 sayılı kararın Yargıtayca incelenmesi davacı vekili tarafından istenmiş ve temyiz dilekçesinin süresi içinde verildiği anlaşılmış olmakla, dava dosyası için Tetkik Hakimi tarafından düzenlenen rapor dinlendikten ve yine dosya içerisindeki dilekçe, layihalar, duruşma tutanakları ve tüm belgeler okunup, incelendikten sonra işin gereği görüşülüp, düşünüldü: Davacı vekili, müvekkilinin dava dışı .. Yapı Ltd. Şti’nin ortağı iken şirketteki hisselerini noterde düzenlenen hisse devir sözleşmesi ile davalıya devrettiğini, devrin ticaret sicil gazetesinde yayınlandığını, davalının şirkete ait yüklü miktardaki parayı uhdesinde bulundurarak şirket mal varlığında görülmemesine neden olduğunu, ayrıca … Grup A.Ş. unvanlı bir şirket kurarak ..Yapı Ltd. Şti’nin başarısı ve logolarını kullandığını ve böylece müvekkilinin hisselerinin gerçek değeri altında devredilmesini sağlayarak müvekkilini zarara uğrattığını ileri sürerek, hisse devir sözleşmesinden kaynaklanan hakları saklı kalarak oluşan zararın davalıdan tahsilini talep ve dava etmiştir. Mahkemece, dosya üzerinden yapılan inceleme sonucunda, davanın tarafları arasındaki uyuşmazlığın hukuki niteliği itibari ile haksız fiilden kaynaklanan zararın tazmini talebinden ibaret olduğu, eldeki uyuşmazlığın ticari dava olup olmadığının 6102 sayılı TTK’nın 4. maddesine göre belirlenmesi gerektiği, bu düzenlemeye göre, bir uyuşmazlığın ticari dava sayılması için TTK’nın 4/1. maddesine göre her iki tarafın da tacir olması ve ticari işletmeleriyle ilgili hususlardan doğması gerektiği, TTK’nın 4/2. maddesine göre ise tarafların tacir olup olmadıklarına bakılmaksızın “a-f” bentlerinde sayılan hususlardan doğan uyuşmazlıkların ticari dava sayıldığı, taraflarında tacir olmadığının dava dilekçesi içeriği ve tüm dosya kapsamı ile sabit olduğu, uyuşmazlıkta asliye hukuk mahkemesi görevli olup 6100 sayılı HMK’nın 114/1. fıkrası (c) bendine göre görevin dava şartı olduğu gerekçesiyle, davanın usulden reddine karar verilmiştir. Kararı, davacı vekili temyiz etmiştir. Taraflar arasında limited şirket pay devri yapıldığına ve davacı da bu nedenle zarara uğradığını ileri sürerek işbu davayı açtığına göre, davanın hallinde Türk Ticaret Kanunu hükümleri uygulanmak durumundadır. Zira, uyuşmazlığın çözümünde pay devrinin ne şekilde ve hangi koşullarda geçerli olacağı hususları da incelenip değerlendirileceğinden ticari bir uyuşmazlık söz konusudur. Bu itibarla, mahkemece, uyuşmazlığın esası ile ilgili karar vermek gerekirken yazılı gerekçeyle görevsizlik kararı verilmesi doğru görülmemiş, kararın bu nedenle bozulması gerekmiştir. SONUÇ: Yukarıda açıklanan nedenlerle, davacı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile kararın davacı yararına BOZULMASINA, ödediği temyiz peşin harcın isteği halinde temyiz edene iadesine, 17/03/2014 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.
Hukuk Genel Kurulu 2014/1491 E. , 2015/1353 K. “İçtihat Metni” Taraflar arasındaki “limited şirket hisse devrinden kaynaklanan alacak” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Ankara 1. Asliye Ticaret Mahkemesince davanın usulden reddine dair verilen 05.12.2013 gün ve 2013/834 E., 2013/781 K. sayılı kararın incelenmesi davacı vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 11. Hukuk Dairesinin 17.03.2014 gün ve 2014/2838 E., 2014/5104 K. sayılı ilamı ile; (…Davacı vekili, müvekkilinin dava dışı A..Yapı Ltd. Şti’nin ortağı iken şirketteki hisselerini noterde düzenlenen hisse devir sözleşmesi ile davalıya devrettiğini, devrin ticaret sicil gazetesinde yayınlandığını, davalının şirkete ait yüklü miktardaki parayı uhdesinde bulundurarak şirket mal varlığında görülmemesine neden olduğunu, ayrıca A.. Grup A.Ş. unvanlı bir şirket kurarak A..Yapı Ltd. Şti’nin başarısı ve logolarını kullandığını ve böylece müvekkilinin hisselerinin gerçek değeri altında devredilmesini sağlayarak müvekkilini zarara uğrattığını ileri sürerek, hisse devir sözleşmesinden kaynaklanan hakları saklı kalarak oluşan zararın davalıdan tahsilini talep ve dava etmiştir. Mahkemece, dosya üzerinden yapılan inceleme sonucunda, davanın tarafları arasındaki uyuşmazlığın hukuki niteliği itibari ile haksız fiilden kaynaklanan zararın tazmini talebinden ibaret olduğu, eldeki uyuşmazlığın ticari dava olup olmadığının 6102 sayılı TTK’nın 4. maddesine göre belirlenmesi gerektiği, bu düzenlemeye göre, bir uyuşmazlığın ticari dava sayılması için TTK’nın 4/1. maddesine göre her iki tarafın da tacir olması ve ticari işletmeleriyle ilgili hususlardan doğması gerektiği, TTK’nın 4/2. maddesine göre ise tarafların tacir olup olmadıklarına bakılmaksızın “a-f” bentlerinde sayılan hususlardan doğan uyuşmazlıkların ticari dava sayıldığı, taraflarında tacir olmadığının dava dilekçesi içeriği ve tüm dosya kapsamı ile sabit olduğu, uyuşmazlıkta asliye hukuk mahkemesi görevli olup 6100 sayılı HMK’nın 114/1. fıkrası (c) bendine göre görevin dava şartı olduğu gerekçesiyle, davanın usulden reddine karar verilmiştir. Kararı, davacı vekili temyiz etmiştir. Taraflar arasında limited şirket pay devri yapıldığına ve davacı da bu nedenle zarara uğradığını ileri sürerek işbu davayı açtığına göre, davanın hallinde Türk Ticaret Kanunu hükümleri uygulanmak durumundadır. Zira, uyuşmazlığın çözümünde pay devrinin ne şekilde ve hangi koşullarda geçerli olacağı hususları da incelenip değerlendirileceğinden ticari bir uyuşmazlık söz konusudur. Bu itibarla, mahkemece, uyuşmazlığın esası ile ilgili karar vermek gerekirken yazılı gerekçeyle görevsizlik kararı verilmesi doğru görülmemiş, kararın bu nedenle bozulması gerekmiştir…) gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir. TEMYİZ EDEN: Davacı vekili HUKUK GENEL KURULU KARARI Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü: Dava, devredilen limited şirket hisselerinin devir tarihindeki gerçek pay değeri tespit edilerek aradaki farkın ödenmesi istemine ilişkindir. Mahkemece, uyuşmazlıkta asliye hukuk mahkemesi görevli olduğundan 6100 sayılı HMK’nın 114/1. fıkrası (c) bendi uyarınca dava şartının bulunmadığı gerekçesiyle davanın usulden reddine karar verilmiştir. Davacı vekilinin temyizi üzerine karar, Özel Dairece yukarıda başlık bölümünde gösterilen nedenlerle bozulmuştur. Yerel Mahkemece, önceki kararda direnilmiş; hükmü temyize davacı vekili getirmiştir. Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; dava dilekçesindeki talep içeriğine göre davada asliye hukuk mahkemesinin mi yoksa asliye ticaret mahkemesinin mi görevli olduğu noktasında toplanmaktadır. Uyuşmazlığın çözümü için öncelikle davacı tarafın talebinin ne olduğunun tam olarak tespiti gerekmektedir. Dava dilekçesinde anlatımında davacı taraf, dava dışı A.. Ltd. Şti’nin ortağı iken şirketteki hisselerini noterde düzenlenen hisse devir sözleşmesi ile davalıya devrettiğini, devrin ticaret sicil gazetesinde yayınlandığını, davalının şirkete ait yüklü miktardaki parayı uhdesinde bulundurarak şirket mal varlığında görülmemesine neden olduğunu, böylece müvekkilinin hisselerinin gerçek değeri altında devredilmesini sağlayarak müvekkilini zarara uğrattığını ileri sürerek, A…Yapı…Ltd. Şti.ndeki 136 hissesinin 01.08.2013 günü itibariyle gerçek bedelleri ile müvekkiline ödenmiş olan hisse bedelleri arasında farka ilişkin olarak şimdilik 10.000,00 TL’nin davalıdan hisse devir tarihinden itibaren işlemiş ticari faiziyle birlikte tahsiline karar verilmesini talep etmiştir. Görüldüğü üzere davacının talep dayanağı limited şirket hisselerinin devrinden kaynaklanmakta olup, limited şirketlerde hisse devrinin koşulları 6102 sayılı Türk Ticaret Kanununda (TTK) ayrıntısıyla düzenlenmiş olup, 595. madde hükmü aynen; “(1) Esas sermaye payının devri ve devir borcunu doğuran işlemler yazılı şekilde yapılır ve tarafların imzaları noterce onanır. Ayrıca devir sözleşmesinde, ek ödeme ve yan edim yükümlülükleri; rekabet yasağı ağırlaştırılmış veya tüm ortakları kapsayacak biçimde genişletilmiş ise, bu husus, önerilmeye muhatap olma, önalım, geri alım ve alım hakları ile sözleşme cezasına ilişkin koşullara da belirtilir. (2) Şirket sözleşmesinde aksi öngörülmemişse, esas sermaye payının devri için, ortaklar genel kurulunun onayı şarttır. Devir bu onayla geçerli olur. (3) Şirket sözleşmesinde başka türlü düzenlenmemişse, ortaklar genel kurulu sebep göstermeksizin onayı reddedebilir. (4) Şirket sözleşmesiyle sermaye payının devri yasaklanabilir. (5) Şirket sözleşmesi devri yasaklamış veya genel kurul onay vermeyi reddetmişse, ortağın haklı sebeple şirketten çıkma hakkı saklı kalır. (6) Şirket sözleşmesinde ek ödeme veya yan edim yükümlülükleri öngörüldüğü takdirde, devralanın ödeme gücü şüpheli görüldüğü için ondan istenen teminat verilmemişse, genel kurul şirket sözleşmesinde hüküm bulunmasa bile, onayı reddedebilir. (7) Başvurudan itibaren üç ay içinde genel kurul reddetmediği takdirde onayı vermiş sayılır.” Düzenlemesini içermektedir. Anılan bu hüküm dikkate alınmaksızın eldeki davada taraflar arasındaki uyuşmazlığın çözümüne imkân bulunmadığı açıktır. Zira, davaya konu pay devrinin ne şekilde ve hangi koşullarda geçerli olacağı hususlarının incelenip değerlendirilmesi gereklidir. Görevli mahkemenin belirlenmesi konusunda ise, 6102 sayılı TTK’nun 4. ve 5. maddelerinin birlikte değerlendirilmesi gereklidir. Anılan yasanın 4. maddesinin 1. fıkrasının (a) bendi uyarınca, “bu Kanunda” öngörülen hususlardan doğan hukuk davaları “ticari dava” sayılacaktır. Aynı Kanunu’nun 5. maddesi uyarınca da, dava olunan şeyin değerine veya tutarına bakılmaksızın asliye ticaret mahkemesi tüm “ticari davalar” ile ticari nitelikteki çekişmesiz yargı işlerine bakmakla görevlidir. 6102 sayılı TTK’nun getirdiği yenilik uyarınca, asliye ticaret mahkemesi ile asliye hukuk mahkemesi ve diğer hukuk mahkemeleri arasındaki ilişki artık görev ilişkisi olup, bu durumda göreve ilişkin usul hükümleri uygulanacaktır (TTK, m. 5/3). Bu itibarla, 6102 sayılı TTK’nun 595. maddesindeki düzenlemeye tabi limited şirketin pay devrinden kaynaklanan eldeki davada görevli mahkeme; aynı Kanun’un 4. ve 5. maddesi uyarınca uyuşmazlık ticari dava niteliğinde olduğundan asliye ticaret mahkemesidir. O halde, Türk Ticaret Kanunu hükümlerinin uygulanması gereken ticari davada asliye ticaret mahkemesinin görevli olduğuna işaret eden ve Hukuk Genel Kurulunca da benimsenen Özel Daire bozma kararına uyulmak gerekirken, önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır. Bu nedenle direnme kararı bozulmalıdır. SONUÇ: Davacı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile direnme kararının Özel Daire bozma kararında gösterilen nedenlerden dolayı BOZULMASINA, istek halinde temyiz peşin harcının yatırana geri verilmesine, 15.05.2015 gününde oybirliği ile karar verildi.
19. Hukuk Dairesi 2018/2473 E. , 2019/5340 K. “İçtihat Metni” MAHKEMESİ : Afyonkarahisar 1. Asliye Hukuk Mahkemesi Taraflar arasındaki menfi tespit davası hakkında Afyonkarahisar 1. Asliye Hukuk Mahkemesi’nden verilen 2015/741 esas ve 2017/126 karar sayılı ve 28.02.2017 tarihli hükme karşı davalı vekilince istinaf kanun yoluna başvurulması sonucunda Antalya Bölge Adliye Mahkemesi 11. Hukuk Dairesi tarafından verilen davalı vekilinin istinaf başvurusunun esastan reddine ve ancak gerekçe yönünden kabulüne yönelik kararın davalı vekilince duruşmalı olarak temyiz edilmesi üzerine ilgililere çağrı kağıdı gönderilmişti. Belli davacı vekili Av. … ile davalı vekili Av. … gelmiş olduğundan duruşmaya başlanarak hazır bulunan avukatların sözlü açıklamaları dinlenildikten ve temyiz dilekçesinin süresinde olduğu anlaşıldıktan sonra dosya incelendi, gereği görüşülüp düşünüldü. -KARAR- Davacı vekili, davalı ile davacı arasında sözlü olarak hayvansal yağ alımı anlaşması yapıldığını, anlaşma ile faturalı alışverişin bugüne kadar devam ettiğini ve davacının davalıya ileriye dönük çekler verdiğini, davalının davacıya aralarındaki sözlü anlaşmayı bitirdiğini ve mal veremeyeceğini beyan ettiğini, davacı tarafından davalıya Yapı Kredi Bankası … Şubesi … iban nolu hesaba ait, 12.09.2015 keşide tarihli, … numaralı 75.000,00 TL, 19.09.2015 keşide tarihli, … numaralı 75.000,00 TL, 26.09.2015 keşide tarihli, … numaralı 80.000,00 TL, 04.10.2015 keşide tarihli, … numaralı 96.448,57 TL, 17.10.2015 keşide tarihli, … numaralı 50.000,00 TL, 24.10.2015 keşide tarihli, … numaralı 50.000,00 TL, 07.11.2015 keşide tarihli, … numaralı 76.000,00 TL, 14.11.2015 keşide tarihli, … numaralı 80.000,00 TL, toplam 582.448,57 TL bedelli çeklerin teslim edildiğini, ancak karşılığında mal alınmadığını, davalının anlaşmayı feshederek mal veremeyeceğini beyan ettiğini, toplam 582.448,57 TL bedelli çeklerin karşılıksız kaldığını iddia ederek çekler nedeni ile davacının davalıya borçlu olmadığının tespitine karar verilmesini talep ve dava etmiştir. Davalı vekili, söz konusu iddiaların hiçbir gerçeklik payı bulunmadığını, çeklerin bedelsiz kaldığı iddiasının ispat yükünün davacı tarafta olduğunu, davalının sözleşme gereğince üzerine düşen edimi yerine getirerek karşı tarafa çeklerin bedelinden fazla mal teslim ettiğini savunarak davanın reddini istemiştir. İlk derece mahkemesince, kambiyo senetlerinin ticari defterlere kaydının zorunlu olmadığı, kambiyo senetlerinin davacının ticari defterine kaydedilmemiş olmasının onları hükümden düşürmeyeceği, dava konusu senetlerin kambiyo senedi vasfında olup sebepten mücerret oldukları, davacının söz konusu senetler nedeniyle borçlu bulunmadığını kesin delille ispat yükü altında olduğu, somut olayda tarafların ticari defter kayıtları incelendiğinde, ticari defter ve kayıtların delil kabiliyeti dikkate alınarak bilirkişi raporu doğrultusunda dava konusu çeklerin bedelsiz olduğu kanaatine varıldığı gerekçesiyle davanın kabulüne karar verilmiş, hükme karşı davalı vekilince istinaf kanun yoluna başvurulmuştur. Bölge adliye mahkemesince, (1) davacı tarafın davaya konu ettiği çeklerin avans çeki olarak verildiğini iddia ettiği, kural olarak çekin ödeme aracı olduğu, davacının ileride teslim edilecek mallara yönelik olarak bu çeklerin avans olarak verildiğini ispat külfeti altında olduğu, ancak davalının çeklerin hayvansal yağ satışı karşılığı alındığını kabul ederek aralarındaki hukuki ilişkiyi ikrar ettiği, ispat yükünü üzerine aldığı, ispat yükünün çek karşılığı mal teslim edildiğini savunan davalı tarafa ait olduğu, mahkemece alınan bilirkişi ek raporuna göre, davalı defterlerinin usulüne uygun tutulmaması nedeniyle lehine delil olarak kabul edilemeyeceği, davalı tarafın ödeme iddiasına dayanarak, bunların delili olarak teslim tesellüm makbuzlarını sunduğu, davacı tarafın bu teslim makbuzlarını kabul etmediği, teslim makbuzları incelendiğinde sadece davalı adına teslim eden kısmında farklı gerçek ya da tüzel kişi temsilcilerinin imzalarının yer aldığı, davacı tarafın imzalarının yer almaması nedeniyle bu haliyle ispat aracı olarak değerlendirilemeyeceği, davalı tarafın cevap dilekçesinde açıkça yemin deliline dayanmadığı, dilekçeler aşaması bittikten ve 20.01.2016 tarihli ön inceleme tutanağı düzenlendikten sonra tahkikat aşamasında sunduğu 03.02.2016 tarihli delil listesinde açıkça yemin deliline dayandığı, ancak davacının buna muvafakat etmediği, eldeki davada tanık dinlenmesinin mümkün olmadığı, ödeme savunmasında bulunan davalının bu savunmasını ispatlayamadığı, dolayısıyla davanın kabulüne karar verilmesinin usul ve yasaya uygun olduğu anlaşıldığından davalı vekilinin ilk derece mahkemesi kararına karşı istinaf başvurusunun esastan reddine karar vermek gerektiği, (2) her ne kadar ilk derece mahkemesince davanın kabulü kararı sonucu itibariyle doğru da olsa da, gerekçesi doğru olmadığından davalı vekilinin ilk derece mahkemesi kararına karşı istinaf başvurusunun sadece gerekçe yönünden kabul edilerek ilk derece mahkemesi kararının kaldırılmasına ve gerekçesinin düzeltilmesine karar vermek gerektiği gerekçesiyle davalı vekilinin ilk derece mahkemesi kararına ilişkin istinaf başvurusunun yukarıda (1) nolu bentte açıklanan nedenle esastan reddine, davalı vekilinin ilk derece mahkemesi kararına ilişkin istinaf başvurusunun yukarıda (2) nolu bentte açıklanan nedenlerle sadece gerekçe yönünden kabulüne, ilk derece mahkemesi kararının kaldırılmasına, 6100 sayılı HMK’nın 353/1-b-2 maddesi gereğince sonucu itibariyle doğru olan anılan kararın gerekçesinin “davacı tarafın davaya konu ettiği çeklerin avans çeki olarak verildiğini iddia ettiği, kural olarak çekin ödeme aracı olduğu, davacının ileride teslim edilecek mallara yönelik olarak bu çeklerin avans olarak verildiğini ispat külfeti altında olduğu, ancak davalının çeklerin hayvansal yağ satışı karşılığı alındığını kabul ederek aralarındaki hukuki ilişkiyi ikrar ettiği, ispat yükünü üzerine aldığı, ispat yükünün çek karşılığı mal teslim edildiğini savunan davalı tarafa ait olduğu, mahkemece alınan bilirkişi ek raporuna göre, davalı defterlerinin usulüne uygun tutulmaması nedeniyle lehine delil olarak kabul edilemeyeceği, davalı tarafın ödeme iddiasına dayanarak bunların delili olarak teslim tesellüm makbuzlarını sunduğu, davacı tarafın bu teslim makbuzlarını kabul etmediği, teslim makbuzları incelendiğinde sadece davalı adına teslim eden kısmında farklı gerçek ya da tüzel kişi temsilcilerinin imzalarının yer aldığı, davacı tarafın imzalarının yer almaması nedeniyle bu haliyle ispat aracı olarak değerlendirilemeyeceği, davalı tarafın cevap dilekçesinde açıkça yemin deliline dayanmadığı, dilekçeler aşaması bittikten ve 20.01.2016 tarihli ön inceleme tutanağı düzenlendikten sonra tahkikat aşamasında sunduğu 03.02.2016 tarihli delil listesinde açıkça yemin deliline dayandığı, ancak davacının buna muvafakat etmediği, eldeki davada tanık dinlenmesinin mümkün olmadığı, ödeme savunmasında bulunan davalının bu savunmasını ispatlayamadığı gerekçesiyle davanın kabulüne karar vermek gerektiği” şeklinde düzeltilmek suretiyle, davanın kabulüne, dava konusu çeklerden dolayı davacının davalıya toplam 582.448,57 TL borçlu olmadığının tespitine karar verilmiş, iş bu karara karşı davalı vekilince temyiz yoluna başvurulmuştur. Dava, çekler nedeniyle borçlu olunmadığının tespiti istemine ilişkindir. Davacı, davaya konu çeklerin davalıdan alınacak mallara karşılık avans olarak verildiğini, ancak davalı tarafından malların teslim edilmediğini, bu sebeple çeklerin bedelsiz kaldığını ileri sürmüştür. Davalı ise, davaya konu çeklerin avans olarak verilmediğini, davacıya teslimi yapılan mallar karşılığı alındığını, çekin ödeme aracı olduğunu, ispat yükünün davacıda bulunduğunu savunmuştur. Bölge adliye mahkemesince davalının ispat yükünü üzerine aldığı gerekçesiyle yazılı şekilde karar verilmiştir. Çek, bir ödeme aracıdır. TBK.’nın 207. maddesinin ikinci fıkrasında da asıl olanın peşin satış olduğu düzenlenmiştir. Buna göre davacının malları teslim aldığının kabulü gerekir. Dava konusu çekleri avans olarak verdiğini, çekler bedeli kadar malları teslim almadığını iddia eden davacının, bu iddialarını yazılı delillerle ispat etmesi gerekmektedir. Davalının, dava konusu çekler karşılığı mal teslim edildiğini savunması, ispat yükünü değiştirmemektedir. Açıklanan sebeplerle, Bölge adliye mahkemesince ispat yükünün davacıda olduğu gözetilerek sonucuna göre bir karar verilmesi gerekirken, dosya içeriğine uygun düşmeyen gerekçelerle yazılı şekilde hüküm kurulması doğru görülmemiş, Antalya Bölge Adliye Mahkemesi 11. Hukuk Dairesi’nin 2017/2043 esas ve 2018/729 karar sayılı ve 02.05.2018 tarihli kararının bozulması gerekmiştir. SONUÇ: Yukarıda açıklanan nedenlerle Antalya Bölge Adliye Mahkemesi 11. Hukuk Dairesi’nin 2017/2043 esas, 2018/729 karar sayılı ve 02.05.2018 tarihli kararının BOZULMASINA, dosyanın Antalya Bölge Adliye Mahkemesi 11. Hukuk Dairesi’ne gönderilmesine, vekili Yargıtay duruşmasında hazır bulunan davalı yararına takdiren 2.037,00 TL duruşma vekalet ücretinin davacıdan alınarak davalıya verilmesine, peşin harcın istek halinde temyiz eden davalıya iadesine, 28/11/2019 gününde oybirliğiyle karar verildi.
12. Hukuk Dairesi 2014/15875 E. , 2014/18509 K. “İçtihat Metni” MAHKEMESİ : İstanbul 10. İcra Hukuk Mahkemesi TARİHİ : 15/04/2014 NUMARASI : 2012/855-2014/413 Yukarıda tarih ve numarası yazılı mahkeme kararının müddeti içinde temyizen tetkiki alacaklı tarafından istenmesi üzerine bu işle ilgili dosya mahallinden daireye gönderilmiş olup, dava dosyası için Tetkik Hakimi … tarafından düzenlenen rapor dinlendikten ve dosya içerisindeki tüm belgeler okunup incelendikten sonra işin gereği görüşülüp düşünüldü: Alacaklı tarafından 3 adet çeke dayalı olarak başlatılan kambiyo senetlerine mahsus haciz yoluyla takibe karşı keşideci ile birinci ciranta borçlu, çeklerdeki ciro imzasının S.. Y..’a ait olmadığı ve takibe konu çeklerin iptal edilmesi nedeniyle borca, fer’ilerine itiraz ettiklerini ileri sürerek takibin iptali istemi ile icra mahkemesine başvurdukları anlaşılmıştır. Mahkemece Dairemiz’in bozma ilamına uyulmuş, borçlu S.. Y.. ile ilgili açılan davanın kabulü nedeniyle borçlu S.. Y.. hakkındaki takibin durdurulmasına, keşideci borçlu .. Yapı ….Ltd.Şti ile ilgili itirazın ise lehtar imzasının S.. Y..’a ait olmadığı ve ciro silsilesi kopuk olduğu gerekçesiyle borçlu şirket yönünden takibin iptaline karar verildiği, alacaklının temyiz isteminin ise.. Yapı ……Ltd .Şti. yönünden olduğu anlaşılmıştır. Sahte imza bir başkasının imzasının taklit edilmesi hali olup; takip tarihi itibariyle yürürlükte olan 6762 sayılı Türk Ticaret Kanunu (TTK)’nun 589. maddesi hükmü gereğince; “Bir poliçe, poliçe ile borçlanmaya ehil olmayan kimselerin imzasını, sahte imzaları, mevhum şahısların imzalarını yahut imzalayan veya namlarına imzalanmış olan şahısları herhangi bir sebep dolayısıyla ilzam etmeyen imzaları taşırsa, diğer imzaların sıhhatine bu yüzden halel gelmez”. Anılan hükme göre, ticari senetteki geçersiz imza sadece kendisi yönünden hükümsüzlük sonucu doğurur. Senetteki her imza diğerlerinden bağımsız olarak sadece imza sahibini bağlar. İmzaların bağımsızlığı ilkesi, poliçeye atılı her geçerli imzanın (keşidecinin, cirantanın, avalistin, kabul eden muhatabın imzası gibi) sahibini bağladığını, geçersiz imzaların sahiplerinin sorumlu tutulmamasına rağmen poliçenin geçerliliğini ortadan kaldırmadığını ifade eder. Geçerli imzaların sahipleri, başkasının imzasının geçersiz olduğunu ileri sürerek kambiyo sorumluluğundan kurtulamazlar. Geçersiz bir imza sahibini bağlamaz ise de, ciro zincirini de koparmaz. Poliçeler bakımından getirilmiş olan bu ilke 6762 sayılı TTK’nun 730/3 maddesi yollamasıyla çekler hakkında da uygulanır. Somut olayda, itiraz eden borçlu şirketin takibe konu çeklerin keşidecisi olduğu, lehtar ve ilk ciranta olan S.. Y..’ın ciranta imzasına itirazının İstanbul 7.Asliye Ticaret Mahkemesi’nin 03.05.2011 tarih ve 2008/658 E.-2011/224 K.sayılı dosyasında aldırılan rapor doğrultusunda kabul edilerek her iki borçlu yönünden borçlu olmadıklarının tespiti ile anılan takibin iptaline karar verildiği kararın temyiz edilmesi üzerine Yargıtay 19.HD’nin 09.05.2012 tarih 2011/13714E.-2012/7766K. Sayılı kararı ile borçlu … …..Ltd.Şti yönünden kararın bozulduğu mahkemece bozma ilamına uyularak borçlu keşideci … …şirketi yönünden davanın reddine, S.. Y.. yönünden karar kesinleştiği gerekçesiyle karar verilmesine yer olmadığına dair hüküm kurulduğu, kararın 19.Hukuk Dairesi’nin 01.10.2013 tarih 2013/8410-15039 K.sayılı kararı ile onandığı görülmüştür. Yukarıda açıklandığı üzere S.. Y..’ın ciranta imzasının geçersiz olması sadece onun yönünden sonuç doğurur. Keşideci borçlu şirketin, keşideci şirket adına atılan imzaya bir itirazı bulunmadığına göre, sorumluluktan kurtulamaz. Geçersiz imza ciro zincirini bozmayacağından, mahkemenin lehtar imzasının S.. Y.. ‘a ait olmadığı ve ciro silsilesinin kopuk olduğu gerekçesiyle keşideci borçlu…Yapı…Ltd.Şti. yönünden takibin iptaline karar verilmesi isabetsizdir. SONUÇ : Alacaklının temyiz itirazlarının kabulü ile mahkeme kararının yukarıda yazılı nedenlerle İİK 366 ve HUMK’nun 428. maddeleri uyarınca (BOZULMASINA), peşin alınan harcın istek halinde iadesine, ilamın tebliğinden itibaren 10 gün içinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere, 25.06.2014 gününde oybirliğiyle karar verildi.
3. Hukuk Dairesi 2020/11486 E. , 2021/10578 K. “İçtihat Metni” İSTANBUL 1. TÜKETİCİ MAHKEMESİ Taraflar arasında ilk derece mahkemesinde görülen itirazın iptali davasının kabulüne dair verilen karar hakkında bölge adliye mahkemesi tarafından yapılan istinaf incelemesi sonucunda; davalıların istinaf başvurusunun kabulü ile HMK m. 353/1-b-2 uyarınca İstanbul 1. Tüketici Mahkemesi’nin 04/09/2019 tarih ve 2018/575 E. – 2019/469 K. sayılı karının kaldırılarak davanın usulden reddine yönelik olarak verilen kararın, süresi içinde davacı vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine; temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra, dosya içerisindeki bütün kağıtlar okunup gereği düşünüldü: Y A R G I T A Y K A R A R I Davacı,taşınmaz alım satımı konusunda 26/09/2017 tarihli gayrimenkul satış vaadi sözleşmesi düzenlendiklerini,bu sözleşmenin iki numaralı maddesiyle teslim tarihinin 30/12/2017 olarak belirlendiğini,aksi taktirde gecikilen her bir ay için 5.000 USD cezai şart ödeneceğinin hükme bağlandığını,taşınmaz süresinde teslim edilmediğinden gecikilen 4 aylık süre için gecikme bedeli toplamı 20.000 USD’nin ödenmesi için davalılara noter ihtarnamesi gönderdiğini, ödemenin yapılmadığını,taşınmazın tapuda eşi S. K.ğlu adına tescil edildiğini ancak fiilen teslimin gerçekleştirilmediğini, cezai şart bedelinin ödenmemesi üzerine İstanbul 32.İcra Müdürlüğünün 2018/20155 esas sayılı dosyası ile icra takibi başlattıklarını, davalıların kötüniyetli ve haksız şekilde borca itiraz ettiklerini, davalıların itirazlarının haksız ve kötüniyetli olduğunu belirterek İstanbul 32.İcra Müdürlüğünün 2018/20155 esas sayılı dosyasındaki itirazın iptali ile icra takibinin devamına, alacağın %20’sinden aşağı olmamak üzere icra inkar tazminatının davalılardan tahsiline karar verilmesini istemiştir. Davalılar,davacının dava açma sıfatı bulunmadığını, sözleşmenin noterde tanzim edilmesi gerekirken adi yazılı şekilde tanzim edilmesi nedeniyle herhangi bir borç doğmadığını,sözleşme ile zorunlu olmamasına karşın tüm edimlerin zamanında yerine getirildiğini, davacının sözleşmeyi istismar ederek kendisine haksız çıkar sağlamaya çalıştığını, cezai şartın fahiş olduğunu belirterek davanın reddini dilemişlerdir. İlk Derece Mahkemesince,davacının davasının kabulü ile davalıların İstanbul 32. İcra Müdürlüğünün 2018/20155 esas sayılı dosyasında yapmış oldukları itirazlarının iptali ile takibin 25.000,00 USD asıl alacak, 231,03 USD işlemiş faiz olmak üzere toplam 25.231,03 USD üzerinden devamına, asıl alacak miktarı olan 25.000,00 USD’nin %20’si oranında icra inkar tazminatının davalılardan alınarak davacıya verilmesine karar verilmiş; davalılar vekilinin kararı istinaf etmesi üzerine Bölge Adliye Mahkemesince;davalıların istinaf başvurusunun kabulü ile HMK m. 353/1-b-2 uyarınca İstanbul 1. Tüketici Mahkemesinin 04/09/2019 tarih, 2018/575 Esas, 2019/469 Karar sayılı kararının kaldırılarak davacının,cezai şartın kararlaştırıldığı gayrimenkul satış vaadi sözleşmesine konu taşınmazın tapu kayıt maliki olmaması nedeniyle aktif husumet ehliyeti bulunmadığından davanın usulden reddine karar verilmiş, hüküm süresi içinde davacı vekili tarafından temyiz edilmiştir. Eldeki dava,taraflar arasında imzalanan gayrimenkul satım vaadi sözleşmesi uyarınca taşınmazın süresinde teslim edilmemesi nedeniyle gecikilen her bir ay için belirlenen 5.000 USD cezai şartın gecikilen 4 aylık süre için gecikme bedeli toplamı 20.000 USD için başlatılan takibe vaki itirazın iptali davasıdır. Taraf sıfatı, bir başka deyişle husumet ehliyeti, dava konusu hak ile kişiler arasındaki ilişkiyi ifade eder. Sıfat, bir maddi hukuk ilişkisinde tarafların o hak ile ilişkisinin olup olmadığının belirlenmesi anlamına gelir. Davacı sıfatı, dava konusu hakkın sahibini, davalı sıfatı ise dava konusu hakkın yükümlüsünü belirler. Uygulamada davacı sıfatı, aktif husumeti, davalı sıfatı ise pasif husumeti karşılayacak şekilde değerlendirilmektedir. Dava konusu şey üzerinde kim ya da kimler hak sahibi ise, davayı bu kişi veya kişilerin açması ve kime karşı hukuki koruma isteniyor ise o kişi veya kişilere davanın yöneltilmesi gerekir. Bir kimsenin, davacı veya davalı sıfatına sahip olup olmadığı, tıpkı hakkın mevcut olup olmadığının tayininde olduğu gibi maddi hukuka göre belirlenir. Bu açıklamalar ışığında yapılan incelemede;26.09.2017 tarihli gayrimenkul satış vaadi sözleşmesinin tarafı davacı olup,eldeki davada aktif dava açma hakkı vardır. O halde bölge adliye mahkemesince davacının aktif dava ehliyeti olduğunun kabulü gerekirken yanılgılı değerlendirme ile yazılı şekilde karar verilmesi doğru görülmemiş, bozmayı gerektirmiştir. Kabule göre; 6762 S. Türk Ticaret Kanunu’nun (TTK) 24. (6102 S.TTK nin 22.) maddesine göre tacir sıfatını haiz borçlu cezai şarttan indirim isteyemez. Ancak, yerleşmiş Yargıtay uygulamasına göre, belirlenen cezai şart miktarının, tacir olan borçlunun mahvına ve ekonomik yıkımına sebep olacağının bilirkişi raporuyla tespit edilmesi halinde cezai şart miktarında indirim yapılabileceği kabul edilmektedir. Bu durumda, bölge adliye mahkemesince sözleşme ile belirlenen cezai şart miktarının, tacir olan davalının mahvına ve ekonomik yıkımına sebep olup olmayacağı hususu da usulünce değerlendirilmelidir. SONUÇ: Yukarıda açıklanan nedenlerle 6100 sayılı HMK’nin 371. maddesi uyarınca temyiz olunan bölge adliye mahkemesi kararının davacı yararına BOZULMASINA, peşin alınan temyiz harcının istek halinde temyiz edene iadesine, HMK’nin 373/2. maddesi uyarınca dosyanın bölge adliye mahkemesine gönderilmesine, 21/10/2021 tarihinde oy birliği ile karar verildi.
3. Hukuk Dairesi 2021/3167 E. , 2021/8463 K. “İçtihat Metni” MAHKEMESİ : ANKARA BÖLGE ADLİYE MAHKEMESİ 24. HUKUK DAİRESİ İLK DERECE MAHKEMESİ : ANKARA 16. ASLİYE HUKUK MAHKEMESİ Taraflar arasında ilk derece mahkemesinde görülen alacak davasının reddine dair verilen karar hakkında bölge adliye mahkemesi tarafından yapılan istinaf incelemesi sonucunda; davacı tarafın istinaf başvurusunun reddine yönelik olarak verilen kararın, süresi içinde davacı vekilince temyiz edilmesi üzerine; temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra, dosya içerisindeki bütün kağıtlar okunup gereği düşünüldü: Y A R G I T A Y K A R A R I Davacı; işlettiği özel halk otobüsünün 2007 yılında alınan kararla kaldırıldığını, kendisi gibi alınan karardan etkilenen 450’ye kişinin mağduriyetinin giderilmesi için Ankara-Sincan arası midibüslerin getirildiğini; ancak, 450 otobüse karşılık 222 midibüs öngörüldüğünü, kendisi gibi otobüsü kaldırılan davalı … ile 1 midibüse ortak olma konusunda anlaştıklarını; aracın daha önceden tanıdıkları şirket adına alındığını, kredinin davalı … adına çekildiğini, kendisinin ise kefil olduğunu, araç ve hat bedelini kredi kullanıldığı gün banka aracılığıyla şirket adına yatırdığını, daha sonra asıl borçlu davalı … olduğunu için aracın davalı adına tescil edildiğini; davalıya güvendiğini; ancak, aylık 13-14 bin TL kazanılmasına rağmen ödeme yapılmadığını, ardından aracın hattının davalı … tarafından oğlu diğer davalı …’e devredildiğini, kazancın yarısının verilmediğini ileri sürerek; aracın bilirkişi tarafından belirlenecek değerinden hissesine düşecek miktardan şimdilik 5.000 TL’nin satış tarihinden itibaren işleyecek yasal faiziyle birlikte davalı …’dan; otobüsün hat bedelinin bilirkişi tarafından belirlenecek değerinden hissesine düşecek miktardan şimdilik 5.000 TL’nin devir tarihinden itibaren işleyecek yasal faiziyle, aracın işletilmesinden kaynaklanan gelirin yarısının hesap edilerek şimdilik 5.000 TL’nin dava tarihinden itibaren işleyecek yasal faizi ile birlikte davalılardan müştereken ve müteselsilen tahsiline karar verilmesini talep ve dava etmiştir. Davalılar; midibüs ihalesine davalı … ve davacı adına … şirketinin girdiğini, ihale bedeli ve araç için kredi çektiğini, davacının ise kefil olduğunu; tüm taksitleri davalı …’in ödediğini, davacının kredi ödemelerinde katkısı olmadığını, davacının davalı …’e olan borcunu ödedikten sonra davalı …’in yarı hissesini davacıya devretmek için anlaştıklarını; ancak davacı tarafından ödeme yapılmadığını; davacının borcuna karşılık … şirketine muvafakatname vererek yarı hissenin satışının gerçekleştiğini savunarak; davanın reddini istemişlerdir. İlk derece mahkemesince; davacının, otobüsün 1/2 sinin kendisine ait olduğunu ve kredi borcunun kendisi tarafından ödendiğine dair yazılı delil ibraz edemediği, banka kayıtlarının aksine olan tanık beyanlarına itibar edilmediği, davaya konu otobüsün banka kredisi ile satın alındığı, kredilerin ödenmesinde banka kayıtlarına göre davacının hiçbir katkısının bulunmadığı, kredilerin davalı … tarafından ödendiği, davacının davasını ispatlayamadığı gerekçesiyle; davanın reddine karar verilmiştir. İlk derece mahkemesi kararına karşı, davacı vekili tarafından istinaf yoluna başvurulmuştur. Bölge adliye mahkemesince; taraflar arasında yazılı adi ortaklık sözleşmesi bulunmadığı, miktar itibariyle davada tanık dinlenemeyeceği, davacı ortaklığa konu otobüsün alımı sırasında çekilen banka kredisine kefil olmuş ise de, kredi borcunu ödediğine ilişkin dosyada herhangi bir banka kaydına rastlanılmadığı; aksine, kredi ödemelerinin büyük bir kısmının davalı … tarafından ödendiği, davanın ispatlanamadığı gerekçesiyle; davacı vekilinin istinaf başvurusunun esastan reddine karar verilmiş; hüküm, davacı vekili tarafından temyiz edilmiştir. 1- Dosyadaki yazılara, kararın dayandığı bilgi ve belgelere, özellikle temyiz olunan bölge adliye mahkemesi kararında yazılı gerekçelere göre, davacının sair temyiz itirazlarının reddi gerekir. 2- Uyuşmazlık; taraflar arasında adi ortaklık kurulup kurulmadığı, bu kapsamda sermaye koyma borcunun yerine getirilmemesinin adi ortaklığın mevcudiyetine etki edip etmeyeceği ve tasfiye sırasında nasıl değerlendirilmesi gerektiğine ilişkindir. 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 188 inci maddesine göre; “Tarafların veya vekillerinin mahkeme önünde ikrar ettikleri vakıalar, çekişmeli olmaktan çıkar ve ispatı gerekmez.” Öğretideki tanımlamalara göre, ikrar (dar anlamda ikrar), görülmekte olan bir davada, taraflardan birinin, diğer tarafça ileri sürülen ve kendisi aleyhine hukuki sonuç doğurabilecek nitelik taşıyan maddi vakıanın doğruluğunu kabul etmesidir. Somut olayda; davacı taraf, davalı … ile birlikte ortak olarak midibüs aldıklarını iddia etmiş, davalılar ise cevap dilekçesinde; davacı ve davalı … adına midibüs için dava dışı şirketin ihaleye girdiğini, kredi taksitlerini davalı …’in ödediğini, davacının ise kredi ödemelerine katkısı bulunmadığını, davacının borcunu ödedikten sonra aracın yarı hissesinin davacıya devredilmesi için anlaşıldığını, ödeme yapılmaması üzerine davacının borcuna karşılık şirkete muvafakatname vererek aracın yarı hissesini verdiğini savunmuştur. Bu durumda, davalı tarafın, midibüs alınması yönünde anlaşma yapıldığını ve aracın davacıya ait yarı hissesinin muvafakatname ile devrinin gerçekleştiğini beyan ederek, taraflar arasında ortaklık kurulduğunu ikrar ettiği anlaşılmaktadır. Adi ortaklığın varlığı ispat edildiğine göre, mahkemece yapılacak iş; 01/07/2012 tarihinde yürürlüğe giren 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun 620 ve devamı maddelerinde düzenlenen adi ortaklık hükümlerini dikkate almak ve aynı Kanun’un 642 ve devamı maddelerindeki tasfiye hükümlerini taraflar arasındaki midibüs işletmeciliğine dair adi ortaklığa uygulamak olmalıdır. Adi ortaklık sözleşmesi; karşılıklı borçları kapsayan bir sözleşme olmayıp, herkesin belli bir amaca ermek için bir takım borçlar altına girdiği bir sözleşmedir. Bu sözleşmeden doğan borçlar, hukuk bakımından birbirinin karşılığı sayılmaz. Ortaklık sözleşmesinde, karşılıklı borç yükleyen (satış veya kira gibi) sözleşmelerde olduğu gibi mülga BK’nın 81 inci (TBK’nın 97 nci) maddesi uyarınca, bir akidin borcunu yerine getirmemesi halinde diğerinin de borcunu yerine getirmekten kaçınması söz konusu edilemez. Bir tarafın katılım payı koyma borcunu yerine getirmekten kaçınması diğer tarafa ancak, mülga BK’nın 535 inci maddesinin yedinci fıkrası (TBK’nın 639 uncu maddesinin yedinci fıkrası) uyarınca ortaklığın haklı sebeple feshini isteme hakkını verir ve ortaklık mahkeme kararı ile ortadan kalkar. Ortaklığın feshi, diğer tarafça istenmemiş ise ortaklık sözleşmesi yürürlükte kalır. Buna bağlı olarak, bir tarafın katılım payı koyma borcunu yerine getirmemesi, ortaklığın tasfiyesi durumunda onun hiç pay alamamasına değil, aksine sadece tasfiyede katılım payını taahhüt ettiği oranda alamamasına neden olur. Bu açıklamalar ışığında dava konusu olay incelendiğinde; ortaklığa konu aracın çekilen kredi ile ihaleye giren dava dışı şirket adına alındığı, 21/01/2013 tarihinde davalı … adına tescil edildiği görülmektedir. Davacı ise; katılım payı koyma borcunu ifa ettiğini yasal delillerle kanıtlayamamıştır. Esasen, bu husus mahkemenin de kabulündedir. Bu durumda, davalı tarafın davacının aracın devri için muvafakatname verdiği savunmasının da araştırılarak ve davacının tasfiye sırasında katılım payını taahhüt ettiği oranda alamayacağı gözetilerek, ortaklığın tasfiye payından, davacının koyduğunu ileri sürdüğü katılım payı tutarının davalı … yararına değerlendirilmesi suretiyle tasfiyenin yapılması gerekir. Buna göre; ilk derece mahkemesince; davacı ile davalı … arasında adi ortaklık kurulduğu dikkate alınarak, ortaklığa dair tüm gelir gider hesabının çıkarılması suretiyle ortaklık malvarlığının belirlenmesi, davacının ortaklığa koyması gereken katılım payı tutarının davalı … yararına değerlendirilmesi suretiyle tasfiyenin gerçekleştirilmesi gerekirken, adi ortaklığın ispatlanamadığı gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiş olması usul ve kanuna aykırı olup, bozmayı gerektirmiştir. İlk derece mahkemesi kararının, yukarıda açıklanan nedenlerle bozulmasına karar verilmiş olduğundan, HMK’nın 373 üncü maddesinin birinci fıkrası uyarınca, işbu karara karşı yapılan istinaf başvurusunun esastan reddine ilişkin bölge adliye mahkemesi kararının da kaldırılmasına karar verilmiştir. SONUÇ : Yukarıda birinci bentte açıklanan nedenlerle davacının sair temyiz itirazlarının reddine, ikinci bentte açıklanan nedenlerle 6100 sayılı HMK’nın 373 üncü maddesinin birinci fıkrası uyarınca, temyiz olunan bölge adliye mahkemesi kararının KALDIRILMASINA, aynı Kanunun 371 inci maddesi uyarınca ilk derece mahkemesi kararının davacı yararına BOZULMASINA, peşin alınan temyiz harcının istek halinde temyiz edene iadesine, dosyanın ilk derece mahkemesine, kararın bir örneğinin de bölge adliye mahkemesine gönderilmesine, 15/09/2021 tarihinde oy birliği ile karar verildi.
3. Hukuk Dairesi 2021/1027 E. , 2021/11312 K. “İçtihat Metni” MAHKEMESİ : NİĞDE 1. ASLİYE HUKUK MAHKEMESİ Taraflar arasında ilk derece mahkemesinde görülen alacak davasının reddine dair verilen karar hakkında bölge adliye mahkemesi tarafından yapılan istinaf incelemesi sonucunda; davacı tarafın istinaf başvurusunun esastan reddine yönelik olarak verilen kararın, süresi içinde davacı vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine; temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra, dosya içerisindeki bütün kağıtlar okunup gereği düşünüldü: Y A R G I T A Y K A R A R I Davacı; avukat olduğunu, davalının bir çok dava ve icra takip dosya vekilliğini üstlendiğini, danışmanlığını yaptığını, davalının 100.000 Euro alacaklı olduğu icra dosyasını, vekalet sözleşmesi imzalanmasından bir gün sonra vekalet ücreti ödememek için dava dışı üçüncü kişiye temlik ettiğini, ileri sürerek; fazlaya ilişkin hakkı saklı kalmak üzere, davalı ile imzaladığı 16/10/2011 tarihli sözleşme ile belirlenen ve tarafına ödenmeyen 30.000 Euro karşılığı 186.000 TL alacağının yasal faizi ile birlikte davalıdan tahsilini talep etmiştir. Davalı; davanın zamanaşımı nedeniyle reddini istemiştir. İlk derece mahkemesince, davanın zamanaşımı nedeniyle reddine karar verilmiş, karara karşı, davacı tarafından istinaf yoluna başvurulması üzerine, bölge adliye mahkemesince, davacının istinaf başvurusunun esastan reddine karar verilmiş; karar, davacı tarafından temyiz edilmiştir. 1-6502 Sayılı Tüketicinin Korunması Hakkında Kanunun 3. maddesine göre tüketici; ticari veya mesleki olmayan amaçlarla hareket eden gerçek veya tüzel kişiyi, tüketici işlemi; mal veya hizmet piyasalarında kamu tüzel kişileri de dâhil olmak üzere ticari veya mesleki amaçlarla hareket eden veya onun adına ya da hesabına hareket eden gerçek veya tüzel kişiler ile tüketiciler arasında kurulan, eser, taşıma, simsarlık, sigorta, vekâlet, bankacılık ve benzeri sözleşmeler de dâhil olmak üzere her türlü sözleşme ve hukuki işlemi ifade eder. 6502 sayılı Kanun’un 73. maddesi, bu kanunun uygulanması ile ilgili her türlü ihtilafa Tüketici Mahkemelerinde bakılacağını öngörmüştür. Somut olayda, dava, vekalet ilişkisinden kaynaklanmakta olup davacı, aralarında akdedilen 17/10/2011 tarihli avukatlık ücret sözleşmesi ile kararlaştırılan ve tarafına ödenmeyen vekalet ücreti alacağının tahsilini talep etmiştir. Vekalet akdi 28/05/2014 tarihinde yürürlüğe giren 6502 sayılı Kanun kapsamına alınmış olup, 28/05/2014 tarihinden sonra açılan davalarda, Tüketici Mahkemesi görevlidir. Nitekim bu husus 6502 sayılı Kanun’un geçici 1. maddesiyle çözüme bağlanmış durumdadır. Davanın 6502 sayılı Kanun’un yürürlüğe girmesinden sonra 18/09/2019 tarihinde açıldığı ve bu bağlamda davaya bakmanın tüketici mahkemesinin görev alanına girdiği anlaşılmaktadır. Görev kamu düzenine ilişkin olup, yargılamanın her aşamasında resen gözetilir. Bu durumda mahkemece ayrı bir Tüketici Mahkemesi var ise görevsizlik kararı verilmesi, ayrı bir tüketici mahkemesi bulunmuyorsa davaya tüketici mahkemesi sıfatıyla bakılması gerekirken yazılı şekilde davaya Asliye Hukuk Mahkemesi olarak bakılması usul ve kanuna aykırı olup, bozmayı gerektirmiştir. İlk derece mahkemesi kararının, yukarıda açıklanan nedenlerle bozulmasına karar verilmiş olduğundan, HMK’nın 373/1 maddesi uyarınca, işbu karara karşı yapılan istinaf başvurusunun esastan reddine ilişkin bölge adliye mahkemesi kararının da kaldırılmasına karar verilmiştir. 2-Bozma nedenine göre, davacının temyiz itirazlarının incelenmesine şimdilik gerek görülmemiştir. SONUÇ: Yukarıda birinci bentte açıklanan nedenlerle 6100 sayılı HMK’nın 373/1 maddesi uyarınca temyiz olunan bölge adliye mahkemesi kararının KALDIRILMASINA, aynı Kanunun 371. maddesi uyarınca ilk derece mahkemesi kararının BOZULMASINA, ikinci bentte açıklanan nedenlerle davacının temyiz itirazlarının incelenmesine şimdilik yer olmadığına, peşin alınan temyiz harcının istek halinde temyiz edene iadesine, dosyanın ilk derece mahkemesine, kararın bir örneğinin de bölge adliye mahkemesine gönderilmesine, 11/11/2021 tarihinde oy birliği ile karar verildi-
Hukuk Genel Kurulu 2017/1140 E. , 2018/563 K. “İçtihat Metni” MAHKEMESİ :İcra Hukuk Mahkemesi Taraflar arasındaki “borca itiraz” isteminden dolayı yapılan yargılama sonunda Ankara Batı İcra (Hukuk) Mahkemesince itirazın kabulü ile takibin iptaline dair verilen 25.02.2014 gün ve 2013/873 E., 2014/159 K. sayılı kararın temyizen incelenmesinin alacaklı vekili tarafından istenilmesi üzerine Yargıtay 12. Hukuk Dairesinin 08.05.2014 gün ve 2014/11364 E., 2014/13598 K. sayılı kararı ile, (…Borçlu hakkında bonoya dayalı olarak kambiyo senetlerine mahsus haciz yoluyla icra takibi yapılmış olup, borçlu süresi içinde icra mahkemesine başvurarak, takip dayanağı senedin teminat senedi olduğundan bahisle takibin iptaline karar verilmesini talep etmiştir. Takip dayanağı bonoda “teminattır” ibaresinin bulunması, Dairemizin yerleşik içtihatları doğrultusunda neyin teminatı olduğu açıklanmadığı sürece, başlı başına senedin teminat senedi niteliğinde olduğunun kabulünü gerektirmez. Somut olayda borçlu, senedin teminat olarak verildiğine ve borca itirazlarına ilişkin İİK’nun 169/a maddesinde öngörülen ve takip hukuku açısından geçerli, yazılı bir belge de sunamadığı gibi dosyaya sunduğu araç satışına ilişkin belgeler de alacaklı tarafından kabul edilmediğine göre mahkemece istemin reddi yerine kabulüne karar verilmesi isabetsizdir…) gerekçesiyle ile bozularak dosya yerine geri çevrilmekle yeniden yapılan yargılama sonunda mahkemece önceki kararda direnilmiştir. HUKUK GENEL KURULU KARARI Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki belgeler okunduktan sonra gereği görüşüldü: Talep borca itiraza ilişkindir. Borçlu takibe konu senedin teminat senedi olduğunu ve buna ilişkin şerhin senedin arkasında mevcut olduğunu, alacaklı ile aralarında 04.08.2013 tarihinde traktör alımı ile ilgili sözlü bir anlaşma yapıldığını, traktör bedeli olan 13.500,00 TL’nin 20.10.2013 tarihinde ödenmesi, …’in de bu tarihe kadar traktörün trafikle ilgili resmî işlemlerini tamamlayıp satışa hazır hâle getirmesi hususunda anlaşarak aralarında bir teminat senedi düzenlediklerini, traktörü devir almak için notere gittiklerinde trafikten men edilmiş olduğunun anlaşılması üzerine satışın yapılamadığını, mülkiyetinin hâlen …’e ait olduğunu, devrini alamadığı bir araç için ödeme yapmasının mümkün olmadığını ve borcunun bulunmadığını, …’le traktör alımı dışında başka bir ticari ilişkinin de mevcut olmadığını ileri sürerek takibin iptaline karar verilmesini talep etmiştir. Alacaklı vekili takip dayanağı bononun arka yüzünde sadece “teminat senedidir” ibaresinin bulunmasının onun kambiyo senedi vasfını etkilemeyeceğini, Yargıtay içtihatlarına göre de bir senedin teminat senedi vasfını taşıyabilmesi için ya senet üzerinde neden teminat verildiği ya da ayrı bir belge ile söz konusu senedin teminat senedi olduğunun belirlenmesinin gerektiğini, takibe konu senedin teminat senedi olmayıp, alacaklı müvekkilin davacıya elden verdiği para borcunun karşılığı olarak düzenlendiğini, 19.09.2013 tarihli vekâletnamenin traktörü dilediği bedel ve şartlarda satması hususunda dava dışı İhsan Yılmaz’a verilmiş vekâletname olduğunu, vekâletnamede senetten bahsedilmediği gibi vekâletnamede davacının da taraf olmadığını savunarak şikâyetin reddi ile takip konusu alacağın %20 sinden az olmamak üzere tazminata mahkûm edilmesini istemiştir. Yerel Mahkemece takip konusu senedin arkasında “teminat senedidir” ibaresi yazılı olup takip konusu senedin kayıtsız ve şartsız belirli bir bedeli ödemek vaadini içermediği, alacağın varlığının kanıtlanmasının yargılamayı gerektirdiği gerekçesiyle şikâyetin kabulü ile takibin iptaline karar verilmiştir. Alacaklı vekilinin temyizi üzerine karar, Özel Dairece yukarıda başlık bölümünde açıklanan gerekçelerle bozulmuştur. Mahkemece 6102 sayılı Türk Ticaret Kanununun 776/b maddesinde açıkça senedin “Kayıtsız ve şartsız belirli bir bedeli ödeme vaadini…” içermesi gerektiğinin belirtilmiş olması karşısında, “teminat senedidir” ifadesi taşıyan bir senedin kayıtsız ve şartsız olduğu söylenemeyeceği, alacağın varlığı ancak yargılama sonucu ortaya çıkacağından, kaldı ki teminat senedi olmayan bir senedin arkasına “teminat senedidir” ibaresinin yazılmış ve alacaklının da bu yazıyı görerek senedi kabul etmiş olması hâlinde bu senedin teminat senedi olmadığı ileri sürülemeyeceği gerekçesiyle direnme kararı verilmiştir. Direnme kararını alacaklı vekili temyize getirmiştir. Direnme yolu ile Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; senette bulunan ‘Teminat Senedidir’ kaydının “neyin teminatı olduğu konusunda bir açıklık bulunmaması durumunda” senedin mücerretlik (soyutluk) niteliğini ortadan kaldırıp kaldırmayacağı, burada varılacak sonuca göre kambiyo senedinin geçerli olup olmayacağı, ayrıca bu kambiyo senedine karşı ileri sürülen bu tür bir iddianın ne şekilde ispat edilmesi gerektiği noktalarında toplanmaktadır. Öncelikle takip dayanağı belgenin kambiyo senedi vasfını haiz olup olmadığı üzerinde durulmalıdır. 6102 sayılı Türk Ticaret Kanunu’nun 776 ncı maddesine göre bononun senet metninde “bono” veya “emre yazılı senet” kelimesi ve senet Türkçe’den başka bir dille yazılmışsa, o dilde bono veya emre yazılı senet karşılığı olarak kullanılan kelime, kayıtsız ve şartsız belirli bir bedeli ödemek vaadi, vade, ödeme yeri, kime veya kimin emrine ödenecek ise onun adı, düzenlenme tarihi ve yeri ile düzenleyenin imzası bulunmalıdır. Bu çerçevede belirlilik (muayyenlik) kambiyo senetlerinin temel unsurlarından biridir. Tedavül kabiliyeti de dikkate alındığında, bononun bütün unsurlarının açık, net, yoruma elverişli olmayacak biçimde belirgin olması gerekir. Öztan’ın da ifade ettiği gibi poliçe ve bono keşidesi “şart kabul etmeyen” bir işlemdir (Öztan, F.: Kıymetli Evrak Hukuku, 2. b., Ankara 1997, s.451). Nitekim Türk Ticaret Kanunu’nun 777 nci maddesi zorunlu unsurları taşımayan senedin bono niteliğinde olmadığını belirttikten sonra vade, keşide ve ödeme yeri konusunda da yedek hukuk kuralı getirerek oluşabilecek boşlukları doldurmuş ve belirlilik ilkesini bu şekilde desteklemiştir. Avizo, bedel, faiz, protestodan muafiyet ve yetki şartı gibi kayıtların konulması kabul edilmekte ise de, illetten mücerretlik veya muayyenlik vasfını ortadan kaldıran kayıtların bono üzerine konması, onun kambiyo senedi vasfını ortadan kaldırır. Yukarıda yapılan açıklamalar ve yasal düzenlemeler ışığında somut olay değerlendirildiğinde; Takipte dayanılan 20.10.2013 vade tarihli ve 13.500,00 TL tutarlı bononun arka yüzünde “teminat senedidir” ibaresi bulunmaktadır. Bonoda teminat kaydı varsa da neyin teminatı olduğu belirtilmediğinden bu ibare bononun mücerrettik vasfını ortadan kaldırmaz. Bononun teminat amaçlı verildiğinin kabul edilebilmesi için, neyin teminatı olarak verildiğinin ya bononun önündeki veya arkasındaki yazılar veya ayrı bir belge (İİK’nun 169/a maddesinde öngörülen) ile teminat senedi olduğunun kanıtlanması gerekir. Nitekim Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 14.03.2001 gün ve 2001/12-233 E., 2001/257 K.; 20.06.2001 gün ve 2001/12-496 E., 2001/534 K.; 24.02.2010 gün ve 2010/19-67 E., 2010/99 K. sayılı kararlarında da aynı hususlar benimsenmiştir. Hâl böyle olunca yerel mahkemece, Hukuk Genel Kurulunca da benimsenen Özel Daire bozma kararına uyulması gerekirken yanılgılı gerekçe ile önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır. Bu nedenle direnme kararı bozulmalıdır. SONUÇ: Alacaklı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile direnme kararının Özel Daire bozma kararında açıklanan nedenlerle BOZULMASINA, istek hâlinde temyiz peşin harcının yatırana geri verilmesine, karar düzeltme yolu kapalı olmak üzere, 28.03.2018 gününde oy birliği ile karar verildi.
Hukuk Genel Kurulu 2017/597 E. , 2020/501 K. “İçtihat Metni” MAHKEMESİ :Asliye Hukuk Mahkemesi 1. Taraflar arasındaki “alacak” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda, Karacabey 1. Asliye Hukuk Mahkemesince verilen davanın reddine ilişkin karar davacı temyizi üzerine Yargıtay 13. Hukuk Dairesince yapılan inceleme sonunda bozulmuş, Mahkemece Özel Daire bozma kararına karşı direnilmiştir. 2. Direnme kararı davacı vekili tarafından temyiz edilmiştir. 3. Hukuk Genel Kurulunca dosyadaki belgeler incelendikten sonra gereği görüşüldü: I. YARGILAMA SÜRECİ Davacı İstemi: 4. Davacı vekili 02.04.2010 tarihli dava dilekçesiyle; davalının 07.08.2009 tarihli vekâletnameye istinaden müvekkili adına 2006 model Renault marka aracın satışı için vekil kılındığını, şirketin ortaklar yapısı ve yönetiminde gerçekleşen değişiklik sonrası yapılan tetkiklerde satışın 10.08.2009 tarihinde gerçekleştiği ve bedelinin davalı tarafından müvekkili şirkete ödenmediğinin tespit edildiğini, bunun üzerine gönderilen ihtarnameden de sonuç alınamadığını, zira davalının cevabi ihtarda savunduğu dava dışı … isimli kişiye ödeme yapıldığı şeklindeki iddianın müvekkili şirketi bağlamayacağını, bu kişinin şirket adına işlem yapmaya yetkili biri olmadığını ileri sürerek satış bedeli olan 30.000,00TL’nin satış tarihinden itibaren işleyecek yasal faizi ile birlikte davalıdan tahsiline karar verilmesini talep etmiştir. Davalı Cevabı: 5. Davalı vekili cevap dilekçesinde; galericilik yapan…’in yanında sigortalı işçi olarak çalıştığını, davacı şirkete ait, dava konusu aracı satmak isteyen … isimli kişi ile Metin Özdil’in 23.000,00TL’ye satış konusunda anlaştıklarını, ancak aracın şirket üzerine kayıtlı olması nedeniyle …’in aracın şirketten olan alacağına karşılık olarak kendisine verildiğini, satış ve devir için gerekli vekâletname ve aracın borcu bulunmadığına dair evrakı getireceğini söylediğini, 250,00TL kaparo verdiklerini, sonrasında bu kişinin müvekkilinin satış yapabilmesi için davacı şirketten vekâletnameyi getirdiğini ve aracı teslim ettiğini, bunun üzerine müvekkilinin 10.08.2009 tarihinde noterde devir işlemini yaptığını, aynı gün 22.750,00TL’yi havale ettiklerini, daha sonra da davacı şirketin satışa ilişkin kapalı faturayı…’e kargo ile gönderdiğini, satış sözleşmesindeki 30.000,00TL’nin aracın noterdeki beyan değeri olduğunu, oysa aracın pazarlık sonucu 23.000,00TL’ye satın alındığını, müvekkilinin aracın sahibi olan şirketi veya vekâletnamede geçen şirket yetkililerini hiç tanımadığını, galerilerde araç alış-satışının bu usulle yürütüldüğünü, davacının alacağını temin edemediği yönünde bir iddiası varsa muhatabının … olduğunu, müvekkilini vekil kıldığı vekâletnameye dayanarak para talep edilmesinin dolandırıcılık suçunu oluşturduğunu, araç ellerinden rızaları dışında çıkmış olsa idi durumun kolluk güçlerine bildirmesi gerektiğini, bu işlemi yapmamalarını ve hiç tanımadıkları hâlde müvekkiline ve diğer kişilere neden vekâlet verdiklerini davacı tarafın açıklamak durumunda olduğunu savunarak davanın reddini istemiştir. Mahkeme Kararı: 6. Karacabey 1. Asliye Hukuk Mahkemesinin 17.01.2013 tarihli ve 2010/675 E., 2013/5 K. sayılı kararı ile; davacı şirket tarafından 10.08.2009 tarihli KDV dâhil 30.000TL bedelli 316594 seri nolu kapalı faturanın alıcı…’e gönderildiği, kapalı faturaların mal bedelinin ödendiğine karine teşkil ettiği, bu durumda bedelin ödenmediğini ispat yükünün davacıya ait olduğu, davacının iddiasını ispat edemediği gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiştir. Özel Daire Bozma Kararı: 7. Yerel Mahkemenin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde davacı vekili temyiz isteminde bulunmuştur. 8. Yargıtay 13. Hukuk Dairesince 23.10.2013 tarihli ve 2013/13841 E., 2013/25953 K. sayılı kararı ile; “Davacı ile davalı arasında vekâlet ilişkisi olduğunda duraksama yoktur. Gerçekten de vekil, vekâleti iyi bir surette ifa ile yükümlüdür (BK. md. 390/2). Eş söyleyişle, müvekkilin kendisine verdiği görevi özen ve sadakatle ifa etmek yükümlülüğü altındadır. Öte yandan, müvekkilin talebi üzerine, yapmış olduğu işin hesabını vermekle, her ne nam ile olursa olsun, almış olduğu şeyi müvekkile tediye etmekle yükümlüdür (BK. md. 392/1). Vekilin hesap verme yükümlülüğüne, üçüncü kişilerden aldığı değerler evleviyetle dâhildir. Belirtilen yükümlülüklere aykırı davranılması hâlinde vekilin, müvekkile karşı, onun bu yüzden uğradığı zararı tazmin yükümlülüğünün ortaya çıkacağı da çok açıktır. Bu ilke ve kurallar altında somut olaya bakıldığında davalı satışa konu bedeli davacıya ödediğini ispat etmelidir. Davalı, dosya kapsamındaki delillerle iddiasını ispatlayamamıştır. Öyle olunca mahkemece, varsa davalıya yemin delili hatırlatılarak sonucuna göre bir karar verilmesi gerekirken yanlış değerlendirme ile davalının vekâleten sattığı malın bedelini davacı müvekkiline veya onun talimatı ile gösterdiği 3. bir şahsa verdiğini ispat etmesi gerekirken, ispat külfeti ters çevrilerek yazılı şekilde davanın reddi usul ve yasaya aykırı olup, bozmayı gerektirir” gerekçesi ile karar bozulmuştur. Direnme Kararı: 9. Mahkemece 17.04.2014 tarihli ve 2014/102 E., 2014/204 K. sayılı kararıyla ilk karar gerekçeleri tekrar edilmek suretiyle direnme kararı verilmiştir. Direnme Kararının Temyizi: 10. Direnme kararı süresi içinde davacı vekili tarafından temyiz edilmiştir. II. UYUŞMAZLIK 11. Direnme yolu ile Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; davacıya ait aracın vekili olan davalı eliyle satıldığı olayda, satış sözleşmesi çerçevesinde davacının (dava dışı) alıcı adına kapalı fatura tanzim etmiş olmasının davalının vekâlet sözleşmesi hükümleri çerçevesinde edimini ifa ederek tahsil ettiği satım bedelini davacıya teslim ettiğini ispata yeterli ve elverişli sayılıp sayılamayacağı noktasında toplanmaktadır. III. GEREKÇE 12. Uyuşmazlığın çözümü için ispat yükü kavramı ve ilgili mevzuat hükümlerinin kısaca açıklanmasında yarar vardır. 13. Dava konusu edilen bir hakkın ve buna karşı yapılan savunmanın dayandığı vakıaların (olguların) var olup olmadıkları hakkında mahkemeye kanaat verilmesi işlemine ispat denir. İspatın konusunu tarafların üzerinde anlaşamadıkları ve uyuşmazlığın çözümüne etkili olabilecek çekişmeli vakıalar oluşturur ve bu vakıaların ispatı için delil gösterilir [6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun (HMK) 187/1 maddesi]. 14. Vakıa (olgu) ise, 03.03.2017 tarihli ve 2015/2 E., 2017/1 K. sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararında kendisine hukuki sonuç bağlanmış olaylar şeklinde tanımlanmıştır. İspatı gereken olaylar, olumlu vakıalar olabileceği gibi olumsuz vakıalar da olabilir. 15. Diğer taraftan hâkim, taraflar arasında uyuşmazlık konusu olan vakıaların gerçekleşip gerçekleşmediğini kural olarak kendiliğinden araştıramaz. Bir olayın gerçekleşip gerçekleşmediğini taraflar ispat etmelidir. Bir davada ispat yükünün hangi tarafa ait olacağı hususu ise 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun (TMK) 6. maddesinde, “Kanunda aksine bir hüküm bulunmadıkça, taraflardan her biri, hakkını dayandırdığı olguların varlığını ispatla yükümlüdür.” şeklinde düzenlendiği gibi, usul hukukunun en önemli konularından biri olan ispat yükü kuralı, HMK’nın 190. maddesinde de “İspat yükü, kanunda özel bir düzenleme bulunmadıkça, iddia edilen vakıaya bağlanan hukuki sonuçtan kendi lehine hak çıkaran tarafa aittir.” şeklinde hüküm altına alınmıştır. 16. Eldeki uyuşmazlıkta davacı şirket, kendilerine ait aracın satışı konusunda davalıya vekâletname verdiklerini, bu vekâletnameye istinaden satışın gerçekleşmesine rağmen bedelinin şirkete ödenmediğini ileri sürdüğünden vekâlet sözleşmelerine değinilmesi yerinde olacaktır. 17. Vekâlet sözleşmesi, somut uyuşmazlıkta dava tarihi itibariyle uygulanması gereken mülga 818 sayılı Borçlar Kanunu (BK)’nun 386. maddesinin 1. fıkrasında “Vekâlet, bir akittir ki onunla vekil, mukavele dairesinde kendisine tahmil olunan işin idaresini veya takabbül ettiği hizmetin ifasını iltizam eyler.” şeklinde tanımlanmıştır. 18. Vekâlet sözleşmesi ile vekil, müvekkiline karşı iş görme borcu altına girer. Bu bir hizmet edimi, geniş anlamda iş edimi, bir başkası lehine faaliyet de olabilir. Hukuki fiillere ilişkin vekâlette vekil, müvekkilinin menfaatine olarak hukuki işlemler gerçekleştirmek, özellikle subjektif haklar iktisap etmek, kullanmak ve devretmeyi yükümlenir (Yalçınduran T.: Vekalet Sözleşmesinde Ücret, Ankara 2007, s. 35). 19. Bu tanımlamadan vekâlet sözleşmesinin unsurları: vekilin, bir iş görme borcunu üstlenmesi; iş görme borcunun, başkasının menfaatine yapılması; iş görme borcunun, müvekkilin iradesine uygun olarak yerine getirilmesi; vekilin, edim sonucunu değil, edim fiilini üstlenmesi; vekilin, iş görme borcunu yerine getirirken bağımsız hareket etmesi ve ücret (ki bu unsur zorunlu değildir) biçiminde sıralanabilir. 20. Kural olarak vekâlet sözleşmesinin kapsamı, Borçlar Hukukumuzun genel hükümlerine ve genel ilkelere bağlı olarak tarafların rızalarına göre belirlenir. Ancak, şahsa sıkı sıkıya bağlı hakların vekâlet sözleşmesinin konusunu oluşturması hukuken olanaklı değildir. Sözleşme özgürlüğü ilkesi gereği bu emredici kural dışında kalan her konuda vekâlet sözleşmesi yapılabilir. Eğer, tarafların iradeleri sözleşmenin kapsamının belirlenmesi konusunda yol gösterici değil ise veya sözleşmede bu hususa değinilmemiş ise BK’nın 388. maddesinin 1. fıkrasının düzenlemesine göre sözleşmenin kapsamı sözleşmenin ilişkin olduğu (taalluk ettiği) işin niteliğine göre belirlenecektir. 21. BK’nın 392. maddesinin 1. fıkrası hükmü uyarınca, müvekkilin istemi hâlinde vekil, vekâlet sözleşmesi konusu olan ve yapmış bulunduğu işin hesabını ona vermek durumundadır. Bu borç, sözleşmenin kurulması ile doğar ve mutlak surette sözleşmenin ifasına bağlı değildir, hâlin icabına göre sözleşmenin sona ermesinden sonra da devam edebilir. Söz konusu hesap verme borcu, vekilin göreviyle ilgili mali konularda, daha açık bir anlatımla aldığı mal veya paralar, yaptığı harcamalar hakkında ve aldığı avans ve masrafları nerelerde kullandığı hususlarında hesap vermek ve buna ait belgeleri müvekkile ibraz etmek zorunluluğunu getirir. Bir anlamıyla sadakat borcunun gereği olarak bilgi vermek yükümünün de bir türü olan bu borç vekilin başkasına ait bir iş görmesinin doğal sonucudur; gerçekten, işi görülen kimsenin (müvekkilin) işe başlanıp başlanmadığını, işin nasıl yürütüldüğünü ve sonuçlandırıldığını bilmeye ihtiyacı vardır. 22. Dosya kapsamından aracın dava dışı … isimli kişinin elinde olduğu, bu kişi tarafından Bursa ili, Karacabey ilçesinde oto galeri bayii olarak faaliyet gösteren dava dışı…’in iş yerine satılmak üzere getirildiği, davalı …’in de bu iş yerinde çalışan kişilerden olduğu, aracın davacı şirket adına kayıtlı olması nedeniyle satış için vekâlete ihtiyaç duyulması üzerine, Manisa’da faaliyet gösteren davacı şirketin Manisa 3. Noterliğinin 07.08.2009 tarih ve 11571 yevmiye numaralı vekâletnamesi ile aralarında davalının ve dava dışı alıcı…’in de bulunduğu on bir kişiye, aracın satışı ve bedellerinin tahsili yönünde yetki verdiği, söz konusu vekâletnameye istinaden Karacabey 1. Noterliğinin 10.08.2009 tarih, 8080 yevmiye numaralı işlemiyle davacı şirketi temsilen davalı …’in aracı…’e sattığı anlaşılmaktadır. Davacı, şirket yönetiminin el değiştirmesi sonrası yapılan tetkiklerde satış bedelinin kendilerine ödenmediğinin anlaşıldığını ileri sürerek sözleşmeden yaklaşık dört ay sonra, vekili sıfatıyla hareket eden davalıdan satış bedelinin ödenmesi hususunu içeren ihtarnameyi keşide etmiştir. 23. Bu noktada satış bedelinin araç sahibi davacıya ödenip ödenmediği konusunda ispat yükünün davanın hangi tarafına düştüğünün belirlenmesi gerekir. 24. Yukarıda değinildiği üzere vekâlet sözleşmelerinde kural olarak vekil, hesap verme borcu çerçevesinde vekâleten gerçekleştirdiği işlemlerde yükümlülüklerini sözleşmeye uygun surette yerine getirdiğini ispatla mükelleftir. 25. Ne var ki, içeriği hakkında hiçbir itiraz ileri sürmediği vekâletnamesinde davacı şirket, davalının en başından beri dile getirdiği savunmalarına parelel şekilde, oto galerici alıcı ve onun yanında çalışan kişilere satış yetkisi vermiş, aracı getiren dava dışı … adına “araç bedeli” açıklamasıyla satışın gerçekleştiği gün alıcı… tarafından 22.750,00TL havale edilmiş, yine aynı gün sözleşmede satış bedeli olarak gözüken 30.000,00TL’ye ilişkin olarak da davacı şirket alıcı adına A 316594 nolu faturayı keserek alıcıya göndermiştir. 26. Aslı davalı tarafça dosyaya sunulan ve davacı tarafından da inkâr edilmeyen söz konusu fatura kapalı fatura niteliğindedir. Bilindiği üzere satıcının, düzenlediği faturanın alt kısmına kaşe ve imza koymasına faturanın kapatılması (akide edilmesi) denir ve bu durum ticari bir örf ve adet kuralı olarak bedelin tahsil edildiğine karinedir (Hukuk Genel Kurulunun 22.04.2015 tarihli, 2013/19-1950 E., 2015/1251 K. sayılı kararı). 27. Söz konusu karine satış sözleşmesinin tarafları arasında geçerli olduğundan eldeki uyuşmazlığa konu vekâlet ilişkisine doğrudan uygulanması mümkün değil ise de somut olayın davacı tarafından inkâr edilmeyen ve ayrıntıları ile açıklanan özelliklerine göre, kapalı olarak tanzim ettiği faturanın varlığına rağmen satış bedelinin kendisine ödenmediğini, vekilin vekâlet görevinin gereklerini ve hesap verme yükümlülüğünü yerine getirmediğini ispat yükünün artık davacıda olduğunun kabulü gerekir. 28. Dosya kapsamı itibariyle davacı bu hususu ispata elverişli delil sunamadığı gibi mahkemece hatırlatıldığında yemin deliline de başvurmadığından ispat olunamayan davanın reddine karar verilmesi netice itibariyle yerindedir. 29. Hukuk Genel Kurulunda yapılan görüşmelerde, kapalı faturanın davalı lehine karine teşkil etmeyeceği ve tek başına ispata elverişli olmadığı, bu yöndeki mahkeme gerekçesinin hatalı olduğu, vekilin aracılık ettiği satıştan aldığı bedeli müvekkiline teslim ettiğini ispat etmesi gerektiği, aynı yöne işaret eden Özel Daire kararına uymak gerekirken direnme kararı verilmesinin usul ve yasaya aykırı olmakla bozulması gerektiği yönünde ileri sürülen görüş açıklanan nedenlerle Kurul çoğunluğu tarafından benimsenmemiştir. 30. Diğer yandan, direnmeye ilişkin gerekçeli kararın başlığında dava tarihi 02.04.2010 olması gerekirken yanlış şekilde 20.02.2014 olarak gösterilmiş ise de bu husus mahallinde her zaman giderilebilecek maddi hata olarak kabul edildiğinden işin esasına etkili görülmemiştir. 31. Sonuç olarak direnme kararının yukarıda açıklanan geniştilmiş gerekçeler doğrultusunda onanması gerekir. IV. SONUÇ : Açıklanan nedenlerle, Davacı vekilinin temyiz itirazlarının reddi ile direnme kararının yukarıda gösterilen genişletilmiş gerekçe ve nedenlerle ONANMASINA, Harç peşin alındığından harç alınmasına yer olmadığına, 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun geçici 3. maddesine göre uygulanmakta olan 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 440. maddesi uyarınca kararın tebliğ tarihinden itibaren on beş gün içinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere 01.07.2020 tarihinde oy çokluğu ile karar verildi.
19. Hukuk Dairesi 2015/6832 E. , 2015/17015 K. MAHKEMESİ : Konya 1. Asliye Ticaret Mahkemesi TARİHİ : 09/12/2014 NUMARASI : 2013/373-2014/346 Taraflar arasındaki menfi tespit davasının yapılan yargılaması sonunda ilamda yazılı nedenlerden dolayı davanın kabulüne yönelik olarak verilen hükmün süresi içinde davalı vekilince temyiz edilmesi üzerine dosya incelendi, gereği konuşulup düşünüldü. – K A R A R – Davacılar vekili, müvekkili S.. İ.. tarafından davalı firma aleyhine ilamsız icra takibi başlatıldığını, davalı firmanın kötü niyetli olarak icra takibine itiraz ettiğini, itirazın iptali için Konya 3. Asliye Hukuk Mahkemesi’ne dava açıldığını, yapılan bu icra takibinden sonra davalı şirket tarafından davaya konu iki adet bonoya dayalı olarak Konya 3. İcra Müdürlüğü’nün 2013/3843 Esas sayılı takip dosyası ile icra takibi başlatıldığını, müvekkillerinin takip konusu bonolara dayalı olarak hiçbir borçlarının bulunmadığını, aksine müvekkili S.. İ..’nın davalı firmadan alacaklı olduğunu, takip konusu iki adet bonoda “malen” kaydının bulunduğunu, davalı tarafından müvekkillerine teslim edilen hiçbir mal bulunmadığını ileri sürerek müvekkillerinin davalıya borçlu olmadıklarının tespiti ile takibe konu senetlerin ve icra takibinin iptaline, davalı aleyhine %20 oranından az olmamak üzere kötü niyet tazminatına karar verilmesini talep ve dava etmiştir. Davalı vekili, davacıların uzun süredir müvekkiline borcunun olduğunu, davacıların ödeme yapmaması üzerine icra takibine başlandığını, müvekkilinin davalı borçlulardan olan alacağının tahsilini kambiyo senetlerinin mücerretliği ilkesine dayandırdığını, senedin dayandığı asıl borç ilişkisinin senetten doğan ve ayrı, bağımsız bir varlığı bulunan alacağın tahsilini engellemeyeceğini, takibin usul ve yasaya uygun olduğunu, ispat külfetinin davacılarda olduğunu savunarak davanın reddini istemiştir. Mahkemece, takibe ve davaya konu bonolarda ”malen” kaydının bulunduğu, tarafların ticari defter ve kayıtları üzerinde yaptırılan bilirkişi incelemesiyle, davalı alacaklının ticari defter ve kayıtlarına göre davacıların davalıya borcunun bulunmadığı gerekçesiyle borçlu olmadıklarının tespitine ve asıl alacağın %20’si oranında kötü niyet tazminatına karar verilmiş, hüküm davalı vekili tarafından temyiz edilmiştir. Dava, kambiyo senetlerine mahsus haciz yoluyla yapılan icra takibinden dolayı borçlu bulunmadığının tespitine ilişkindir. Takibe konu bonolarda ”malen” kaydı bulunup, bu durumda bonolarla ilgili malların verilmediği hususunda ispat yükü davacı borçluya aittir. Davacı borçlu iddiasını ancak yazılı deliller ile ispat edebilir. Bonoların davalı ticari defterlerinde kayıtlı olmaması veya defterlere göre davalının davacıdan alacaklı olduğu anlaşılmasa dahi kambiyo senetlerinin mücerretliği ilkesi uyarınca sebeple bağlı kalınmadığından mahkemece bu hususlar değerlendirilmeksizin yanılgılı gerekçelerle yazılı şekilde karar verilmesi hatalı görülmüş, kararın bu nedenle bozulması gerekmiştir. SONUÇ: Yukarıda açıklanan nedenlerle hükmün BOZULMASINA, peşin harcın istek halinde iadesine, 16.12.2015 gününde oybirliğiyle karar verildi.
5. Hukuk Dairesi 2020/7576 E. , 2020/9109 K. “İçtihat Metni” MAHKEMESİ :Tüketici Mahkemesi Taraflar arasında görülen davada … 12. Asliye Hukuk Mahkemesi ve … 1.Tüketici Mahkemesince ayrı ayrı görevsizlik kararı verilmesi nedeni ile yargı yerinin belirlenmesi için gönderilen dosya içindeki tüm belgeler incelendi, gereği düşünüldü: -K A R A R- Dava, sayaçlı kaçak su kullanımından kaynaklanan alacağın tahsili amacıyla başlatılan takibe yapılan itirazın iptali istemine ilişkindir. … 12. Asliye Hukuk Mahkemesince yapılan yargılamada, dava konusu alacağın kaynağının, mesken olarak kullanılan dairenin su giderine ilişkin olduğu anlaşıldığından, davalının, davacıya göre Tüketici konumunda olması ve bu nedenle, davanın Tüketici Mahkemesinin görevine girmesi nedeni ile mahkemenin görevsizliğine karar verilmiştir. … 1. Tüketici Mahkemesi somut uyuşmazlığın, davalı tarafından kiraya verilmiş olan dairede kullanılan su bedelinin tahsiline yönelik olduğu dikkate alındığında, davalının ticari veya mesleki olmayan amaçlarla hareket eden bir kişi olmaması nedeniyle tüketici tanımı kapsamında bulunmadığı, taraflar arasındaki ilişkinin 6502 sayılı Kanun kapsamı dışında kaldığı gerekçesiyle mahkemenin görevsizliği nedeniyle dava dilekçesinin usulden reddine, … 12. Asliye Hukuk Mahkemesinin davaya bakmakta görevli olduğuna karar verilmiştir. 6502 sayılı Tüketicinin Korunması Hakkında Kanununun 3. maddesine göre tüketici; ticari veya mesleki olmayan amaçlarla hareket eden gerçek veya tüzel kişiyi, tüketici işlemi; mal veya hizmet piyasalarında kamu tüzel kişileri de dâhil olmak üzere ticari veya mesleki amaçlarla hareket eden veya onun adına ya da hesabına hareket eden gerçek veya tüzel kişiler ile tüketiciler arasında kurulan, eser, taşıma, simsarlık, sigorta, vekâlet, bankacılık ve benzeri sözleşmeler de dâhil olmak üzere her türlü sözleşme ve hukuki işlemi ifade eder. 6502 sayılı Kanunun 73. maddesi bu Kanunun uygulanması ile ilgili her türlü ihtilafa Tüketici Mahkemelerinde bakılacağını öngörmüştür. Bir hukukî işlemin, sadece 6502 sayılı Kanunda düzenlenmiş olması, tek başına o işlemden kaynaklanan uyuşmazlığın Tüketici Mahkemesinde görülmesini gerektirmez. Bir hukuki işlemin 6502 sayılı Kanun kapsamında kaldığının kabul edilmesi için taraflardan birinin tüketici olması gerekir. Somut olayda, davaya konu su aboneliğinin meskene ilişkin olduğu anlaşıldığından uyuşmazlığın … 12. Asliye Hukuk Mahkemesinde görülerek sonuçlandırılması gerekmektedir. SONUÇ: Yukarıda açıklanan nedenlerle, 6100 sayılı HMK’nın 21 ve 22. maddeleri gereğince … 12. Asliye Hukuk Mahkemesinin YARGI YERİ OLARAK BELİRLENMESİNE,03/11/2020 gününde oybirliğiyle karar verildi.
12. Hukuk Dairesi 2020/8078 E. , 2021/513 K. “İçtihat Metni” MAHKEMESİ :İcra Ceza Mahkemesi Yerel Mahkemece verilen hükümler temyiz edilmekle; başvurunun süresi, kararın niteliği ve suç tarihine göre dosya incelendi, gereği görüşülüp düşünüldü: Temyiz isteğinin reddi nedenleri bulunmadığından işin esasına geçildi. 1-Sanığın üzerine atılı Alacaklıyı zarara uğratmak için mevcudu azaltmak suçu yönünden yapılan değerlendirmede ; Vicdani kanının oluştuğu duruşma sürecini yansıtan tutanaklar, belgeler ve gerekçe içeriğine göre yapılan incelemede; eyleme ve yükletilen suça yönelik sanık müdafiinin temyiz nedenleri yerinde görülmediğinden tebliğnameye uygun olarak, TEMYİZ DAVASININ ESASTAN REDDİYLE HÜKMÜN ONANMASINA, 2-Sanığın üzerine atılı Ticareti Usulüne Aykırı Terk Etmek suçu yönünden yapılan değerlendirmede ise ; İcra ve İflas Kanunu’nun 44. maddesi; “Ticareti terk eden bir tacir 15 gün içinde keyfiyeti kayıtlı bulunduğu ticaret siciline bildirmeye ve bütün aktif ve pasifi ile alacaklılarının isim ve adreslerini gösteren bir mal beyanında bulunmaya mecburdur. Keyfiyet ticaret sicili memurluğunca ticaret sicili ilânlarının yayınlandığı gazete’de ve alacaklıların bulunduğu yerlerde de mûtad ve münasip vasıtalarla ilân olunur” diyerek ilan etme ve ilan masraflarını da; ödeme yükümlülüğünü yüklenmiştir. Yükümlülüklere aykırı davranmanın yaptırımı ise İİK’nın 337/a maddesinde düzenlenmiş olup, takibi şikayete bağlı olan seçimlik hareketli bu suçun; 1-İİK 44. maddesine göre mal beyanında bulunulmaması, 2-Mal beyanında mevcudun eksik gösterilmiş olması, 3-Aktifte yer alan malın veya yerine kaim olan değerin haciz veya iflas sırasında gösterilmemesi, 4-Mal beyanından sonra, beyan edilen bu mallar üzerinde tasarruf edilmesi şeklinde sıralanan seçimlik hareketlerden herhangi birisinin işlenmesi ile diğer koşulların da (alacaklının zarar görmesi ve borçlunun tacir olması gibi …) gerçekleşmesi halinde oluşacağı ve eylemden dolayı o müştekinin zarar görmüş olmasının gerektiği belirtilmiştir. İİK’nun 337/a maddesi ile yaptırıma bağlanan eylem, tacirin ticareti terk etmesi değil, 44 ncü maddesine göre terk keyfiyetini 15 günlük süre içinde kayıtlı bulunduğu ticaret sicili memurluğuna bildirmemesi ve bütün aktif ve pasifi ile alacaklılarının isim ve adreslerini içeren bir mal beyanında bulunmamasıdır. Hâl böyle olunca, ticaret şirketlerinin ticareti terk edip edemeyecekleri ve buna bağlı olarak İİK’nun 44.maddesi gereğince mal beyanı vermelerinin zorunlu olup olmayacağının irdelenmesi gerekmektedir. 6102 sayılı TTT’nun birinci fıkrasında ticaret şirketlerinin kollektif, komandit, anonim, limited ve kooperatif şirketlerinden ibaret olduğunu, ikinci fıkrasında ise kollektif ve komandit şirketlerin şahıs; anonim, limited ve sermayesi paylara bölünmüş komandit şirketlerin sermaye şirketi sayıldığı belirtilmiştir. 6102 sayılı TTK’nun limited şirketlerde tasfiyeyi düzenleyen 643. maddesindeki; “Tasfiye usulü ile tasfiyede şirket organlarının yetkileri hakkında anonim şirketlere ilişkin hükümler uygulanır” şeklindeki hükmü gereğince limited şirketlerin tasfiye usulünün incelenmesinde; 6102 sayılı TTK’nun Anonim Şirketlerde Sona Erme ve Tasfiyeyi düzenleyen 10. Bölümünde “Sona Erme Sebepleri” başlığı altında “Genel Sona Erme Sebepleri” ve “Özel Sona Erme Sebepleri” olmak üzere iki başlık altında sona erme sebepleri açıklanmıştır. Anılan Yasa hükümlerine göre tasfiye sürecini kısaca özetlemek gerekirse, tasfiye memurları infisah hâlindeki şirketin tüm aktif ve pasifinde bulunan mallarını ortaya çıkaracak, buna ilişkin olarak hazırladığı bilânçoyu onaylattıktan sonra varsa şirketin alacaklarını tahsil edecek; aktifinde mevcut malları satıp paraya çevirecek, sonra alacaklılara şirketin borcunu ödeyecek, artan bir para varsa mukaveledeki pay durumuna göre ortaklara ödeyecek, buna ilişkin bilânço örneği ile birlikte terkin (silinme) işlemini yaptırmak üzere ticaret sicil memuruna bir dilekçe ile başvurarak terkin işlemini gerçekleştirecektir. Tasfiye sırasında şirketin aktifindeki bütün mallar satılıp paraya çevrildiği, bununla ortaklığın borçlarının ödendiği ve varsa artan paranın payları oranında ortaklarına dağıtıldığı bilânçoda gösterildiğine ve ortada mevcut bir mal varlığı da bulunmadığına göre, mal beyanında bulunmasını gerektirecek bir durum da bulunmayacaktır. TTK’nın “Genel Sona Erme Sebepleri” ni düzenleyen 529. maddesinde; (1) Anonim şirket; a) Sürenin sona ermesine rağmen işlere fiilen devam etmek suretiyle belirsiz süreli hâle gelmemişse, esas sözleşmede öngörülen sürenin sona ermesiyle, b) İşletme konusunun gerçekleşmesiyle veya gerçekleşmesinin imkânsız hâle gelmesiyle, c) Esas sözleşmede öngörülmüş herhangi bir sona erme sebebinin gerçekleşmesiyle, d) 421 inci maddenin üçüncü ve dördüncü fıkralarına uygun olarak alınan genel kurul kararıyla, e) İflasına karar verilmesiyle, f) Kanunlarda öngörülen diğer hâllerde, sona erer. Şeklinde, genel sona erme sebepleri sayılmıştır. TTK’nın “Özel Sona Erme Sebepleri” ni düzenleyen 530. maddesinde; Organların Eksikliği ve Haklı nedenle fesih şeklinde, özel sona erme sebepleri sayılmıştır. TTK’nın 533. maddesinin 1. fırkasında;“Sona eren şirket tasfiye hâline girer; Kanundaki istisnalar saklıdır. Sona erme ile tasfiye süreci başlamaktadır. ”şeklinde, Kanundaki istisnalar saklı olmakla birlikte, sona eren şirketin sona erme ile tasfiye sürecinin başladığı açıkça ifade edilmiştir. TTK’nun “Tasfiye ve Sona Erme” üst başlığı altında düzenlenen “Sonuçlar” başlıklı 533. maddesinde; (1) Sona eren şirket tasfiye hâline girer; Kanundaki istisnalar saklıdır. (2) Tasfiye hâlindeki şirket, pay sahipleriyle olan ilişkileri de dâhil, tasfiye sonuna kadar tüzel kişiliğini korur ve ticaret unvanını “tasfiye hâlinde” ibaresi eklenmiş olarak kullanır. Bu hâlde organlarının yetkileri tasfiye amacıyla sınırlıdır. Şeklindeki düzenleme ile tasfiye halindeki şirketin pay sahipleriyle olan ilişkileri de dahil, tasfiye sonuna kadar şirketin tüzel kişiliğini koruduğu ve unvanına “tasfiye halinde” ibaresi ekleneceği, organların yetkilerinin tasfiye amacıyla sınırlı olacağı açıkça ifade edilmiştir. Anılan madde metninden açıkça anlaşılacağı üzere; tasfiye sırasında tüzel kişilik devam eder. Ortaklık amacı kendiliğinden tasfiye amacına dönüşür. Ortaklık bu amaçtan dolayı kural olarak yeni işlem ve faaliyetlere girişemez. Tasfiye ilkelerini bünyesinde barındıran bir diğer madde olan TTK’nun “Şirket Organlarının Durumu” başlıklı 535. maddesinde; (I) Şirket tasfiye hâline girince, organların görev ve yetkileri, tasfiyenin yapılabilmesi için zorunlu olan, ancak nitelikleri gereği tasfiye memurlarınca yapılamayan işlemlere özgülenir. (2) Tasfiye işlerinin gereklerinden olan hususlar hakkında karar vermek üzere genel kurul tasfiye memurları tarafindan toplantıya çağrılır. Şeklindeki düzenleme ile şirketin tasfiye haline girmesi ile organların görev ve yetkilerinin tasfiyenin yapılabilmesi için zorunlu olan ancak nitelikleri gereği tasfiye memurlarınca yapılamayan işlere özgüleneceği, tasfiye işlerinin gereklerinden olan hususlar hakkında karar vermek üzere Genel Kurulun tasfiye memurları tarafından toplantıya çağırılacağı açıkça ifade edilmiştir. Anılan madde metninden açıkça anlaşılacağı üzere; Tasfiye sırasında organlar varlıklarını sürdürmeye devam eder. Ancak organların görev ve yetkileri, tasfiyenin yapılabilmesi için sınırlı olmakla birlikte tasfiye memurlarınca yapılamayan işlemlerle sınırlı hale gelir. Bununla birlikte, 15/7/2016 tarihinde yürürlüğe giren 6728 sayılı Kanun’un 69. maddesiyle 6102 sayılı TTK’nun 545. maddesine “Bu Kanun hükümlerine göre tasfiye olunan şirketlerde, 2004 sayılı Kanunun 44 üncü ve 337/a maddesi hükümleri uygulanmaz.” hükmünü içeren ikinci fıkra eklenmiştir. Maddeden anlaşılacağı üzere ticaret şirketlerinin tasfiye sonrasında İİK’nun 44 üncü maddesi uyarınca mal beyanında bulunma yükümlülüğü kalmadığından, mal beyanında bulunmadığından bahisle İİK’nun 337/a maddesi ile cezalandırılması mümkün olamayacaktır. Nitekim madde gerekçesinde, “2004 sayılı İcra ve İflas Kanunu 44. maddesinde; ticareti terk eden bir tacirin onbeş gün içinde keyfiyeti kayıtlı bulunduğu ticaret siciline bildirmeye ve bütün aktif ve pasifi ile alacaklılarının isim ve adreslerini gösteren bir mal beyanında bulunmaya mecbur olduğu, bu durumun ticaret sicili memurluğunca ticaret sicili ilanlarının yayınlandığı gazetede ve alacaklıların bulunduğu yerlerde ilan olunacağı kuralına yer verilmiştir. İcra ve İflas Kanununun 44. maddesinde belirtilen ticareti terk eden tacirin bütün aktif ve pasifi ile alacaklılarının isim ve adreslerini gösterecek nitelikteki mal beyannamesi ticaret sicili müdürlüklerince yalnızca ticareti terk eden hakiki şahıslardan alınmakta olup, sermaye şirketleri ile diğer tüzel kişi tacirlerden böyle bir beyanname alınmamaktadır. Nitekim TTK’nun 540. maddesinin birinci fıkrası uyarınca tasfiye memurları şirketin tasfiyenin başlangıcındaki durumunu incelemekte, gerekirse şirket mallarına değer biçmek adına uzmanlara başvurarak şirket mal varlığına ilişkin durumu gösteren bir envanter ile bilanço düzenlemekte ve genel kurulun onayına sunmakta, yine 541. madde uyarınca alacaklılara gerekli çağrılarda bulunmaktadır. Diğer taraftan, sermaye şirketleri bakımından ticaretin terk edilmesinden ne anlaşılması gerektiği de açık değildir. Yerleşik Yargıtay kararları uyarınca ticareti terk, sermaye şirketinin ticaret unvanının ticaret sicili kayıtlarından silinmesidir. Ticaret unvanı ticaret sicilinden silinen bir sermaye şirketi, 6102 sayılı Kanun uyarınca tasfiye sürecini tamamladığından, artık bundan sonra aktif ve pasifini gösteren bir mal beyanının verilmesi fiilen mümkün değildir. Nitekim tasfiye sürecinde şirketin aktifleri ile pasifleri tasfiye edilmekte, şirket alacakları tahsil edilmekte ve borçları ödenmektedir. Ayrıca, ticaret sicili kaydı silinen bir şirketin varlığından artık bahsedilemeyeceğinden ve buna bağlı olarak şirketin işlem tesis etme ehliyeti kalmayacağından, silinme sonrasında mal beyanında bulunması da fiilen mümkün değildir. Ticareti terk ile kastedilenin silinme tarihinden daha önce gerçekleşen bir durum olduğunu kabul ettiğimiz takdirde de; tasfiye memurlarınca tasfiye başlangıcında ilk envanter ile bilanço çıkarılacağından, bir kez de mal beyanında bulunulması, aynı işlemin birden çok yapılması anlamına gelecektir. Bu zaman ve emek kaybını doğuracaktır. Nitekim tasfiye memurlarının yapılan işlemler bakımından hukuki ve cezai sorumlulukları da bulunmaktadır. Buna paralel olarak Ticaret Sicili Yönetmeliğinin Üçüncü Kısım’da Ticari İşletmelerin Tescili başlığı altında Birinci Bölüm’de “Gerçek Kişilere Ait Ticari İşletmeler incelenmiş ve bu bölümün “Kaydın silinmesi” başlıklı 51. maddesinin birinci fıkrasında, “Gerçek kişiye ait ticari işletmenin, faaliyetine son verilmesi ya da başka bir gerçek veya tüzel kişiye devredilmesi halinde onbeş gün içerisinde ticaret unvanının silinmesi için ticari işletmenin sahibi tarafından müdürlüğe başvurulur.”, dördüncü fıkrasında ise,“Ticareti terk eden tacir 2004 sayılı Kanunun 44 üncü maddesine göre terk dilekçesi ile birlikte mal beyanını da müdürlüğe vermek zorundadır.” düzenlemesi ile de sadece gerçek kişi tacirlere ticari faaliyetine son vermeleri hâlinde mal beyanında bulunma yükümlülüğü verilmektedir. 12/12/2019 tarihli ve 30976 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan 11/12/2019 tarihli ve 1819 sayılı Cumhurbaşkanı Kararı uyarınca Cumhurbaşkanlığı Yönetmeliği bölümüne eklenen Ticaret Sicili Yönetmeliğinin dördüncü kısım birinci bölümde Ticaret Şirketlerinin Tescilini düzenleyen 64. madde ile vd. maddeleri şu şekildedir; Ticaret Sicil Yönetmeliğinin ” Sona erme ve tasfiye” başlıklı 66. maddesinde; (1)Şirketin sona ermesine ilişkin tescil başvurusunda aşağıdaki belgeler müdürlüğe verilir. a) Sona erme ortaklar kurulu kararına dayanıyorsa bu kararın noter onaylı örneği. b) Sona erme başka bir sebepten ileri geliyorsa, bunu kanıtlayan belgenin onaylı örneği. c) Tasfiye memurlarının noter huzurunda düzenlenmiş, “Tasfiye halinde” ibaresi eklenmiş ve ticaret unvanı altına atılmış imza beyannamesi. ç) Tasfiye memurlarının ortaklar dışından seçilmesi halinde görevi kabul ettiğine ilişkin imzalı belge. d) Şirket sözleşmesinde alacaklıların davetine ilişkin hüküm bulunması halinde buna uygun olarak yapılan tasfiye memurlarınca hazırlanmış, alacaklıların davetinin yapıldığına ilişkin belge. (2) Tasfiyenin tamamlanmasından sonra kayıt silmede aşağıdaki belgeler müdürlüğe verilir: a) Tasfiye memurlarınca son bilançonun ortaklara tebliğ edildiğine ilişkin belge. b) Ortakların son bilançonun onayına ilişkin kararı veya mahkemeye itirazda bulunmayacaklarına dair yazılı beyanı. c) Son bilanço. Ticaret Sicil Yönetmeliğinin “Tescil” başlıklı 67. maddesinde; (1) Sona eren şirket ile ilgili aşağıdaki olgular tescil edilir: a) Şirketin sona erdiği ve tasfiyeye girdiği. b) Ticaret unvanına Tasfiye halinde” ibaresinin eklendiği. c) Sona ermenin sebebi ile bunu kanıtlayan belge veya kararın tarih ve sayısı. ç) Tasfiye memurlarının adı ve soyadı, yerleşim yeri ve kimlk numarası. d)Tasfiye işlemlerinin şirket merkezi dışında başka bir adreste yürütülmesi (2) Tasfiyesi tamamlanan şirket ile ilgili aşağıdaki olgular tescil edilir: a) Tasfiyenin tamamlandığı. b) Ticaret unvanının silindiği. Ticaret Sicil Yönetmeliğinin Sona Erme, Tasfiye, Tasfiyeden Dönme ve Ek Tasfiye Uygulanacak hükümler başlıklı 104.maddesindeki; “Anonim şirketlerin sona ermelerine, tasfiyelerine, ek tasfiyelerine ve tasfiyeden dönmelerine ilişkin 86 ila 89 uncu madde hükümleri limited şirketlere de uygulanır.” şeklindeki düzenlemeler bir bütün olarak değerlendirildiğinde sermaye şirketlerinin İİK 44. maddesinde belirtilen mal beyanında bulunma zorunluluğunun olmadığı, madde gerekçesinde de belirtildiği gibi, ticareti terk, sermaye şirketinin ticaret unvanının ticaret sicili kayıtlarından silinmesi anlamına gelmekte olup, kaydın silinmesinden önce tasfiye sürecinin başlaması gerekmekte, bu kapsamda şirketin aktif ve pasifleri belirlenmekte, varsa mal varlığının değeri saptanmakta, aktif mal varlığı satılarak borçları ödenmekte, kalan bir para olduğu takdirde hissesi oranında ortaklarına dağıtılmakta, buna ilişkin hazırlanan bilanço ile birlikte ticaret sicili müdürlüğüne başvurularak şirketin kayıtlardan silinmesi (terkini) sağlanmaktadır. Ticaret unvanı ticaret sicilinden silinen bir sermaye şirketi, 6102 sayılı Kanun uyarınca tasfiye sürecini tamamladığından, artık bundan sonra aktif ve pasifini gösteren bir mal beyanını vermesi fiilen mümkün olamayacağından, mal beyanında bulunmadığından bahisle mahkûmiyetine karar verilmesi Kanuna aykırı olacaktır. Açıklanan nedenlerle, İİK’nun 44 ncü maddesindeki mal beyanında bulunma yükümlülüğünün gerçek kişi tacirlere yönelik bir yükümlülük olduğu ve ticaret şirketlerini kapsamadığı anlaşılmakla, atılı suçtan sanığın beraatine karar verilmesi gerekirken, yazılı şekilde mahkûmiyetine dair karar verilmesi, Bozmayı gerektirmiş ve sanık müdafinin temyiz nedenleri bu itibarla yerinde görüldüğünden, tebliğnameye aykırı olarak HÜKMÜN, 5320 sayılı Kanun’un 8/1. maddesi gereğince uygulanması gereken 1412 sayılı CMUK’nın 321. maddesi uyarınca BOZULMASINA, yargılamanın bozma öncesi aşamadan başlayarak sürdürülüp sonuçlandırılmak üzere dosyanın mahkemesine gönderilmesine, 19/01/2021 tarihinde oy birliğiyle karar verildi.
12. Hukuk Dairesi 2020/166 E. , 2020/7411 K. “İçtihat Metni” MAHKEMESİ : … Bölge Adliye Mahkemesi Yukarıda tarih ve numarası yazılı Bölge Adliye Mahkemesince verilen kararın müddeti içinde temyizen tetkiki borçlu tarafından istenmesi üzerine bu işle ilgili dosya daireye gönderilmiş olup, dava dosyası için Tetkik Hâkimi … tarafından düzenlenen rapor dinlendikten ve dosya içerisindeki tüm belgeler okunup incelendikten sonra işin gereği görüşülüp düşünüldü : Alacaklı tarafından borçlu aleyhine başlatılan kambiyo senetlerine mahsus haciz yoluyla takipte; borçlu vekilinin, bonoda çift vade bulunduğu bu sebeple kambiyo vasfına haiz olmayan senetle ilgili başlatılan takibin iptali talebiyle icra mahkemesine başvurduğu, mahkemece, şikayetin reddine karar verildiği, borçlu vekilinin istinaf talebi üzerine Bölge Adliye Mahkemesi’nce istinaf talebinin esastan reddine karar verildiği, verilen karar üzerine borçlu vekilinin temyiz yoluna başvurduğu görülmüştür. İİK’nın 170/a maddesinde alacaklının takip hakkı ve senedin kambiyo vasfının, süresinde ileri sürülen itiraz veya şikayet sırasında mahkemece re’sen dikkate alınacağı düzenlemiştir. 6102 sayılı Türk Ticaret Kanunu’nun 778/1-b maddesi göndermesi ile bonolar hakkında da uygulanması gereken aynı Kanun’un 703/2. maddesi uyarınca; çift vadeli olarak düzenlenen senetler bono vasfında sayılamaz. Somut olayda, alacaklı vekilinin 08.01.2018 keşide, 08.07.2018 vade tarihli 65.000 TL bedelli bonoya dayalı olarak takip başlattığı, takibe konu bononun incelenmesinde keşide tarihinde “08.01.2018”, ödeme gününde ise “08.07.2017” tarihi yazmakta olup, senet metninde “ 8 Temmuz 2018 tarihinde ”ödeme şeklinde ifade geçmiş olmakla, Bölge Adliye Mahkemesi ve ilk derece mahkemesince; senette vade kısmında yer alan 6 ay süresinin keşide tarihine eklenmesi ile 8 Temmuz 2018 tarihine ulaşılabileceği dolayısıyla 08.07.2017 tarihinin hatalı yazımdan kaynaklandığı gerekçesi ile senedin çift vade taşımadığı belirtilerek borçlu vekili itirazının reddedildiği görülmüştür. TBK‘nun 12/1 maddesi uyarınca; Sözleşmenin geçerliliği, kanunda aksi öngörülmedikçe hiçbir şekle bağlı değildir. Bilindiği gibi her türlü irade beyanı bir şekil içinde ortaya çıkar. İrade beyanının sonuç doğurması için ya taraflarca belirli şekilde yapılması kararlaştırılır ya da kanun belli bir şekil öngörmüş olabilir. TTK ‘da şekil serbestisi hakim olmakla tedavül güvenliği bakımından, kıymetli evrakta bulunması gereken tüm şekil şartları kanunda gösterilmiştir. TTK 671, 776 ve 780 maddelerine bakıldığında kambiyo senetlerinin sıkı şekil şartlarına tabi kılındığı görülmektedir. Dolayısıyla tarafların olası iradelerinin bir önemi bulunmamaktadır. Senedin kambiyo senedi olarak kabul edilmesi TTK ‘daki şartların mevcudiyetine bağlı olup, şekli unsurların eksikliği durumunda, senet kambiyo senedi vasfına haiz olmayacaktır. O halde takip dayanağı 08.01.2008 düzenlenme tarihli bonoda “ödeme günü” kısmında 08.07.2017 tarihinin yazılı olduğu, senet metninde ise vadenin “8 Temmuz 2018” olarak gösterildiği, bu haliyle bonoda çift vade olduğu anlaşılmakta olup, bu husus mahkemece re’sen gözetilerek takibin iptaline karar verilmesi gerekirken, yorum yoluyla yazılı şekilde sonuca gidilmesi isabetsizdir. SONUÇ : Borçlu vekilinin temyiz isteminin kabulü ile, yukarıda yazılı nedenlerle 5311 sayılı Kanun ile değişik İİK’nun 364/2. maddesi göndermesiyle uygulanması gereken 6100 sayılı HMK’nun 373/1. maddesi uyarınca … Bölge Adliye Mahkemesi 12. Hukuk Dairesi’nin 12.11.2019 tarih ve 2019/1613 E.- 2019/2831 K. sayılı istinaf talebinin reddine ilişkin kararının KALDIRILMASINA ve … 2. İcra Hukuk Mahkemesi’nin 30.01.2019 tarih ve 2019/2 E-2019/109 K sayılı kararının BOZULMASINA, peşin alınan harcın istek halinde iadesine, dosyanın ilk derece mahkemesine, kararın bir örneğinin de Bölge Adliye Mahkemesine gönderilmesine, 22/09/2020 tarihinde oybirliği ile karar verildi.
12. Hukuk Dairesi 2020/1031 E. , 2020/8802 K. “İçtihat Metni” MAHKEMESİ : İstanbul Bölge Adliye Mahkemesi 22. Hukuk Dairesi Yukarıda tarih ve numarası yazılı Bölge Adliye Mahkemesince verilen kararın müddeti içinde temyizen tetkiki borçlular tarafından istenmesi üzerine bu işle ilgili dosya daireye gönderilmiş olup, dava dosyası için Tetkik Hakimi … tarafından düzenlenen rapor dinlendikten ve dosya içerisindeki tüm belgeler okunup incelendikten sonra işin gereği görüşülüp düşünüldü : Borçlular vekilinin icra mahkemesine başvurusunda; müvekkilleri aleyhine kambiyo senetlerine mahsus takip başlatıldığını, takibe konu senedin taraflar arasında imzalanan centilmenlik sözleşmesine aykırı olarak takibe konulduğunu,senedin hisse devir bedelinin son kısmına ait olduğunu, kira sözleşmesinin Kıyı Emniyeti ile kira sözleşmesinin yenilenmesi şartına bağlı olarak verildiğini ileri sürerek takibin iptalini talep ettiği; ilk derece mahkemesince takibe konu senedin şarta bağlı olarak verilmiş olduğu, bu nedenle kayıtsız ve şartsız bir bedel ödeme vaadini içermediği gerekçesiyle istemin kabulüne karar verildiği, tarafların istinaf talebinde bulunması üzerine bölge adliye mahkemesince, takip konusu senedin ifa amaçlı olarak düzenlendiği, teminat senedi olmadığından bahisle ilk derece mahkemesi kararı kaldırılarak, davanın reddine karar verildiği anlaşılmıştır. 6102 Sayılı TTK.’nun 776/1. maddesinin (b) bendinde; bono veya emre yazılı senedin kayıtsız ve şartsız belirli bir bedeli ödemek vaadini içermesi gerektiği, 777. maddesinde de bu unsuru içermeyen bir senedin bono sayılmayacağı düzenlenmiştir. Somut olayda, alacaklının 15.10.2018 tarihli cevap dilekçesinde; “..Bu senedin Hisse Devir Protokolü’nün 6. maddesine istinaden Kıyı Emniyet Genel Müdürlüğü ile … Ltd. şirketi arasındaki kira sözleşmesinin yenilenmesine müteakip derhal ödenmesi hususunda anlaştıkları, … Limited Şirketi dolayısıyla şirket ortakları olan borçluların kurumla 03.03.2018 tarihinde yeni kira sözleşmesini imzaladıkları, bu sebeple davaya konu senetle ilgili alacağın muaccel hale geldiği” şeklindeki beyanı dolayısıyla takibe konu senedin şarta bağlı olarak verildiği hususunun alacaklının kabulünde olduğu görülmüştür. Buna göre senedin tahsili şarta bağlandığından, 6102 Sayılı TTK.’nun 776/1. maddesinin (b) bendinde yer alan kayıtsız ve şartsız belirli bir bedeli ödeme vaadi unsurunu içermediğinin ve dolayısıyla bono vasfında olmadığının kabulü gerekeceğinden anılan senede dayalı olarak kambiyo senetlerine mahsus haciz yoluyla takip yapılamaz. O halde ilk derece mahkemesinin kararı yerinde olduğundan bölge adliye mahkemesince istinaf isteminin esastan reddine karar verilmesi gerekirken kabulüne karar verilmesi isabetsiz olup bozmayı gerektirmiştir. SONUÇ : Borçluların temyiz itirazlarının kabulü ile, İstanbul Bölge Adliye Mahkemesi 22. Hukuk Dairesi’nin 27/11/2019 tarih ve 2019/813 E. – 2019/2344 K. sayılı istinaf talebinin kabulüne ilişkin kararının yukarıda yazılı nedenlerle 5311 sayılı Kanun ile değişik İİK’nun 364/2.maddesi göndermesiyle uygulanması gereken 6100 sayılı HMK’nun 373/2. maddesi uyarınca BOZULMASINA, peşin alınan harcın istek halinde iadesine, dosyanın kararı veren Bölge Adliye Mahkemesi’ne gönderilmesine, 19/10/2020 gününde oy birliğiyle karar verildi.
12. Hukuk Dairesi 2020/2516 E. , 2020/10070 K. MAHKEMESİ : … Bölge Adliye Mahkemesi Yukarıda tarih ve numarası yazılı mahkeme kararının müddeti içinde temyizen tetkikinin alacaklı tarafından istenmesi üzerine bu işle ilgili dosya mahallinden daireye gönderilmiş olup, dava dosyası için Tetkik Hakimi … tarafından düzenlenen rapor dinlendikten ve dosya içerisindeki tüm belgeler okunup incelendikten sonra işin gereği görüşülüp düşünüldü: Alacaklı tarafından bonoya dayalı olarak kambiyo senetlerine mahsus haciz yolu ile başlatılan takipte borçlu; takibe konu senetteki imzanın ve alacak miktarının şirketin tek ortağı ve yetkilisi olan Medine Çapkın’a ait olmadığı, borca ve tüm ferilerine itiraz ederek takibin durdurulması istemi ile İcra Mahkemesi’ne başvurusunda; mahkemece, takibin durdurulmasına, asıl alacağın %20 ‘si oranında kötüniyet tazminatı ve %10 para ceza cezasına hükmedildiği, alacaklı tarafından istinaf yoluna başvurulması üzerine Bölge Adliye Mahkemesince; İİK’nun 170/a maddesi gereğince re’sen inceleme yapılarak, takip dayanağı bononun çift vade taşıması sebebiyle bono vasfında olmadığı gerekçesiyle takibin davacı yönünden iptaline ve alacaklının istinaf talebinin reddine karar verildiği anlaşılmıştır. İİK.nun 170/a-2. maddesi gereğince icra mahkemesi, yasal sürede yapılan itiraz veya şikayet nedeniyle icra mahkemesine intikal eden işlerde, öncelikle, takip dayanağı senedin kambiyo vasfında olup olmadığını veya alacaklının kambiyo senetlerine özgü yol ile takip hakkının bulunup bulunmadığını re’sen inceleyerek takibin iptaline karar verebilir. 6102 sayılı Türk Ticaret Kanunu’nun 778/1-b maddesi göndermesi ile bonolar hakkında da uygulanması gereken aynı Kanun’un 703/2. maddesi uyarınca; çift vadeli olarak düzenlenen senetler bono vasfında sayılamaz. Somut olayda, takip dayanağı bonoda, “tediye tarihi” başlığı altında 01/04/2017 tarihinin yazıldığı, bononun metin kısmında ise ödeme tarihi olarak 15/05/2017 tarihinin yazılı olduğu, bu haliyle de söz konusu senedin çift vade taşıdığı görülmektedir. Hukuk Genel Kurulu’nun 02.10.1996 gün ve 1996/12-5 sayılı kararı ile benimsendiği üzere; İİK.nun 170/a-2.maddesi gereğince, takip dayanağı bononun çift vade taşıması sebebi ile bono vasfında olmadığından Bölge Adliye Mahkemesince re’sen nazara alınarak takibin iptaline karar verilmiş ise de, ilk derece mahkemesinin takibin durdurulmasına ilişkin kararına karşı, istinafa başvuranın alacaklı olduğu hususu dikkate alınarak, daha aleyhe bozma yasağı değerlendirilmeden karar verilmesi isabetsizdir. Kabule göre de; takibin iptali kararının yasal dayanağının İİK.nun 170/a maddesi olduğundan ve bu maddede tazminat öngörülmediğinden borçlu yararına tazminata ve para cezasına hükmedilmemesi yerindedir O halde Bölge Adliye Mahkemesince, davacı yönünden takibin durdurulmasına karar verilmesi ile yetinilmesi gerekirken, yazılı nedenlerle “daha aleyhe hüküm kurma yasağı” ihlal edilerek takibin iptali yönünde hüküm tesisi isabetsiz olup, Bölge Adliye Mahkemesi kararının bozulması gerekmiştir. SONUÇ : Alacaklının temyiz itirazlarının kısmen kabulü ile, … Bölge Adliye Mahkemesi 6. Hukuk Dairesinin 06/11/2019 tarih ve 2019/1963 E.- 2019/2278 K. sayılı kararının yukarıda yazılı nedenlerle, 5311 sayılı Kanun ile değişik İİK’nun 364/2. maddesi göndermesiyle uygulanması gereken 6100 sayılı HMK’nun 373/2. maddeleri uyarınca (BOZULMASINA), dosyanın kararı veren Bölge Adliye Mahkemesine gönderilmesine, 19/11/2020 tarihinde oybirliği ile karar verildi.
12. Hukuk Dairesi 2020/3717 E. , 2020/11290 K. “İçtihat Metni” MAHKEMESİ : … Bölge Adliye Mahkemesi Yukarıda tarih ve numarası yazılı Bölge Adliye Mahkemesince verilen kararın müddeti içinde temyizen tetkiki borçlu tarafından istenmesi üzerine bu işle ilgili dosya daireye gönderilmiş olup, dava dosyası için Tetkik Hâkimi … tarafından düzenlenen rapor dinlendikten ve dosya içerisindeki tüm belgeler okunup incelendikten sonra işin gereği görüşülüp düşünüldü: Alacaklı tarafından bonoya dayalı olarak başlatılan kambiyo senetlerine mahsus haciz yolu ile takipte, borçlunun icra mahkemesine başvurarak, sair itirazları ile birlikte çeki lehtara ödediğini, ileri sürerek takibin iptalini talep ettiği; ilk derece mahkemesince itiraza konu bononun çift vadeli düzenlendiği gerekçesi ile takibin iptaline karar verildiği, karara karşı taraflarca istinaf yoluna başvurulması üzerine Bölge Adliye Mahkemesince alacaklının istinaf talebinin kabulüne karar verilerek, HMK’nin 353/1-b-2 maddesi uyarınca ilk derece mahkemesi kararının kaldırılmasına ve davanın reddine karar verildiği görülmektedir. Takip dayanağı senedin düzenlenme tarihi itibariyle yürürlükte bulunan 6102 Sayılı TTK’nin 778. maddesinin göndermesi ile bonolar hakkında da uygulanması gereken aynı Kanunun 703. maddesine göre, çift vadeli olarak düzenlenen senetler, bono vasfında sayılamaz. Somut olayda borçlu keşidecinin ödeme beyanı lehtara karşı olup, takip alacaklısına karşı herhangi bir ödeme defi bulunmadığından İİK’nin 170/a-son maddesinin uygulanma yeri olmayıp, takip dayanağı 07/09/2017 düzenlenme tarihli bonoda “ödeme günü” kısmında “01/02/2018” tarihinin yazılı olduğu, senet metninde ise vadenin “BİR OCAK İKİBİNONSEKİZ” olarak gösterildiği, bu haliyle bonoda çift vade olduğu anlaşılmakla, bu hususun mahkemece re’sen gözetilerek takibin iptaline karar verilmesi gerekir. O halde, ilk derece mahkemesinin takibin iptaline ilişkin kararı yerinde olup, Bölge Adliye Mahkemesince alacaklının istinaf isteminin esastan reddine karar verilmesi gerekirken yazılı şekilde hüküm tesisi isabetsizdir. SONUÇ: Borçlunun temyiz itirazlarının kabulü ile … Bölge Adliye Mahkemesi 21. Hukuk Dairesinin 05/03/2020 tarihli, 2019/2017 E. – 2020/450 K. sayılı kararının yukarıda yazılı nedenlerle, 5311 sayılı Kanun ile değişik İİK’nun 364/2. maddesi göndermesiyle uygulanması gereken 6100 sayılı HMK’nun 373/2. maddeleri uyarınca (BOZULMASINA), peşin alınan temyiz harcının istek halinde iadesine, dosyanın kararı veren Bölge Adliye Mahkemesine gönderilmesine, 24.12.2020 tarihinde oybirliği ile karar verildi.
17. Hukuk Dairesi 2018/6414 E. , 2020/4591 K. MAHKEMESİ :Ticaret Mahkemesi Taraflar arasındaki tazminat davasının yapılan yargılaması sonunda; kararda yazılı nedenlerden dolayı davanın reddine dair verilen hükmün süresi içinde davacı vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine dosya incelendi gereği düşünüldü: -K A R A R- Davacı vekili; davalıya zorunlu mali sorumluluk sigortalı araç sürücüsünün kusurlu hareketi ile gerçekleşen kazada müvekkilinin yaralandığını ve malul kaldığını açıklayıp 48.140,00 TL’nin tahsiline karar verilmesini talep etmiştir. Davalı vekili, davanın reddini savunmuştur. Mahkemece, bozma ilamı, toplanan deliller ve benimsenen bilirkişi raporuna göre meydana gelen kazada davacının tam kusurlu olduğu, davalıya atfedilecek kusur bulunmadığı gerekçesi ile davanın reddine karar verilmiş; hüküm, davacı vekili tarafından temyiz edilmiştir. Dava, trafik kazasından kaynaklanan cismani zarara dayalı maddi tazminat istemine ilişkindir. Davacı vekili, davalıya sigortalı araç sürücüsünün meydana gelen kazada tam kusurlu olduğunu açıklayıp maddi tazminat talebinde bulunmuştur. Mahkemece kusur konusunda alınan raporda; davacının, kavşağa geldiği sırada trafiğin sıkışık olduğu ve arkasından gelen aracın (davalıya sigortalı) kendisinin sol ayağına çarptığını beyan etse de; davacı motosiklet sürücüsünün oğlunu da motosikletin önüne alarak seyrettiği meskun mahal, orta refüjle bölünmüş, aydınlatmanın bulunduğu yolda alacakaranlık vakitte, görgü tespit tutanağında kaza yeri olarak işaretlenen yere ve davalıya sigortalı aracın hasarlı kısımlarına göre davacının beyanının kazanın oluşumuna uygun düşmediği görüşüne varılarak, davacının seyir halinde olduğu sağ şeritten sol şeride yönelmeden evvel sol yakın gerisinden sol şeridi takiben doğru seyretmekte olan davalıya sigortalı aracı hızı ve konumuyla kendi yönetimindeki motosikletin arasındaki mesafeyi iyice kontrol etmeden geçmenin yasak olduğu yaya geçidinde şerit ihlali yaparak çarpması ile gerçekleşen kazada davacının %100 kusurlu olduğu, davalının sürücüsünün sol şerit üzerinde düz seyrederken sağ arka kapı kısmında çarpıldığı kazada kusursuz olduğu belirtilmiş, mahkemece rapor esas alınarak karar verilmiştir. BK.53.(TBK.74) maddesinde haksız eylemin “kusur” öğesi konusunda hukuk hakimine tanınan yetkiler iki bölüm olup, birincisi “kusur bulunup bulunmadığına”, öteki “kusurun derecesini ve zararın tutarını belirlemeye” ilişkindir. Maddenin ilk cümlesine göre “kusurun varlığını” araştırmada yetkileri sınırlı olan hukuk hakimi, maddenin ikinci cümlesine göre “kusurun derecesini ve zarar tutarını belirlemede” tam bağımsız kılınmıştır. HMK 266 madde (HUMK 275 md.) hükmüne göre kusur oranlarının belirlenmesi teknik değil hukuki bir konudur. Elde edilen teknik bulgulara göre hakim bu oranı belirlemede ihlal edilen kuralları gözönüne almalıdır. Haksız fiilden dolayı sorumlu olabilmek için kusurun bulunması şarttır. Davalıya sigortalı aracın sürücüsü kollukta alınan ifadesinde; önü sıra gitmekte olan motosikletin(davacının) araçları sollayarak geçtiğini gördüğünü, motosikletin arkasında ayrıca bir çocuk olduğunu, kavşağa geldikleri sırada sol şeritten giderken yolun sağında bir halk otobüsünün yolcu almış ve hareket haline geçmiş olduğunu, kendisinin de otobüse yaklaşmadan önce motosikletliyi(davacıyı) geçtiğini, bu sırada tahminince motosiklet sürücüsünün otobüsün hareket etmesi ile otobüse çarpmamak için sola kırmış olacak ki kendisinin kullandığı aracın arka tekerine çarpmasını dikiz aynasından gördüğünü beyan etmiştir. Davalının bu beyanları dikkate alındığında kazanın ani ve birden gelişen bir olay neticesinde gerçekleşmediği, davalıya sigortalı aracın sürücüsünün trafik akışı içerisindeki olayları gözlemleyebilme ve görebilme imkanı olduğu, trafiğin sıkıştığını ve davacının trafik akışı içindeki seyrini görme imkanı olduğu, ani ve birden gelişen bir olay olmaması karşısında davalının da kazanın gerçekleşmemesi için alabileceği önlemler olduğu anlaşılmaktadır. Buna göre davalının da meskun mahal içinde ön ilerisinde görüş alanı içinde sağ şerit üzerinde sıkışan trafik sebebi ile daha dikkatli ve tedbirli davranması, gerektiğinde trafik sıkışıklığının düzelmesi için daha yavaşlaması, ön ilerisinde sıkışan trafik içindeki davacı motosikletliyi geçmek yerine yolun daha genişlediği uygun zamanı beklemesi, trafik emniyeti açısından kontrollü takiple seyretmesi gerekirken gerekli tedbirleri almayarak seyrine devam etmesi nedeni ile meydana gelen kazada kusurlu olduğu kanaati hasıl olmuştur. Buna göre mahkemece kusur konusunda rapor aldırılmasına gerek bulunmayıp dosya kapsamında bulunan delillere göre, davalıya sigortalı araç sürücüsünün de kusurlu olduğu kabul edilerek davalının kusurunun derecesi mahkemece belirlenerek hasıl olacak sonuca göre işin esasına girilerek karar verilmesi gerekirken yazılı şekilde hüküm kurulması doğru görülmemiştir. SONUÇ: Yukarıda açıklanan nedenlerle davacı vekilinin temyiz itirazının kabulü ile hükmün BOZULMASINA, peşin alınan harcın istek halinde temyiz eden davacıya geri verilmesine 09/07/2020 gününde oybirliğiyle karar verildi.
12. Hukuk Dairesi 2019/6148 E. , 2020/3489 K. MAHKEMESİ : İstanbul Bölge Adliye Mahkemesi 20. Hukuk Dairesi Yukarıda tarih ve numarası yazılı Bölge Adliye Mahkemesince verilen kararın müddeti içinde temyizen tetkiki alacaklı tarafından istenmesi üzerine bu işle ilgili dosya daireye gönderilmiş olup, dava dosyası için Tetkik Hâkimi … tarafından düzenlenen rapor dinlendikten ve dosya içerisindeki tüm belgeler okunup incelendikten sonra işin gereği görüşülüp düşünüldü : Alacaklı tarafından bonoya dayalı olarak kambiyo senetlerine mahsuz haciz yolu ile başlatılan takipte, keşideci ve avalist borçluların icra mahkemesine başvurarak icra müdürlüğünün yetkisine itiraz ettiği ayrıca alacaklıya borçlarının bulunmadığını bildirerek borca ve fer’ilerine de itirazda bulundukları, İlk Derece Mahkemesince yetki itirazının reddine karar verildiği, karara karşı istinaf yoluna başvurulması üzerine Bölge Adliye Mahkemesince borçluların istinaf başvurularının kabulü ile ilk derece mahkemesi kararının kaldırılmasına ve Bursa İcra Müdürlükleri’nin yetkisizliği ile yetkili icra dairesinin Orhangazi İcra Müdürlüğü olduğuna dair karar verildiği görülmüştür. TTK’nun 702/1. maddesi gereğince, aval veren kimse, kimin için taahhüt altına girmiş ise tıpkı onun gibi sorumlu olur. Diğer taraftan 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun yetki sözleşmesini düzenleyen 17. maddesinde; “Tacirler veya kamu tüzel kişileri, aralarında doğmuş veya doğabilecek bir uyuşmazlık hakkında, bir veya birden fazla mahkemeyi sözleşmeyle yetkili kılabilirler. Taraflarca aksi kararlaştırılmadıkça dava sadece sözleşmeyle belirlenen bu mahkemelerde açılır” hükmüne yer verilmiştir. Görüldüğü üzere, Hukuk Muhakemeleri Kanunu ile getirilen yeniliklerden bir tanesi de, yetki sözleşmelerine ilişkin olup, yetki sözleşmesi düzenleyebilecek şahıslar, sadece tacirler veya kamu tüzel kişileri olarak belirlenmiştir. Madde metninde tacirden anlatılmak istenen, işin ticari nitelikte olması değil, tarafların kanunlarda tacir olarak tanımlanan kişiler olmasıdır. Sözleşmenin konusunun ticari iş olması, gerçek kişilere yetki sözleşmesi yapma imkanı vermemektedir. Öte yandan aksi kararlaştırılmadıkça, dava yalnız yetki sözleşmesinde belirlenen mahkemede açılır. Taraflar yetkili kıldıkları mahkemenin yanında, kanunen yetkili bulunan genel veya özel yetkili mahkemelerin de yetkisinin devam etmesini isterlerse, bu durumun yetki sözleşmesinde ayrıca belirtilmesi gerekir. Somut olayda, takip dayanağı bonoda, ihtilâf halinde Bursa Mahkemelerinin yetkili olduğunun kararlaştırıldığı, lehtar Türk Ekonomi Bankası A.Ş.’nin ve keşideci … Zeytin ve Gıda San.ve Gen Paz.Tic.A.Ş.’nin tacir sıfatına haiz oldukları anlaşılmaktadır. Bu durumda, HMK’nun 17. maddesi gereğince tacirler arasında düzenlendiği belirlenen yetki sözleşmesi geçerli olup, Dairemizin değişen içtihatlarına göre, kambiyo senetlerinin özelliği gözetildiğinde anılan yetki sözleşmesi avalisti de bağlar. O halde Bölge Adliye Mahkemesince, borçluların istinaf yoluna başvurusunun HMK’nun 353/1-b-1 maddesi gereğince esastan reddine karar verilmesi gerekirken, yazılı şekilde hüküm tesisi isabetsizdir. SONUÇ : Alacaklının temyiz itirazlarının kabulü ile, yukarıda yazılı nedenlerle İstanbul Bölge Adliye Mahkemesi 20. Hukuk Dairesi’nin 31.01.2019 tarih ve 2018/896 E. – 2019/293 K. sayılı kararının yukarıda yazılı nedenlerle, 5311 sayılı Kanun ile değişik İİK’nun 364/2. maddesi göndermesiyle uygulanması gereken 6100 sayılı HMK’nun 373/2. maddeleri uyarınca (BOZULMASINA), peşin alınan harcın istek halinde geri verilmesine, dosyanın kararı veren Bölge Adliye Mahkemesi’ne gönderilmesine, 02.06.2020 tarihinde oybirliği ile karar verildi.
12. Hukuk Dairesi 2014/11410 E. , 2014/13843 K. “İçtihat Metni” MAHKEMESİ : Denizli 2. İcra Hukuk Mahkemesi TARİHİ : 19/11/2013 NUMARASI : 2012/563-2013/809 Yukarıda tarih ve numarası yazılı mahkeme kararının müddeti içinde temyizen tetkiki alacaklı tarafından istenmesi üzerine bu işle ilgili dosya mahallinden daireye gönderilmiş olup, dava dosyası için Tetkik Hakimi tarafından düzenlenen rapor dinlendikten ve dosya içerisindeki tüm belgeler okunup incelendikten sonra işin gereği görüşülüp düşünüldü : Alacaklının bonoya dayalı olarak kambiyo senetlerine mahsus haciz yoluyla başlattığı takibe karşı borçlu, dayanak senedin 21.06.2012 tarihli araç kiralama sözleşmesi kapsamında alındığını ve teminat senedi olduğunu ileri sürerek takibin iptali istemi ile icra mahkemesine başvurmuş; mahkemece, bononun, 21.06.2012 tarihli araç kiralama sözleşmesi kapsamında teminat senedi olarak verildiği gerekçesiyle takibin iptaline karar verilmiştir. Bononun düzenleme tarihi itibariyle yürürlükte bulunan 6762 Sayılı TTK’nun 688/2. maddesi gereğince bir senedin bono sayılabilmesi için öncelikle kayıtsız şartsız muayyen bir bedeli ödeme kaydını taşıması gerekir. Öte yandan takip dayanağı senedin teminat senedi olduğu iddiasının, hangi ilişkinin teminatı olduğu senet üzerine yazılmak suretiyle ya da yazılı bir belge ile ispatlanması gerekir (HGK’nun 06.03.2013 tarih ve 2012/12-768 E., 2013/312 K. sayılı ve yine HGK’nun 20.06.2001 tarih ve 2001/12-496 sayılı kararları). Somut olayda, borçlunun itirazına dayanak gösterdiği ve alacaklı ile borçlu arasında imzalanan 21.06.2012 tarihli araç kiralama sözleşmesinin incelenmesinde, takibe dayanak senede doğrudan bir atıfta bulunulmadığı gibi, alacağın varlığının şarta bağlandığına veya teminat senedi olarak verildiğine dair bir kaydın sözleşmede yer almadığı görülmektedir. Alacaklı vekili tarafından verilen cevap dilekçesinde, 21.06.2012 tarihli araç kiralama sözleşmesinin varlığı kabul edilmemiş, sözleşme fotokopisi ile senet arasında herhangi bir illiyet bağının bulunmadığı, senedin ödeme amaçlı olarak verildiği savunmasında bulunulmuştur. Borçlu, 21.06.2012 tarihli araç kiralama sözleşmesinin aslını dosyaya ibraz etmiş ise de, sözleşmede bahsedilen senedin, takibe dayanak yapılan senet olduğu İİK’nun 169/a. maddesinde belirtilen belgelerle ispat edilememiştir. O halde, mahkemece, borçlunun iddiasını yazılı bir belge ile ispat edemediği ve alacaklı tarafından da takip dayanağı bononun teminat senedi olduğuna yönelik bir kabul beyanının bulunmadığı gözetilerek bu yöndeki itirazın reddine karar verilmesi gerekirken yazılı gerekçe ile takibin iptali yönünde hüküm tesisi isabetsizdir. SONUÇ : Alacaklının temyiz itirazlarının kabulü ile mahkeme kararının yukarıda yazılı nedenlerle İİK’nun 366 ve HUMK’nun 428. maddeleri uyarınca (BOZULMASINA), peşin alınan harcın istek halinde iadesine, ilamın tebliğinden itibaren 10 gün içinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere, 09/05/2014 gününde oybirliğiyle karar verildi.
19. Hukuk Dairesi 2019/407 E. , 2020/1389 K. MAHKEMESİ : ….Asliye Hukuk Mahkemesi (Tic. Mah. Sıf.) Taraflar arasında görülmekte olan menfi tespit davasının ilk derece mahkemesinde yapılan yargılaması sonunda verilen kararın davacı vekili tarafından istinaf edilmesi üzerine …Hukuk Dairesi tarafından verilen davalı vekilinin istinaf talebinin reddine, davacı vekilinin istinaf talebinin kabulü ile hükmün davalı banka yönünden kaldırılarak davalı banka yönünden davanın kabulüne ilişkin ilişkin hükmün davalı temlik alan … Varlık Yönetimi A.Ş vekilince duruşmalı olarak temyiz edilmesi üzerine ilgililere çağrı kağıdı gönderilmişti. Belli günde davacı vekili Av. … ile davalı vekili Av. …’nın geldiği görülmüş olmakla duruşmaya başlanarak hazır bulunan taraf vekillerinin sözlü açıklamaları dinlenildikten ve temyiz dilekçesinin süresinde olduğu anlaşıldıktan sonra dosya incelendi, gereği görüşülüp düşünüldü. – K A R A R – Davacı vekili, davacı şirket ile davalı … Akaryakıt İnşaat Nakliye Gıda San ve Tic. A.Ş. arasında 01.09.2015 tarihinde Akaryakıt Alım Sözleşmesini imzaladığını, davalı şirketin piyasa şartlarından daha iyi şekilde iskonto sağlanmasından ötürü sözleşmede belirtilen çeklerin davalı şirkete teslim edildiğini, davalı firmanın ilk zamanlar akarkayıt teminini yerine getirdiğini ancak daha sonra ekonomik sıkıntılar nedeniyle yükümlülüğünü yerine getirmediği gibi kendisine verilen çekleri de iade etmediğini, dava konusu çeki de kullanmış olduğu krediye teminat olarak verdiğini ileri sürerek Denizbank Ostim Şubesine ait 8196720 no’lu 101.380,00 TL bedelli çek yönünden davacının borçlu olmadığının tespitine karar verilmesini talep ve dava etmiştir. Davalı … Bank A.Ş vekili, davaya konu çekin davacı tarafından imzalanarak diğer davalı … Akaryakıt İnşaat Nakliye Gıda San ve Tic. A.Ş.’ne verildiğini ve diğer davalı tarafından teminat olarak ciro yoluyla davaya konu çekin bankaya geçtiğini, Türk Ticaret Kanunu uyarınca kıymetli evraklarda soyutluk ilkesinin geçerli olduğunu ve kıymetli evrakların kendilerinin doğumuna neden olan hukuki işlemden bağımsız olarak geçerliliklerini sürdürdüğünü, buna göre davaya konu çekin doğumuna sebep olan sözleşmenin geçersiz olduğu iddiası ya da sözleşme gereğince edimlerin yerine getirilmemesinden bahisle söz konusu bonoların ödenemeyeceği yönündeki iddianın Ticaret hukuku uyarınca temelsiz olacağını belirterek davanın reddine karar verilmesini talep etmiştir. Davalı şirket usulüne uygun tebligata rağmen davaya cevap vermemiştir. İlk derece mahkemesince yapılan yargılama sonucunda, davacı tarafından dava konusu çeklerden dolayı bankaya sorumlu olmadıklarının tespiti talep edilmişse de, dava konusu çeklerin davalı … Akaryakıt İnşaat Nakliye Gıda San ve Tic. A.Ş. tarafından tahsil cirosu ile davalı bankaya ciro edildiği, davacı, davalı … Akaryakıt İnşaat Nakliye Gıda San ve Tic. A.Ş.’nin şirketi ile aralarındaki sözleşmenin yükümlülüklerinin yerine getirilmediğini iddia etmişse de bu hususun ispat edilemediği, ispat edilse dahi üçüncü kişi konumundaki bankanın alacak hakkını etkilemeyeceği gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiş, hükme karşı taraf vekillerince istinaf kanun yoluna başvurulmuştur. Bölge adliye mahkemesince, her ne kadar menfi tespit davasına konu 101.380,00 TL bedelli çekin davalı bankaya davalı … Akaryakıt İnşaat Nakliye Gıda San ve Tic. A.Ş. tarafından kullanmış olduğu kredi karşılığı çek tevdi bordrosu ile davalı bankaya teslim edildiği, davaya konu çekin üzerinde tahsil cirosu olarak yapıldığı savunulmuş ise de, davalı banka vekilinin 09.12.2015 havale tarihli, 09.05.2016 havale tarihli ve 17.01.2018 tarihli cevap ve beyan dilekçelerinde davaya konu çekin davacı tarafından imzalanarak diğer davalı … Akaryakıt İnşaat Nakliye Gıda San ve Tic. A.Ş.’ne verildiği ve diğer davalı tarafından bankalarına kullanılan kredinin teminatı olarak ciro yoluyla verildiği belirtildiği, bu hale göre davalın banka vekilinin aşamalardaki savunmalarına göre dava konusu çeklerin teminat çeki olduğu kabul edildiğinden 6102 sayılı TTK’nın 818.maddesinde; çekler hakkında uygulanacak poliçeye ait hükümlerin düzenlendiği, rehin cirosu ile ilgili aynı Kanunun 689.maddesine yapılmış herhangi bir atfın bulunmadığı, çekte rehin cirosunun caiz olmayıp, rehin veya bunun sonucunu elde etmeye yönelik teminat amacıyla çekin elde edilmesi halinde çeki devir alan davalı bankanın çeke dayalı hakları kullanamayacağı, davalı bankanın yetkili hamil olarak kabul edilemeyeceğinden davalı banka yönünden davanın kabulü yerine davanın reddi kararı isabetli görülmediği gerekçesiyle davacı vekilinin istinaf başvurusunun kabulü ile ilk derece mahkemesinin kararının davalı banka yönünden kaldırılmasına, 27.11.2015 tarihli 101.380,00 TL bedelli 8196720 no’lu Denizbank’a ait çekten ötürü davacının davalı bankaya borçlu olmadığının tespitine karar verilmiş,davalı banka vekilinin istinaf başvurusu yönünden; HMK’nın 397/(2). maddesi gereğince ihtiyati tedbir kararının etkisi aksi belirtilmediği taktirde nihai kararın kesinleşmesine kadar devam edecek olup ilk derece mahkemesince 27.11.2015 tarihinde davaya konu çek yönünden davalı banka yönünden icra takibine konu edilmemesi çek hakkında ödeme yasağı konulması ve arkasının yazılmamasına yönelik ihtiyati tedbir kararı verildiği, ilk derece mahkemesi kararının kaldırılarak davanın davalı banka yönünden kabulü yönünde hüküm kurulduğu gerekçesiyle bu aşamada davalı banka vekilinin ihtiyati tedbirin kaldırılmasına yönelik istinaf başvurusunun esastan reddine karar verilmiş,hüküm davalı (temlik alan) … Varlık Yönetimi A.Ş vekili tarafından temyiz edilmiştir. Davacı, davalı şirketten akaryakıt satın almak amacıyla avans olarak dava konusu çeki davalı şirket lehine keşide ettiğini, ancak davalı şirketin davacıya akaryakıt temin etmediğini, böylece çekin bedelsiz kaldığını, davalı şirketin bu çeki diğer davalı bankaya kredi ilişkisinin teminatı olarak ciro ettiğini belirterek davacının bu çekten dolayı davalı bankaya borcu olmadığının tespitini istemiştir. Davalı şirket davaya cevap vermemiştir. Davalı banka davalı şirketin kredi müşterisi olduğunu ve dava konusu çeki kredi borcunun teminatı olarak bankaya ciro edip verdiğini, davacının bedelsizlik iddiasının davalı bankaya karşı ileri sürülemeyeceğini belirterek davanın reddini istemiştir. İlk derece mahkemesince davanın reddine karar verilmiştir. İlk derece mahkemesinin kararına karşı davalı banka ihtiyati tedbir hakkında bir karar verilmesi gerekçesiyle istinaf kanun yoluna başvurmuştur. İstinaf mahkemesince davalı bankanın istinaf başvurusunun reddine, davacının istinaf başvurusunun kabulüne karar verilerek ilk derece mahkemesinin kararının davalı banka yönünden kaldırılarak davanın davalı banka yönünden kabulüne karar verilmiştir. Davalı banka hükümden sonra dava konusu çekle ilgili haklarını … Varlık Yönetimi A.Ş ‘ye temlik etmiş ve temlik alan varlık yönetimi şirketi hükmü temyiz etmiştir. 6102 sayılı TTK’nun 818.maddesi çekler hakkında uygulanacak poliçe hükümlerine ilişkin atıf maddesi olup TTK’nun 689. maddesinde yer alan poliçe ile ilgili rehin cirosuna atıf yapılmadığından çeklerde rehin cirosunun uygulanması mümkün olmayıp, böyle bir ciro yapılsa bile yok hükmündedir. Bu konuda İstinaf mahkemesinin belirlemesi ile Dairemizin belirlemesi arasında hiçbir farklılık bulunmamaktadır. Ancak somut olayda dava konusu çek üzerindeki lehtar cirosu beyaz ciro olup bu ciro TTK’nun 689.maddesinde açıkça yazıldığı şekilde bir rehin cirosu değildir. Çek metninde böyle bir ibare olmadığı için davalı bankanın cevap dilekçesinde bu çeki kredi müşterisinin borçlarının teminatı olarak aldığı şeklindeki beyanı çekteki beyaz ciroyu rehin cirosu haline getirmez. Ciro temlik cirosu olup 6102 sayılı TTK’nın 687(6762 sayılı TTK’nın no 599) maddesi uyarınca keşidece ile lehtar arasındaki hukuki ilişkiden kaynaklanan şahsi def’ilerin ciro yolu ile hamil olan davalı bankaya karşı ileri sürülebilmesinin çekin iktisabında bile bile borçlunun zararına hareket etmiş olması şartına bağlıdır. Davacının iddiasını ispat edemediği de gözetilerek ilk derece mahkemesi kararının açıklanan gerekçelerle yerinde olduğu anlaşılmış olup istinaf mahkemesince davacının davalı banka yönünden yapmış olduğu istinaf isteminin reddine karar verilmesi gerekirken (Dairemizin 01.06.2015 tarih 2014/10394 esas, 2015/8019, 15.09.2014 tarih 2013/16867 esas, 2014/13470) bölge adliye mahkemesinin açıklanan şekilde değerlendirme yaparak ilk derece mahkemesi kararını davalı banka yönünden kaldırması doğru olmamış hükmün bu nedenle bozulması gerekmiştir. SONUÇ:Yukarıda açıklanan nedenlerle kararın BOZULMASINA, vekili Yargıtay duruşmasında hazır bulunan davalı (Temlik Alan … Varlık Yönetimi A.Ş) yararına takdir edilen 2.540,00 TL duruşma vekalet ücretinin davacıdan alınarak davalıya (temlik alan … Varlık Yönetim A.Ş.) ödenmesine, dosyanın Ankara Bölge Adliye Mahkemesi 21. Hukuk Dairesine gönderilmesine, peşin harcın istek halinde temyiz eden davalıya iadesine, 09.07.2020 gününde oyçokluğuyla karar verildi. MUHALEFET ŞERHİ Dava konusu çekin rehin cirosuyla devredilmediği yolundaki sayın çoğunluk görüşüne iştirak etmekle birlikte, davalı bankanın bahse konu çeki müşterisi ile arasındaki kredi sözleşmesinin teminatı olarak aldığı hususunda bir ihtilaf bulunmamaktadır. Bu durumda banka çekin toplam tutarı kadar değil, müşterisi ile arasındaki kredi borç bakiyesi kadar alacaklı konumundadır. Dairemizin benzer uyuşmazlıkla ilgili 30.10.2003 gün ve 2013/13454-16663 Esas, Karar ilamı da bu yöndedir. Bozma gerekçesine bu hususun da ilave edilmesi gerektiği kanaatiyle sayın çoğunluğun dar kapsamlı bozma iradesine katılmıyorum.
Hukuk Genel Kurulu 2012/11-1064 E. , 2013/417 K. TESPİT DAVASI BANKANIN BİR KISIM KURUCU HİSSESNİN MURİSİNE AİT OLDUĞUNUN TESPİTİ VE MİRASÇILAR ADINA TESCİLİ İSTEMİ VEKİL AZLİ TÜRK TİCARET KANUNU (6102) Madde 557 TÜRK TİCARET KANUNU (6102) Madde 417 HUKUK USULÜ MUHAKEMELERİ KANUNU(MÜLGA) (1086) Madde 68 “İçtihat Metni” Taraflar arasındaki “tespit” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; İstanbul 8. Asliye Ticaret Mahkeme’since davanın reddine dair verilen 24.12.2008 gün ve 2003/755 E., 2008/757 K. sayılı kararın incelenmesi davacılar vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 11. Hukuk Dairesi’nin 25.10.2010 gün ve 2009/4699 E., 2010/10804 K. sayılı ilamı ile; (…Davacılar vekili asıl ve birleşen davada, müvekkillerinin 1289 doğumlu Hüseyin’in mirasçıları olduğunu, murisin gerçek soyadının “M……….” olmasına rağmen nüfus kayıtlarına sehven “Me…..” olarak yazıldığını, murisin davalı bankanın 5 adet kurucu hissesinin sahibi olduğunu, payların müvekkilleri adına tescili için yaptıkları başvurunun davalıca reddedildiğin ileri sürerek, murise ait hisselerin müvekkillerine aidiyetinin tespitini talep ve dava etmiştir. Davalı vekili, müvekkili bankanın kuruluş aşmasında sermayesinin paylara bölünerek oluşturulan pay senetlerinin halka arz edildiğini, nama yazılı senede dayalı hakkın ancak pay senedinin ibrazı ile talep edilebileceğini, davacıların murislerine ait olduğunu iddia ettikleri paylara ilişkin senetleri ibraz edemediklerini savunarak, davanın reddini istemiştir. Mahkemece iddia, savunma ve tüm dosya kapsamına göre, TTK’nun 557 ve 417. maddelere göre kıymetli evraktaki hakkın senetten ayrı olarak devredilemeyeceği, nama yazılı senette hak sahipliği için pay senedi ile veraset belgesinin ibrazının zorunlu olduğu, dava konusu payların “M…… Hüseyin E…..” adlı Mecidiye Mahallesi Adapazarı’nda ikamet eden kişiye ait olduğu, davacıların murisinin isminin ve nüfusa kayıtlı olduğu yerin pay sahibinden farklı olduğu, davacıların bu iki kişinin aynı kişi olduğunu kanıtlayamadıkları, pay senetlerinin iptali için dava açmadıkları gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiştir. Kararı, davacılar vekili temyiz etmiştir. Dava, davalı bankanın 5 adet kurucu hissenin müvekkillerinin murisine ait olduğunun tespiti istemine ilişkindir. Mahkemece, davacıların, murisleri ile pay sahibi olan kişinin aynı kişi olduğunu kanıtlayamadıkları ve pay senetlerinin iptali için dava açmadıkları gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiş ise de, davacılar vekili, pay senetlerinin iptali için İstanbul 9. Asliye Ticaret Mahkemesi’nin 2008/769 Esas sayılı dosyası ile dava açtığını son oturumda bildirdiğine göre, mahkemece pay iptali ile ilgili davanın bu davanın sonucunu etkileyeceği dikkate alınarak, anılan davanın bekletici mesele yapılarak, neticesine göre bir karar verilmesi gerekirken davanın reddine karar verilmesi doğru olmamış, bozmayı gerektirmiştir…) gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir. TEMYİZ EDEN: Davacılardan Mehmet, Ali, Yaşar, Hüseyin ve Yavuz vekili HUKUK GENEL KURULU KARARI Hukuk Genel Kurulu’nca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü: Dava, davalı bankanın bir kısım kurucu hissesinin davacılar murisine ait olduğunun tespiti ve mirasçılar adına tescili iste 03.04.2013mine ilişkindir. Mahkemece, davalı şirket pay defterinde kayıtlı bulunan kişi ile davacıların murisinin farklı kişiler olduğu, bunun aksini iddia eden davacıların kök murisleri olan Hüseyin ile pay defterinde kayıtlı bulunan “ Hüseyin E…”nin aynı kişi olduğunu ispatlayıcı hisse senedi yada belge sunmadıkları gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiştir. Davacılar vekilinin temyizi üzerine karar, Özel Dairece yukarıda başlık bölümünde gösterilen nedenlerle bozulmuştur. Yerel Mahkemece, önceki kararda direnilmiş; hükmü temyize davacılardan Mehmet, Ali, Yaşar, Yavuz ve Hüseyin vekili getirmiştir. Hukuk Genel Kurulunda işin esasının görüşülmesinden önce, ön sorun olarak; bozma sonrasında direnme karar tarihi itibariyle vekillikten azledilmiş olduğu sonradan (14.05.2012) ibraz edilen belgeler ile anlaşılan Av. Dursun Zeki’ye yapılan tebligatların geçerli olup olmadığı, burada varılacak sonuca göre davacılardan Mehmet, Ali, Yaşar, Yavuz ve Hüseyin’nin yeni vekili Av. Resul tarafından verilen temyiz dilekçesinin süresinde olup olmadığı hususu öncelikle değerlendirilmiştir. 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu (HUMK)’nun 68. maddesi; “Müvekkili namına muamele yapmış olan vekil nefsini azlettiğini veya müvekkili tarafından azlolunduğunu dava zaptına kayıt veya tebliğ ettirilmek suretiyle diğer tarafa bildirmedikçe, istifa ve azlin o taraf hakkında hükmü yoktur” şeklindedir. Bu hüküm uyarınca; bir taraf, vekilini azletmiş ve bunu vekiline bildirmiş olsa bile, vekilin azledildiği mahkemeye bildirilmedikçe, mahkeme ve karşı taraf için hüküm ifade etmez. Mahkeme ve karşı taraf, usul işlemlerini (azledilmiş olan) vekile karşı yapmaya devam ederler; meselâ vekil duruşmaya kabul edilir, tebligat vekile yapılır ve süreler bu tebligat ile işlemeye başlar (Baki Kuru, Hukuk Muhakemeleri Usulü, s.1316). Nitekim Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 15.04.1998 gün ve 1998/2-260 E., 268 K. sayılı ilamında da aynı ilke benimsenmiştir. Somut olayda; davacılar vekili Av. D.Zi, davacılardan Mt, A, Yr ve Hüseyin tarafından 23 Mayıs 2011 tarihinde, Yavuz tarafından 14 Haziran 2011 tarihinde, Nein, Handan, Asuman ve Ayşe tarafından ise 26 Mayıs 2011 tarihinde azledilmiştir. Ancak bu aziller; direnme kararının davacılar vekilinin yetki belgesi verdiği Av. Sel’e 19.04.2012 tarihinde tebliğinden sonra verilen 14.05.2012 havale tarihli dilekçe ile 15 günlük temyiz süresi geçtikten sonra dosyaya ibraz olunmuştur. Bu dilekçe ile aynı tarihte davacılardan Mehmet, Ali, Yaşar, Hüseyin ve Yavuz vekili olarak Avukat Resul’un mahkeme kalemine müracaatı üzerine karar bu vekile de tebliğ edilmiş ve aynı vekil tarafından 29.05.2012 tarihinde direnme kararı temyiz edilmiştir. Bu itibarla, azil işleminin dosyaya ibrazından önce direnme kararının yerel mahkemece davacılar vekili Av. D.Zeki’e 19.04.2012 tarihinde tebliğ işlemi geçerli olduğundan, temyiz süresi geçtikten sonra yeni avukat tarafından 29.05.2012 tarihinde direnme kararının temyiz edilmesine imkân bulunmamaktadır. Hal böyle olunca, davacılardan Mehmet, Ali, Yaşar, Yavuz ve Hüseyin’nin yeni vekili Avukat Resul’un temyiz dilekçesinin reddi gerekir. SONUÇ: Yukarıda yer alan açıklamalara göre 6217 sayılı Kanunun 30.maddesi ile 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’na eklenen “Geçici madde 3” atfıyla uygulanmakta olan 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 26.09.2004 tarih ve 5236 Sayılı Kanunla yapılan değişiklik öncesi yürürlükteki şekliyle 437/1. maddesi gereğince bir kısım davacılar vekilinin temyiz dilekçesinin süre yönünden REDDİNE, aynı kanunun 440/1 maddesi uyarınca tebliğden itibaren 15 gün içerisinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere 03.04.2013 gününde oybirliği ile karar verildi.
11. Hukuk Dairesi 2015/13705 E. , 2015/13422 K.“İçtihat Metni” MAHKEMESİ : … .. ASLİYE HUKUK MAHKEMESİTARİHİ : 12/12/2013NUMARASI : 2012/62-2013/607 Taraflar arasında görülen davada … .. Asliye Hukuk Mahkemesi’nce bozmaya verilen 12.12.2013 tarih ve 2012/62-2013/607 sayılı kararın Yargıtayca incelenmesi davalı K.. Ç.. vekili tarafından istenmiş ve temyiz dilekçesinin süresi içinde verildiği anlaşılmış olmakla, dava konusu meblağ 18.563 TL’nın altında bulunduğundan 6100 sayılı Kanun’un geçici 3/2. maddesi delaletiyle uygulanması gereken HUMK’nın 3156 sayılı Kanunla değişik 438. maddesi gereğince duruşma isteğinin reddiyle incelemenin dosya üzerinde yapılmasına karar verildikten sonra dava dosyası için Tetkik Hakimi tarafından düzenlenen rapor dinlendikten ve yine dosya içerisindeki dilekçe, layihalar, duruşma tutanakları ve tüm belgeler okunup, incelendikten sonra işin gereği görüşülüp, düşünüldü:Davacı vekili, müvekkilinin Gıda Nakliyat Oto. Tic. ve Paz. A.Ş’nin yapacağı emtia sevkiyatlarını Taşıyıcı Sorumluluk Sigorta Poliçesi ile teminat altına aldığını, sigortalının anlaşma yaptığı ve davalılardan … …’nun sürücüsü, … …’nın kayıt maliki olduğu 35 SZ 863 plakalı araçla taşınan kola emtiasının alıcıya teslim edilmeyerek davalı … …’le birlikte üçüncü kişilere satılmak suretiyle elden çıkartıldığını, müvekkilinin sigortalısına 9.980,71 TL ödediğini ileri sürerek bu bedelin ödeme tarihi olan 04.10.2004 tarihinden itibaren işleyecek avans faizi ile birlikte davalılardan tahsilini talep ve dava etmiştir.Davalılar, davaya cevap vermemiştir.1-Mahkemece, iddia, uyulan bozma ilamı ve tüm dosya kapsamına göre, açılan kamu davasında zamanaşımı nedeniyle düşme kararı verilmişse de, davalı … …’nun … Asliye Ceza Mahkemesinde emniyeti suistimal fiilini ikrar ettiği, davalı. … …’nın araç maliki sıfatıyla kusursuz sorumlu olduğu, davalının İzmir’de teslim etmek üzere almış olduğu sigortalı emtiayı teslim etmeyerek, dava dışı sigortalının zararına sebebiyet verdiği, davacının sigorta poliçesi gereğince hasar bedelini emtia sahiplerine ödediği, bu ödeme tarihinden itibaren davacı sigortanın TTK’nın 1301. maddesi gereğince yasal halef olduğu gerekçesiyle davanın kabulüne, 9.980,71 TL’nın 04.10.2004 tarihinden itibaren yasal faizi ile birlikte davalılardan müştereken ve müteselsilen tahsili ile davacıya verilmesine karar verilmiştir.Kararı, davalı … … vekili temyiz etmiştir.Dava, Taşıyıcı Sorumluluk Sigorta Poliçesine dayalı rücuen alacak istemine ilişkin olup mahkemece yazılı gerekçe ile davanın kabulüne karar verilmiştir.Davacının dava dilekçesi ekinde sunduğu 2383277 sayılı Taşıyıcı Sorumluluk Sigorta Poliçesi’nin 13.08.2004 tarihinde tanzim edildiği, bu poliçede teminat başlangıç tarihinin 10.06.2004 tarihi olarak belirtildiği, rücuen alacak istemine konu hasarın meydana geldiği taşımanın ise 29.07.2004 tarihinde yapıldığı anlaşılmaktadır. Davacı, 1126965 sayılı bir poliçe sureti daha sunmuşsa da bu poliçenin sunulan suretinde tanzim tarihi ve teminat verilen tarihler belirtilmemiştir.Olay tarihinde yürürlükte bulunan 6762 sayılı TTK’nın 1279’ncu maddesine göre, sigorta sözleşmesinin yapıldığı sırada sigorta ettiren veya sigortadan faydalanan riskin gerçekleşmiş olduğunu bilmekte iseler sigorta sözleşmesi hükümsüzdür. Davacı sigorta şirketince düzenlenen 2383277 sayılı sigorta poliçesi ile her ne kadar 10.06.2004 tarihinden itibaren gerçekleşen rizikolara karşı teminat verilmiş ise de, bu poliçenin rizikonun gerçekleşmesinden sonra geriye dönük olarak düzenlendiği, 1126965 sayılı poliçenin ise sunulduğu şekliyle herhangi bir tarih kaydı ihtiva etmediği açıktır.İbranamede sigortalının davacı sigorta şirketine dava konusu ile ilgili 818 sayılı BK’nın 162 vd. maddelerine uygun bir temlikinin de bulunmaması karşısında davacının aktif husumetine ilişkin olarak alacağın temliki hükümlerinin de uygulanamayacağı açıktır.Bu durumda, mahkemece, yukarıda yapılan açıklamalar doğrultusunda, öncelikle davacının aktif husumete ehil olup olmadığının denetime elverişli bir şekilde karar yerinde değerlendirilip tartışılmak ve sonucuna göre işin esasına girilmek gerekirken bu yönden eksik incelemeye dayalı yazılı şekilde hüküm tesisi doğru görülmemiş, hükmün temyiz eden davalı … … yararına bozulmasına karar vermek gerekmiştir.2-Bozma neden ve şekline göre, davalı … … vekilinin diğer temyiz itirazlarının incelenmesine şimdilik gerek görülmemiştir.SONUÇ: Yukarıda (1) nolu bentte açıklanan nedenle, davalı … … vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile hükmün mümeyyiz davalı yararına BOZULMASINA, (2) nolu bentte açıklanan nedenlerle, temyiz eden davalı vekilinin sair temyiz itirazlarının incelenmesine yer olmadığına, ödediği temyiz peşin harcın isteği halinde temyiz eden davalı … …’e iadesine, 14.12.2015 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.