14. Hukuk Dairesi 2014/13869 E. , 2014/14889 K. “İçtihat Metni” MAHKEMESİ : İstanbul Anadolu 18. Asliye Hukuk Mahkemesi TARİHİ : 02/09/2014 NUMARASI : 2014/323-2014/234 Davacı vekili tarafından, davalı aleyhine 25.08.2014 gününde verilen dilekçe ile üst hakkının kurulması istenmesi üzerine yapılan duruşma sonunda; yargı yolu nedeniyle davanın reddine dair verilen 02.09.2014 günlü hükmün Yargıtayca incelenmesi davacı vekili tarafından istenilmekle süresinde olduğu anlaşılan temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra dosya ve içerisindeki bütün kağıtlar incelenerek gereği düşünüldü: K A R A R Davacı, davalı ile düzenlenen ön izin sözleşmesindeki edimlerini yerine getirdiğinden sözleşmenin 6. maddesi uyarınca .. parsel sayılı taşınmazda üst hakkının kurulması gerektiğini ileri sürerek, üst hakkının kurularak taşınmaza şerh verilmesini istemiştir. Mahkemece, idari yargının görevli olduğu gerekçesiyle yargı yolu nedeniyle davanın reddine karar verilmiştir. Hükmü, davacı vekili temyiz etmiştir. Dava, üst hakkı irtifakı kurulması isteğine ilişkindir. Bilindiği üzere üst hakkı, başkasının taşınmazı üstünde veya altında inşaat yapma veya önceden yapılmış bir inşaatı koruma yetkisi sağlayan ve inşaat üzerinde irtifak hakkı sahibine mülkiyet hakkı kazandıran bir irtifak hakkıdır. Üst hakkına ilişkin hükümlerin Türk Medeni Kanununun 726. ve 826 ila 836. maddelerinde düzenlendiği görülmektedir. Üst hakkı olarak tanımlanan bu hakkın, bağımsız ve sürekli nitelikte ise hak sahibinin istemi üzerine tapu kütüğüne “taşınmaz” olarak kaydı mümkündür. ( TMK m. 826/3) En az otuz yıl için kurulan üst hakları sürekli nitelikte kabul edilir. Üst hakkını bağımsız kabul edebilmek için de başkasına devrinin taraflarca kısıtlanmamış olması gerekir. Kural olarak üst hakkı tesisi, önce tarafların üst hakkı kurulması konusunda yazılı veya sözlü anlaşmış olmaları, ilgili tapu siciline giderek iradelerini resmi senet düzenlemeye yetkili olan memur huzurunda açıklayıp üst hakkı kuruluş senedi yapmaları, sonra da resmi memurdan üst hakkının bir irtifak hakkı olarak taşınmaz kaydına şerh edilmesi veya tescilini istemeleri suretiyle olur. Şayet taraflar arasında üst hakkı tesisini amaçlayan irade birliği yoksa ve eğer bina sahibi başkasının taşınmazına rızaya dayanmadan bir yapı yapmışsa bu “haksız inşaat” olacak ve kayıt maliki Türk Medeni Kanununun 683. maddesinden yararlanarak haksız elatmanın önlenmesini dava edebilecektir. Türk Medeni Kanununun 827. maddesinde üst hakkı tesisinde resmi senet aranacağı hükme bağlandığından, üst hakkının ancak yukarıda açıklanan yöntemle resmi senetle kurulmasının mümkün bulunduğu duraksamasız kabul edilmelidir. Resmi senetten maksat ise, resmi bir memur tarafından hazırlanarak taraflar huzurunda imzalanan ve resmi memurca mühür ve imza ile onaylanan sözleşmedir. Somut uyuşmazlıkta,..ve..parsel sayılı taşınmazların birleştirilmesiyle oluşan davalı adına kayıtlı ..parsel sayılı taşınmazda üst hakkı kurulması istenmiştir. Davacının bu isteminin dayanağı, taraflar arasında İstanbul 18. Noterliği’nde 31.01.2007 günü düzenlenen üst hakkı ön izin sözleşmesinin 6. maddesidir. Öncelikle, üst hakkının kurulabilmesi için taraflar arasında bir sözleşme bulunmalıdır. Bu sözleşmeye dayanarak TMK’nın 827. maddesi gereği tapu siciline giderek iradelerini resmi senet düzenlemeye yetkili olan memur huzurunda açıklayıp üst hakkı kuruluş senedi yapmaları, sonra da resmi memurdan üst hakkının bir irtifak hakkı olarak taşınmaz kaydına şerh edilmesi veya tescilini istemeleri gerekir. Somut olayda, davacı taraflar arasındaki geçerliliğini kaybettiği iddia edilmeyen bir sözleşmeye dayanarak istemde bulunmuştur. Resmi Gazetenin 21.01.1991 günlü 20762 sayısında yayınlanan Uyuşmazlık Mahkemesi’nin 1990/36-36 sayılı kararında da açıklandığı üzere tapu kayıtları üzerinde tescil, terkin ve tashih gibi işlemlere ilişkin davaların çözümünde adli yargı görevidir. Bu nedenle, çekişmenin esası incelenerek sonucuna göre bir karar verilmesi gerekir. Uyuşmazlık taşınmaz aynına ilişkin olduğundan mahkemece işin esasının incelenmesi gerekirken davanın idari yargının görevli olduğu gerekçesiyle yargı yolu bakımından reddine karar verilmesi doğru görülmemiş, bu nedenle kararın bozulması gerekmiştir. SONUÇ: Yukarıda açıklanan nedenle davalı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile hüküm BOZULMASINA, bozma nedenine göre sair hususların incelenmesine yer olmadığına, peşin yatırılan harcın istek halinde yatırana iadesine, işbu kararın tebliğinden itibaren 15 gün içinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere, 26.12.2014 tarihinde oybirliği ile karar verildi.
Uncategorized
Hukuk Genel Kurulu 2017/2792 E. , 2021/267 K. “İçtihat Metni” MAHKEMESİ :Sulh Hukuk Mahkemesi 1. Taraflar arasındaki “kira bedelinin tespiti” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda, İstanbul Anadolu 14. Sulh Hukuk Mahkemesince verilen davanın kısmen kabulüne ilişkin karar davalı vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine Yargıtay (Kapatılan) 6. Hukuk Dairesince yapılan inceleme sonunda bozulmuş, Mahkemece Özel Daire bozma kararına karşı direnilmiştir. 2. Direnme kararı davalı vekili tarafından temyiz edilmiştir. 3. Hukuk Genel Kurulunca dosyadaki belgeler incelendikten sonra gereği görüşüldü: I. YARGILAMA SÜRECİ Davacı İstemi: 4. Davacılar vekili dava dilekçesinde; müvekkilleri ile davalı arasında imzalanan kira sözleşmesine göre kira döneminin 01.02.2011 tarihinde başlayıp 01.02.2016 tarihinde sona ereceğini, sözleşmenin 3. maddesine göre kira bedelinin 2011 yılı için 4.500,00TL olarak belirlendiğini, sonraki yıllarda kira bedelinin (ÜFE+TEFE)/2 oranında artırıldığını, sözleşmenin 3. maddesinin son fıkrasında, tarafların ilk üç yılın sonunda kira bedelinde yapılacak olan artışa ilişkin mutabakata varamazlar ise, kira bedeli artışının bilirkişi marifeti ile tespit ettirileceğinin düzenlendiğini, ancak davalının kira bedeli konusunda ortak mutabakata varılmaksızın 2014 yılı için 5.693,27TL ödeme yaptığını, müvekkillerinin Bakırköy 51. Noterliğinin 13.01.2014 tarihli ve 532 yevmiye numaralı ihtarnamesi ile kira bedelinin 8.000,00TL olarak belirlenmesini istediklerini, davalının Beyoğlu 60. Noterliğinin 10.02.2014 tarihli ve 1221 yevmiye numaralı ihtarnamesi ile müvekkilleri tarafından tek taraflı artış yapıldığını belirterek müvekkillerinin hesabına ödenen tutarın uygun olduğunu beyan ettiğini ileri sürerek taşınmazın kira bedelinin 17.02.2014 tarihinden itibaren geçerli olmak üzere aylık 8.000,00TL olarak tespitine karar verilmesini talep etmiş, 12.02.2015 tarihli ıslah dilekçesi ile de davayı brüt 8.000,00TL kira bedeli üzerinden açtıklarını belirterek kira bedelinin brüt 9.200,00TL olarak tespitine karar verilmesini istemiştir. Davalı Cevabı: 5. Davalı vekili cevap dilekçesinde; müvekkili şirketin kira sözleşmesi uyarınca kira artışını her yıl düzenli olarak yaptığını, 2014 yılı için ödediği kira bedelinin 5.693,27TL olduğunu, 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun (TBK) 344. maddesi gereğince taraflarca kira bedeli konusunda bir anlaşma yapılmamışsa, kira bedelinin bir önceki kira yılının üretici fiyat endeksindeki artış oranını geçmemek koşuluyla hakkaniyete göre belirleneceğini, davacıların talep ettiği kira bedelinin üretici fiyat endeksindeki artış oranını geçtiğini savunarak davanın reddine karar verilmesini istemiştir. Mahkeme Kararı: 6. İstanbul Anadolu 14. Sulh Hukuk Mahkemesinin 12.02.2015 tarihli ve 2014/159 E., 2015/79 K. sayılı kararı ile; mahallinde yapılan bilirkişi incelemesine göre, Yargıtay kararlarında da benimsenen yönteme göre endeks uygulamasının art arda 3 yıl için uygulanabileceği, bu süreden sonra taraflar arasındaki kira bedelinde anlaşmazlık olması hâlinde kira parasının hak ve nefaset kurallarına göre belirlenmesi gerektiği, emsal ve rayiçler nazara alınarak taşınmazın hali hazır durumu itibariyle boş olarak yeniden kiraya verilmesi hâlinde aylık kira bedelinin 9.000.00-10.000,00TL aralığında bir bedel olacağı, ancak taşınmazın hâli hazır bu konumuna etki eden ve davalı tarafından yapılan iyileştirmeler göz önüne alındığında mevcut durumu itibariyle ve hak ve nefaset kuralları doğrultusunda aylık kiranın brüt 8.750,00TL (net 7.000,00TL) olacağının belirlendiği gerekçesiyle davanın kısmen kabulü ile dava konusu taşınmazın 17.02.2014 tarihinden itibaren aylık kira bedelinin takdiren brüt 8.750,00TL (net 7.000,00TL) olarak tespitine karar verilmiştir. Özel Daire Bozma Kararı: 7. Mahkemenin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde davalı vekili temyiz isteminde bulunmuştur. 8. Yargıtay (Kapatılan) 6. Hukuk Dairesinin 23.11.2015 tarihli ve 2015/7190 E., 2015/10218 K. sayılı kararı ile; “…Davacı vekili, taraflar arasında 01.02.2011 başlangıç, 01.02.2016 bitiş tarihli kira sözleşmesi bulunduğunu, aylık kira bedelinin net 4.500 TL olup, yıllık kira artışının tefe-tüfe ortalaması olarak belirlendiğini, bundan ayrı sözleşmede ”Taraflar, ilk 3 (üç) yılın sonunda sözleşme de belirtilen koşullar da arttırılan kira bedelini karşılıklı mutabakatla bölge rayiçlerine göre yeniden belirleyecek ve yazılı mutabakat yapacaktır, yapılacak olan artışa ilişkin mutabakata varamazlar ise son 2 yıla ait söz konusu kira bedeli artışı bilirkişi marifeti ile tespit ettirilir” düzenlemesi bulunduğunu, tarafların aylık bedel konusunda anlaşmadıklarını belirterek aylık kiranın hakkaniyete uygun biçimde 17.02.2014 tarihinden itibaren geçerli olmak üzere aylık 8.000 TL olarak belirlenmesini istemiş, 12.02.2015 tarihli beyan dilekçesi ile davayı brüt 8.000 TL kira bedeli üzerinden açtıklarını, 22.12.2014 tarihli bilirkişi raporu doğrultusunda brüt kira bedelinin aylık 9.200 TL olarak belirlenmesi için davalarını ıslah ettiklerini belirtmiştir. Davalı vekili TBK 344 gereği davacının talebinin kabul edilemeyeceğini, endekse göre artış yapılması gerektiğini, davaya konu yerde kiraların davacının istediği kadar olmadığını belirterek davanın reddini savunmuştur. Mahkemece yapılan keşifler sonucunda ilk bilirkişi kurulu kiralananın boş olarak kiraya verilmesi halinde aylık brüt 8.750 TL, hak ve nesafet indirimi ile aylık brüt 8.125 TL, ikinci bilirkişi kurulu, aylık brüt kiranın 9.200 TL, hak ve nesafet indirimi yapılırsa aylık brüt 8.750 TL olacağını bildirmiş, mahkemece ikinci bilirkişi raporuna uyularak 17.02.2014 tarihinden itibaren aylık brüt kira 8.750 TL olarak belirlenmiş ise de; kira bedelinin tespiti davalarında ıslah yolunun kapalı olduğu gözetilerek dava dilekçesinde gösterilen ve 12.02.2015 tarihli dilekçeyle açıklığa kavuşturulan aylık brüt 8.000 TL kira bedeli üzerinden hüküm kurulması gerekirken yazılı şekilde karar verilmesi doğru değildir.” gerekçesi ile karar bozulmuştur. Direnme Kararı: 9. İstanbul Anadolu 14. Sulh Hukuk Mahkemesinin 29.03.2016 tarihli ve 2015/918 E., 2016/242 K. sayılı kararı ile; kira bedelinin tespiti davalarında ıslah yolunun tamamen kapalı olmadığı, TBK’nın kira tespitine ilişkin 344 ve 345. maddelerinde kira bedelinin tespiti davalarında ıslah yolunun kapalı olduğuna ilişkin yasaklayıcı hiçbir hüküm yer almadığı, 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun (HMK) davanın ıslahına ilişkin 176. maddesinde taraflardan her birinin, yapmış olduğu usul işlemlerini kısmen veya tamamen ıslah edebileceği, 180. maddesinde de davanın tamamen ıslah edilebileceği hükmünün bulunduğu, HMK’da kira bedelinin tespiti davalarında ıslah yolunun kapalı olduğuna ilişkin yasaklayıcı hiçbir hükmün yer almadığı, kanunlarda açıkça böyle bir yasaklama hükmü bulunmadığına göre kanunda olmayan bir hükme dayanılarak kira bedelinin tespiti davalarında ıslah yolunun kapalı olduğundan bahsedilemeyeceği gerekçesiyle direnme kararı verilmiştir. Direnme Kararının Temyizi: 10. Direnme kararı süresi içinde davalı vekili tarafından temyiz edilmiştir. II. UYUŞMAZLIK 11. Direnme yolu ile Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; kira bedelinin tespiti davalarında ıslah yolunun kapalı olup olmadığı noktasında toplanmaktadır. III. GEREKÇE 12. Uyuşmazlığın çözümü için öncelikle “kira bedelinin tespiti” davalarının hukuksal niteliği ve kendine özgü özelliklerinin irdelenmesinde yarar vardır. 13. Kira bedelinin tespiti davaları; Anayasa Mahkemesinin, kira sözleşmesinin düzenlendiği tarihte yürürlükte bulunan mülga 6570 sayılı Gayrimenkul Kiraları Hakkında Kanun (6570 sayılı Kanun)’un 2 ve 3. maddelerinin iptaline ilişkin kararının 26.09.1963 tarihinde yürürlüğe girmesi ile birlikte yasada doğan boşluğun doldurulması için Yargıtay içtihatları ile getirilmiştir. 14. Kira bedelinin tespiti davalarının konusunu 6570 sayılı Kanun kapsamına giren taşınmaz mallar oluşturur ve bu dava 6570 sayılı Kanun’un uygulandığı yerler ve taşınmazlar için söz konusudur. 15. Kira bedelinin tespiti davaları kiralayan (kiraya veren) tarafından açılabileceği gibi kiracı tarafından da açılabilir. 16. Kira bedelinin tespiti davalarında hüküm bir kira yılına ait kira parasının ne olacağının belirlenmesine ilişkindir. Bu belirleme açık, net ve tam olmalıdır. 17. Kira bedelinin tespiti davalarının en çarpıcı özelliği kamu düzeni ile ilgili olmalarıdır. Bununla ilgili yöntemleri tarafların belirleyemeyeceği yargısal uygulamada kabul edilmiştir. 18. Hâkim, bu davalarda kanun, içtihadı birleştirme kararları ve Yargıtay içtihatları ile belli edilen yöntemlere uygun olarak kira bedelinin tespiti yoluna gitmek zorundadır. Kira parasının tespitinde belirlenen bu ilke dışına çıkılması eşit uygulama ilkesini bozduğu gibi kamu düzeni ile ilgili olan bu davanın yapısına da uygun düşmeyecektir. 19. İçtihatları Birleştirme Büyük Genel Kurulunun 12.11.1979 tarihli ve 1979/1 E., 1979/3 K. sayılı kararında da belirtildiği gibi, Anayasa Mahkemesince 26.03.1963 tarihinde verilen karar ile 6570 sayılı Kanun’un 2 ve 3. maddelerinin iptaline karar verilmiş ve bu kararın sözü edilen maddeleri yerine yeni bir yasa çıkarılmadan 26.09.1963 tarihinde yürürlüğe girmesi üzerine bir yasa boşluğu oluşmuştur. 20. Uygulamada birliği sağlamak için 18.11.1964 tarihli ve 2/4 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararı ile, kanunda boşluk bulunduğu temelinden hareketle yeni dönemde akdin kira bedeline ilişkin hükmünün yenilenmeyerek kirası belli olmayan bir akit haline geldiği benimsenmiş ve kira bedelinin sınırlandırılmasına ilişkin boşluğun hakim tarafından doldurulması gerektiği kararlaştırılmıştır. 21. Bilindiği üzere tespit davaları, genel olarak bir hukuki ilişkinin mevcut olup olmadığının belirlenmesine ilişkin davalardır. Bu dava ile hukuki ilişki hakkındaki kuşku ve tereddütler giderilir. Tespit davaları hakların istikrarını temin etmekle toplumsal bir yarar sağlar. Tespit davasının amacı da hukuki belirsizliği gidermek, başka bir deyişle hukuki ilişkileri taraflar açısından belirli hale getirmekten ve bu yolla barışı sağlamaktan ibarettir. 22. Buna göre, kira bedelinin tespiti davalarında verilen kira tespiti kararları, diğer tespit davalarında olduğu gibi bir hukuki ilişkiyi tespit etmez. Amacı sadece kira sözleşmesinin yeni dönemde belli olmayan kira bedeli unsurunu belirli bir hâle getirmekten ibarettir. Gerçekten de taraflar anlaşamamışlarsa, kiranın tespitinde hukuki sonuç ancak hâkimin kararı ile doğar. Gerçi, yeni dönemde kiranın belli olması için mutlaka bir mahkeme kararı alması şart değildir. Çünkü taraflar anlaşırlarsa mahkeme kararına gerek kalmadan hukuki sonuç doğar. Tarafların ancak anlaşamaması hâlinde bu hukuki sonucun doğması için dava açmaları gerekir. 23. Böylece kira tespiti kararları eda davaları sonunda verilen mahkumiyet kararlarına değil, inşai davalar sonunda verilen kararlara yakın bir nitelik göstermektedirler. Dolayısıyla kira bedelinin tespitine ilişkin olarak açılmış olan davada, tespit davasında olduğu gibi bir hukuki ilişkiye dair karar verilmesi yerine, var olan hukuki ilişkiye ilişkin yeni bir hukuki durum ortaya çıkması veya var olan bir hukuki durumun değişmesi söz konusu olmaktadır. Nitekim aynı hususlara Hukuk Genel Kurulunun 26.02.2014 tarihli ve 2013/3-633 E., 2014/154 K. ve 24.02.2016 tarihli ve 2014/3-348 E., 2016/173 K. sayılı kararlarında da değinilmiştir. 24. Kira bedelinin tespiti davalarının amacı sadece ilgili kira döneminde geçerli olacak kira bedelinin tespitidir. Başka bir deyişle kira bedelinin tespiti davasının sınırlı bir konusu vardır. Kira tespit davası sonucunda hâkim, bir yıllık süre zarfında uygulanacak olan kira bedelini belirler. Böylelikle, kira sözleşmesinde yer alan kira bedeli, hâkim kararı ile değiştirilmiş olur ve kira sözleşmesi mahkeme kararı ile yeniden şekillenmiştir (Özyakışır, Ö.: Konut ve Çatılı İşyeri Kira Sözleşmelerinde Kira Bedeli, Ankara 2019, s. 204). 25. Mahkemece belirlenen kira bedelinin hangi andan itibaren geçerli olduğu talep edilmedikçe, hükümde gösterilmez. Sadece, talepte bulunulmuş olması şartıyla, belirlenen kira bedelinin hangi andan itibaren geçerli olduğu hükümde gösterilir (Yargıtay İçtihadı Birleştirme Hukuk Genel Kurulunun 21.11.1966 tarihli ve 1966/19 E., 1966/10 K.). Fakat, dava sonucunda belirlenen bedel, bazen, belirlenmesi talep edilen değil bir sonraki kira yılı için etki doğurabilmektedir. Mahkeme kararının, bedelin belirlenmesinin talep edildiği kira yılı için etki doğurması arzu ediliyorsa kira sözleşmesindeki hükümlere dikkat edilerek talepte bulunulması gerekmektedir (Özyakışır, s. 223). 26. Bu aşamada “kısmi dava” kavramı üzerinde kısaca durmak gerekir. Alacağın yalnızca bir bölümü için açılan davaya kısmi dava denir. Bir davanın kısmi dava olarak nitelendirilebilmesi için, alacağın tümünün aynı hukuki ilişkiden doğmuş olması ve alacağın şimdilik belirli bir kesiminin dava edilmesi gerekir. Diğer bir söyleyişle, bir alacak hakkında daha fazla bir miktar için tam dava açma imkânı bulunmasına rağmen, alacağın bir kesimi için açılan davaya, kısmi dava denir. Kısmi dava açılabilmesi için talep konusunun bölünebilir olması gerekli olup, açılan davanın kısmi dava olduğunun dava dilekçesinde açıkça yazılması gerekmez. Dava dilekçesindeki açıklamalardan davacının alacağının daha fazla olduğu anlaşılıyor ve istem bölümünde “fazlaya ilişkin haklarını saklı tutması” ya da “alacağın şimdilik şu kadarını dava ediyorum” şeklinde bir ifadeye yer verilmiş ise, bu husus, davanın kısmi dava olarak kabulü için yeterli sayılmaktadır (Pekcanıtez, H.: Medeni Usul Hukuku, C. II, 15. baskı, İstanbul 2017, s. 1000). 27. 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nda (HUMK) açıkça kısmi dava düzenlenmediği hâlde, söz konusu Kanun’un yürürlükte olduğu dönemde de kısmi dava açılması mümkün bulunmaktaydı. Kısmi dava, HMK’nın 109. maddesinde ayrıntılı olarak düzenlenmiştir. Anılan maddenin birinci fıkrasında; talep konusunun niteliği itibarıyla bölünebilir olduğu durumlarda, sadece bir kısmının da dava yoluyla ileri sürülebileceği hükme bağlanmıştır. İkinci fıkrasında ise, talep konusunun miktarı, taraflar arasında tartışmasız veya açıkça belirli ise kısmi dava açılamayacağı belirtilmişti. Ancak 109. maddenin ikinci fıkrası 01.04.2015 tarihli ve 6444 sayılı Kanun’un 4. maddesi ile yürürlükten kaldırıldığından artık talep konusunun taraflar arasında tartışmasız veya belirli olması hâlinde de kısmi dava açılması mümkün hâle gelmiştir. 28. Yukarıda yapılan açıklamalar ışığında somut olaya gelince; davacılar vekili, davalı ile aralarında 01.02.2011 tarihinde başlayıp 01.02.2016 tarihinde sona erecek kira sözleşmenin 3. maddesine göre kira bedelinin 2011 yılı için 4.500,00TL olarak belirlendiğini, sonraki yıllarda kira bedelinin (ÜFE+TEFE)/2 oranında artırıldığını, sözleşmenin 3. maddesinin son fıkrasında, tarafların ilk üç yılın sonunda kira bedelinde yapılacak olan artışa ilişkin mutabakata varamazlar ise, kira bedeli artışının bilirkişi marifeti ile tespit ettirileceğinin düzenlendiğini, ancak davalının kira bedeli konusunda ortak mutabakata varılmaksızın 2014 yılı için 5.693,27TL ödeme yaptığını ileri sürerek taşınmazın kira bedelinin 17.02.2014 tarihinden itibaren geçerli olmak üzere aylık 8.000,00TL olarak tespitine karar verilmesini talep etmiş, 12.02.2015 tarihli ıslah dilekçesi ile de davayı brüt 8.000,00TL kira bedeli üzerinden açtıklarını belirterek kira bedelinin brüt 9.200,00TL olarak tespitine karar verilmesini istemiştir. Daha önce de belirtildiği gibi kira bedelinin tespiti davaları kendine özgü bir dava olup inşai davalar sonunda verilen kararlara yakın bir niteliktedir. Bu davalarda sadece ilgili kira döneminde geçerli olacak kira bedelinin tespiti istenir ve kira bedelinin tespiti davasının sınırlı bir konusu vardır. Dava sonucunda hâkim, ileriye yönelik olarak bir yıllık süre zarfında uygulanacak olan kira bedelini belirler ve kira sözleşmesinde yer alan kira bedeli, hâkim kararı ile değiştirilmiş olur. Davanın bu niteliği gereğince kira bedelinin tespitine ilişkin talep bölünemez ve kira bedeli davacı tarafından bir seferde açık ve net olarak istenilmesi gerekir. Diğer bir anlatımla kira bedelinin tespiti davalarında fazlaya ilişkin haklar saklı tutulamaz ve saklı tutulan bu hakla ilgili olarak ıslah talebinde bulunulamaz. 29. Öte yandan kira bedelinin tespitine ilişkin talep dava dilekçesinde belirtilen döneme ilişkin olduğundan, ıslahla bedelin artırılması durumunda ise daha sonraki bir dönemi kapsayacak şekilde talepte bulunulmuş olur ve bu da kira bedelinin tespiti davalarının niteliğine aykırıdır. 30. Hâl böyle olunca, Hukuk Genel Kurulunca da benimsenen Özel Daire bozma kararına uyulmak gerekirken önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır. 31. Bu nedenle direnme kararı bozulmalıdır. IV. SONUÇ : Açıklanan nedenlerle; Davalı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile direnme kararının Özel Daire bozma kararında gösterilen nedenlerden dolayı 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun geçici 3. maddesine göre uygulanmakta olan 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 429. maddesi gereğince BOZULMASINA, İstek hâlinde temyiz peşin harcının yatırana geri verilmesine, Aynı Kanun’un 440/III-2. maddesi gereğince karar düzeltme yolu kapalı olmak üzere 16.03.2021 tarihinde oy birliği ile kesin olarak karar verildi.
Adalet Bakanı Bekir Bozdağ, “Bundan böyle her Türk vatandaşı e-devlet üzerinden usule uygun başvurduğu zaman nerede bulunursa bulunsun, Adli Sicil Bilgi Sistemine erişme ve adli sicil kaydını öğrenme, alma ve oradaki kayıtların silinme şartları oluşursa silinmesini talep etme hakkına sahip olacaktır. Daha hızlı, daha rahat, daha masrafsız, daha kolay bir sistem vatandaşımızın hayatına kolaylık katacak, pek çok haksızlığın önlenmesine yol açacak bir adımı bugün burada hayata geçirmiş oluyoruz.” dedi. Ankara Hakimevi’nde düzenlenen Adli Sicil Bilgi Sistemi Tanıtım Töreni’ne katılan Bakan Bozdağ, Edirne’den Kars’a, Hakkari’den Sinop’a ülkenin dört bir yanından adli sicil kaydını sildirmek için Ankara’ya gelme döneminin kapandığını duyurdu. Bozdağ, “İnsanlarımız hem zamandan hem masraftan kurtuluyor ve hem de pek çok kaybın önüne geçiyoruz” dedi. Haberin devamını okumak için tıklayın.
MADDE 12- 1512 sayılı Kanuna 61 inci maddesinden sonra gelmek üzere aşağıdaki madde eklenmiştir. “Taşınmaz satış sözleşmesi: MADDE 61/A- Taşınmaz satış sözleşmesi noterler tarafından da yapılabilir. Noterler, taşınmaz satış başvurusu üzerine başvuru belgesi düzenler, taşınmaz üzerindeki her türlü kısıtlamaları dikkate alır ve taşınmaz satışıyla ilgili diğer kanunlarda yer alan sınırlamalar ile usul ve esasları gözetir. Tapu ve Kadastro Genel Müdürlüğünce tapu kayıt örneği ve diğer belgeler tapu bilişim sistemi vasıtasıyla noterlerle paylaşılır. Taşınmaza ilişkin kayıt ve belgelerin eksik olması hâlinde ilgili tapu müdürlüğünden eksik olan hususlar bu sistem üzerinden talep edilir ve eksiklikler tapu müdürlüğünce giderilerek sisteme aktarılır. Noterlerce hak sahibi belirlendikten ve taşınmazın satışına engel hukuki bir durumun bulunmadığı tespit edildikten sonra taşınmaz satış sözleşmesi yapılır. Satış sözleşmesi taraflarca imzalandığı anda noter, tapu bilişim sisteminden yevmiye numarası alarak sözleşmeyi bu sisteme kaydeder. Sözleşmenin sisteme kaydından sonra tapu müdürlüğünce taşınmazın tapu siciline tescili sağlanır. Satış sözleşmesi ile diğer belgeler, noter tarafından sisteme aktarılır ve fiziki olarak arşivlenir. Noterler, taşınmaz satış sözleşmesiyle ilgili işlemleri bizzat yaparlar. Tapu kayıt örneği ve diğer belgelerden hak sahibinin belirlenememesi veya satışa engel hukuki bir durumun varlığı hâlinde noterlerce satış işlemi gerçekleştirilmez. Noterler tarafından yapılacak taşınmaz satış sözleşmelerinden yalnızca 2/7/1964 tarihli ve 492 sayılı Harçlar Kanununa ekli (4) sayılı tarifenin “I-Tapu işlemleri” başlıklı bölümünün (20) numaralı fıkrasının (a) bendi uyarınca tapu harcı alınır. Bu işlemler için 492 sayılı Kanunun tapu harçlarına ilişkin hükümleri ve gerekli harcı tamamen almadan işlem yapan noterler hakkında aynı Kanunun 128 inci maddesi hükmü uygulanır. Taşınmaz satış sözleşmeleri damga vergisinden ve bu işlemlere ilişkin düzenlenen kâğıtlar değerli kâğıt bedellerinden istisnadır. Bu madde kapsamında yapılan işlemler karşılığında noter ücreti dışında herhangi bir ücret alınmaz. Noter ücreti taşınmazın değerine göre beş yüz Türk lirasından az ve dört bin Türk lirasından fazla olamaz ve ücret tarifesinde gösterilir. Bu miktarlar, her yıl bir önceki yıla ilişkin olarak 4/1/1961 tarihli ve 213 sayılı Vergi Usul Kanununun mükerrer 298 inci maddesi hükümleri uyarınca tespit ve ilan edilen yeniden değerleme oranında takvim yılı başından geçerli olmak üzere artırılarak uygulanır. Taşınmaz satış işlemleri için Tapu ve Kadastro Genel Müdürlüğü döner sermaye işletmesine gelir kaydedilmek üzere hizmet bedeli alınır ve bu işlemler sebebiyle noterlere herhangi bir pay veya aidat ödenmez. Bu maddenin uygulanmasına ilişkin usul ve esaslar, Hazine ve Maliye Bakanlığı ile Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığının mütalaası alınarak Adalet Bakanlığınca çıkarılacak yönetmelikle düzenlenir.”
Hukuk Genel Kurulu 2017/1422 E. , 2021/321 K. “İçtihat Metni” MAHKEMESİ :Asliye Hukuk Mahkemesi 1. Taraflar arasındaki “araç mülkiyetinin tespiti ve tescili” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda, Fethiye 3. Asliye Hukuk Mahkemesince verilen davanın kabulüne ilişkin karar davalı vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine Yargıtay 4. Hukuk Dairesince yapılan inceleme sonunda bozulmuş, Mahkemece Özel Daire bozma kararına karşı direnilmiştir. 2. Direnme kararı davalı vekili tarafından temyiz edilmiştir. 3. Hukuk Genel Kurulunca dosyadaki belgeler incelendikten sonra gereği görüşüldü: I. YARGILAMA SÜRECİ Davacı İstemi: 4. Davacı vekili; araç kiralama işiyle uğraşan müvekkilinin sahibi olduğu ve dava dışı Mustafa Özçulha isimli kişiye kiraladığı 35 HS 693 plakalı aracın süresinde geri getirilmemesi üzerine yapılan araştırmada müvekkilinin kimlik bilgilerinin kullanılması suretiyle sahte vekâletname ile davalıya satıldığının öğrenildiğini ileri sürerek davaya konu aracın davalıya yapılan satış işleminin geçersiz olduğunun tespiti ile işlemin iptaline, aracın trafik kaydının müvekkili adına tesciline karar verilmesini istemiştir. Davalı cevabı: 5. Davalı vekili; yetki ilk itirazında bulunarak yetkili mahkemenin Fethiye mahkemeleri olduğunu ileri sürmüş; duruşmalardaki beyanlarında özetle; müvekkilinin iyi niyetli olduğunu, noterde gerçekleşen satış ve belgelerin sahteliğini bilme imkânının bulunmadığını, Kocaeli Ağır Ceza Mahkemesinin 2012/22 esas sayılı dosyasında müvekkilinin müşteki konumunda olduğunu savunarak davanın reddine karar verilmesini istemiştir. Mahkeme Kararı: 6. İzmir 4. Asliye Hukuk Mahkemesinin 19.11.2012 tarihli ve 2011/396 E., 2012/510 K. sayılı kararı ile davanın kısmen kabulüne karar verilmiş; davalı vekilinin temyizi üzerine Yargıtay 4. Hukuk Dairesinin 21.01.2014 tarihli ve 2013/4434 E., 2014/698 K. sayılı bozma kararı ile yetkili mahkemenin Fethiye Asliye Hukuk Mahkemesi olduğunun belirtilmesi üzerine Mahkemenin 08.05.2014 tarihli ve 2014/169 E., 2014/255 K. sayılı kararı ile yetkisizlik kararı verilmiştir 7. Fethiye 3. Asliye Hukuk Mahkemesinin 29.01.2015 tarihli ve 2014/238 E., 2015/31 K. sayılı kararı ile; davalının aracı sahte vekâletname ile devralan ilk malik olduğu, ancak sahte vekâletnameyi kullanarak satışı gerçekleştiren dava dışı Mustafa Özçulha ile herhangi bir yakınlığının ve arkadaşlığının bulunmadığı, bu nedenle vekâletnamenin sahteliğini bilebilecek durumda olmadığı, dolayısıyla davalının iyiniyetli üçüncü kişi konumunda olduğu ve aksinin davacı tarafından da kanıtlanamadığı ancak sahte vekâletname ile satışın mülkiyeti geçirmediği gerekçesiyle davanın kabulü ile aracın satışına ilişkin işlemin iptaline, aracın davacı adına kayıt ve tesciline, davalının iyiniyetli olması nedeniyle yargılama masraflarından sorumlu tutulmamasına karar verilmiştir. Özel Daire Bozma Kararı: 8. Mahkemenin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde davalı vekili tarafından temyiz isteminde bulunulmuştur. 9. Yargıtay 4. Hukuk Dairesinin 16.09.2015 tarihli ve 2015/9610 E., 2015/9907 K. sayılı kararı ile; “…1- Dosyadaki yazılara, kararın dayandığı kanıtlarla yasaya uygun gerektirici nedenlere, özellikle delillerin değerlendirilmesinde bir isabetsizlik görülmemesine göre aşağıdaki bendin kapsamı dışında kalan temyiz itirazları reddedilmelidir. 2- Diğer temyiz itirazlarına gelince; a) Dava, sahte vekaletname ile yapılan araç satışından dolayı, satış işleminin geçersiz olduğunun tespiti ile trafik kaydının iptali ve tescili istemlerine ilişkindir. Mahkemece davanın kabulüne karar verilmiş, hüküm, davalı tarafından temyiz edilmiştir. Davacı, 35 HS 693 plakalı aracın sahibi olduğunu ve aynı zamanda araç kiralama işiyle uğraştığını, Mustafa Özçulha isimli kişinin bu aracı kiraladığını ancak süresinde geri getirmediğini, yaptığı araştırma sonucu aracın kendisine ait kimlik bilgilerinin kullanılarak sahte bir vekaletname ile davalıya satıldığını öğrendiğini belirterek, davaya konu aracın satış işleminin geçersiz olduğunun tespiti ile trafik kaydının iptali ve tescilini istemiştir. Davalı, aracı trafik kaydında malik olarak görünen kişinin vermiş olduğu satışa ilişkin vekaletname ile aldığını, iyi niyetli olması nedeniyle davanın reddi gerektiğini savunmuştur. Mahkemece, davalı iyi niyetli olduğunu savunmuş ise de; sahte vekaletname ile yapılan ilk satışın geçerli olduğu kabul edilemeyeceğinden davanın kabulüne karar verilmiştir. Türk Medeni Kanunu’nun 988. maddesi; bir taşınırın emin sıfatıyla zilyedinden o şey üzerinde iyiniyetle mülkiyet veya sınırlı ayni hak edinen kimsenin edinimi, zilyedin bu tür tasarruflarda bulunma yetkisi olmasa bile korunur hükmünü öngörmektedir. Bir malın zilyedi onu başkasına emanet etmiş olmayıp çaldırma, gasp, unutma gibi bir nedenle elinden çıkarmış bulunuyorsa, üçüncü sahıs böyle bir malı iyi niyetle iktisap etmiş olsa dahi onun iktisabı geçerli değildir. Gerçekten Medeni Kanunun 989. maddesi bu konuda açık düzenleme içermektedir. Taşınırı çalınan, kaybolan ya da iradesi dışında başka herhangi bir şekilde elinden çıkan zilyed, o şeyi elinde bulunduran herkese karşı beş yıl içinde taşınır davası açabilir. Görülüyor ki kanun iyi niyetin korunması hususunda emanet bırakılan mallarla sahibinin elinden rızası olmaksızın çıkan mallar arasında bir ayrım yapmıştır. Bu ayrım şu düşünceye dayanmaktadır; malı başkasına emaneten bırakan kimse az çok risk altına girmiş ve emaneten verdiği şeyin alan tarafından başkasına geçirilmesi tehlikesini göze almış sayılabilir. Oysa bir malı rızası olmadan elinden çıkaran kimsenin böyle bir riske önceden katlandığı söylenemez. Böyle olunca bir malı iyi niyetle iktisap eden üçüncü kişinin menfaati, malı emaneten veren kimsenin menfaatine tercih edilmekte; rızası olmadan malını elinden çıkaran kimsenin menfaatine ise feda edilmemektedir. Sahibinin elinden rızası olmadan çıkan bir şeyi iyi niyetli üçüncü kişi bir açık artırmadan, pazardan veya bu gibi eşyayı satan bir kimseden iktisap ederse asıl mal sahibinin gerek bu şahıs gerekse daha sonraki müktesipler aleyhine açacağı iade davasını kazanabilmesi şöyle bir şarta bağlanmıştır: Böyle hallerde iyi niyetli üçüncü kişinin bu malı iktisap etmesi için verdiği bedel, iadeyi isteyen davacı yani asıl mal sahibi tarafından ona iade edilmelidir. Eğer bu şart yerine getirilmezse mahkeme asıl mal sahibinin açacağı iade davasını kabul edemez. Hukuk Genel Kurulu’nun 25/09/2002 tarih, 2002/4-608 esas, 2002/643 karar sayılı ilamı da bu yöndedir. Dosya kapsamından; oto kiralama işi yapan davacının kendisine ait olan aracı kendisini Mustafa Özçulha olarak tanıtan kişiye kiraladığı ve aracın bu şahısla birlikte hareket eden kişi tarafından davacıya ait bilgileri içeren sahte vekaletname ile davalıya satıldığı anlaşılmaktadır. Davacı kendisine ait aracı dava dışı kişiye kiralamış olduğundan araç malikinin rızası ile elinden çıkmıştır. Bu noktada davalının iyi niyetli olup olmadığının irdelenmesi gerekir. Olayla ilgili ceza soruşturması ve dosyaya sunulan deliller birlikte değerlendirildiğinde davalının kendisini Mustafa Özçulha olarak tanıtan kişi ile birlikte hareket ederek davacıyı zarara uğratmak istediği yönünde bir delil bulunmadığından davalı iyi niyetli kabul edilmelidir. Kaldı ki mahkemece de davalının iyiniyetli olduğu kabul edilmiştir. O halde; davacının araç mülkiyetinin tespiti davasını kazanabilmesi için davalının satış bedeli olarak ödemiş olduğu bedeli kendisine iade etmesi gerekir. Mahkemece bedelin ödenmemesi halinde davanın reddine karar verilmesi gerekirken ödeme gerçekleşmeden yazılı gerekçe ile davanın kabulü doğru değildir. Kararın bu nedenle bozulması gerekmiştir. b) Mahkemece davaya konu olan aracın davalı adına olan kaydının iptaline ve davacı adına tesciline karar verilmiştir. 2918 sayılı Kanun’un 19. vd maddeleri uyarınca araçların trafik tescil işlemleri idari bir nitelik taşımaktadır. Bu bakımdan idari makamları belirli bir biçimde işlem tesisine zorlayıcı nitelikte tescil kararı verilmesi de doğru değildir. Kararın bu nedenle de bozulması gerekmiştir.” gerekçesiyle karar bozulmuştur. Direnme Kararı: 10. Mahkemenin 21.01.2016 tarihli ve 2015/379 E., 2016/19 K. sayılı kararı ile; önceki karar gerekçelerinin yanında, davaya konu aracın zilyetliği dava dışı Mustafa Özçulha’ya devredilmiş ise de zilyetliğin süreli olarak devri ve sürenin sonunda davacıya iade edilmemesi nedeniyle artık bu kişinin emin sıfatıyla zilyet olmadığı, ceza mahkemesinde güveni kötüye kullanma suçundan cezalandırıldığı ve kararın kesinleştiği, davaya konu aracın bu kişi tarafından davalıya devredilmediği, dava dışı Kasım Orak tarafından düzenlenen sahte vekâletname ile davalıya satıldığı, Özel Dairece yapılan temyiz incelemesinde bozmaya esas alınan Hukuk Genel Kurulunun 25.09.2002 tarihli ve 2002/4-608 E. ve 2002/643 K. sayılı kararında kişinin iyi niyetli olarak devralmasının tek başına yeterli olmadığı, devraldığı malın mutat sayılan yerlerden yani açık arttırma, pazar veya bu eşyayı satan bir satıcıdan almış olmasının da gerekli olduğunun açıkça belirtildiği, bu durumda somut olaya bakıldığında söz konusu aracın davalı tarafından araç satımının mutat olduğu oto pazarı, galeri veya açık arttırma yoluyla satın alınmadığı, doğrudan doğruya dava dışı Kasım Orak’dan sahte vekâletname yoluyla satın alındığı açıkça belli olduğundan Hukuk Genel Kurulunun anılan kararındaki ilkelerden faydalanma olanağının olmadığı, bu nedenle davacının satış bedelini iade etmesinin gerekmediği ancak davalının iyi niyetli üçüncü kişi olması nedeni ile yargılama masraflarından sorumlu tutulmadığı; araçlarla ilgili tescil kararı verilip verilemeyeceği ile ilgili olarak ise tapu müdürlüğünün de idari bir kurum olduğu, mahkemelerde açılan tapu iptal ve tescil davalarında doğrudan tescil kararı verilerek hükmün infazının sağlanabildiği, aynı şekilde araçlar yönünden de trafik tescil denetleme şube müdürlüğü kayıtlarının tapu sicili gibi mülkiyeti açıklayıcı bir niteliğinin bulunduğu, aksi düşünülecek olursa mahkemelerce araçlar hakkında açılmış olan tespit ve tescile yönelik davalarda sadece tespit kararı verilmesi durumunda kararın eda hükmü içermemesi nedeniyle doğrudan doğruya infaz edilemeyeceği, bu konuda Yargıtay daireleri arasında farklı içtihatlar bulunduğu ve uygulamada bu hususun çelişki yaratacağı, içtihatların birleştirilmesi gerektiği gerekçesiyle direnme kararı verilmiştir. Direnme Kararının Temyizi: 11. Direnme kararı süresi içinde davalı vekili tarafından temyiz edilmiştir. II. UYUŞMAZLIK 12. Direnme yolu ile Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; a) Somut olayda, davaya konu aracın davacının elinden rızası ile çıkıp çıkmadığı, dava dışı M. Öz’nın 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun (TMK) 988. maddesindeki anlamda emin sıfatıyla zilyet olup olmadığı, buradan varılacak sonuca göre iyi niyetli üçüncü kişi konumunda olan davalıya, ödemiş olduğu araç bedelinin iadesinin gerekip gerekmediği, b) Hükümle birlikte aracın tesciline karar verilmesinin mümkün olup olmadığı noktalarında toplanmaktadır. III. GEREKÇE 13. Yukarıda tespit edilen uyuşmazlıklar yönünden ayrı ayrı değerlendirme yapılması gerekmektedir. (a) bendindeki uyuşmazlık yönünden; 14. Uyuşmazlığın çözümüne geçilmeden önce, konuya ilişkin yasal düzenleme ve ilkelerin ortaya konulmasında yarar vardır. 15. Taşınır mülkiyeti TMK’nın 762. ve 778. maddeleri arasında düzenlenmiştir. Taşınırlar (menkuller) TMK’nın 762. maddesinde “Nitelikleri itibarıyla taşınabilen maddi şeyler ile edinmeye elverişli olan ve taşınmaz mülkiyetinin kapsamına girmeyen doğal güçler” olarak tanımlanmıştır. Bu bakımdan bir yerden diğer bir yere bağımsız olarak, özünde bir değişiklik olmadan taşınabilen her türlü maddi eşya (örneğin otomobil, çanta, koltuk, sandalye, buğday, arpa vs.) satımı taşınır satımı niteliğinde olduğu gibi, taşınmaz mülkiyetine dâhil olmayan ve temellüke (mülk edinmeye) elverişli bulunan elektrik, su, havagazı, doğalgaz gibi tabii kuvvetlerin satımı da taşınır satımı niteliğindedir. 16. Bu bakımdan taşınır (menkul) satımını “taşınmaz (gayrimenkul) olmayan her şeyin satımıdır” şeklinde tanımlamak daha isabetli olur. TMK’nın 763/1 maddesine göre, taşınır mülkiyetinin nakli için zilyetliğin devri gereklidir. 17. Taşınır satımının geçerliliği kural olarak biçim koşuluna bağlanmış değildir. TMK’nın 988. maddesinde; “Bir taşınırın emin sıfatıyla zilyedinden o şey üzerinde iyi niyetle mülkiyet veya sınırlı aynî hak edinen kimsenin edinimi, zilyedin bu tür tasarruflarda bulunma yetkisi olmasa bile korunur” hükmü yer almaktadır. Bu maddenin uygulanabilmesi için gerekli şartlar şunlardır: i- Ayni hakkın emin sıfatıyla zilyetten kazanılmış olması, ii- Ayni hakkın kazananının üçüncü kişi olması, iii- Üçüncü kişinin bir ayni hak kazanmış olması, iiii- Üçüncü kişinin ayni hakkı iyi niyetle kazanmış olması, iiiii- Üçüncü kişinin ediniminde tasarruf yetkisi dışında diğer geçerlilik unsurlarının mevcut olması (Sirmen, L.: Eşya Hukuku, 5. Bası, Ankara 2017, s. 91 vd). 18. Bu koşulların gerçekleşmesi durumu, mülkiyet hakkı sona eren önceki zilyedin üçüncü kişiye karşı taşınır davası veya istihkak davası açamaması hukuki sonucunu doğurur. 19. Ancak bir malın zilyedi, onu başkasına emanet etmiş olmayıp çaldırma, gasp, unutma gibi bir sebeple elinden çıkarmış bulunuyorsa, üçüncü şahıs böyle bir malı iyi niyetle iktisap etmiş olsa dahi onun iktisabı geçerli değildir. Gerçekten TMK’nın 989. maddesi bu hususta gayet açıktır: “Taşınırı çalınan, kaybolan ya da iradesi dışında başka herhangi bir şekilde elinden çıkan zilyet, o şeyi elinde bulunduran herkese karşı beş yıl içinde taşınır davası açabilir. Bu taşınır, açık artırmadan veya pazardan ya da benzeri eşya satanlardan iyi niyetle edinilmiş ise; iyi niyetli birinci ve sonraki edinenlere karşı taşınır davası, ancak ödenen bedelin geri verilmesi koşuluyla açılabilir. Diğer konularda iyi niyetli zilyedin haklarına ilişkin hükümler uygulanır.” 20. Görülüyor ki Kanun iyi niyetin korunması hususunda emaneten bırakılan mallarla sahibinin elinden rızası olmadan çıkan mallar hususunda bir ayrım yapmıştır. Bu ayrım şu düşünceye dayanmaktadır; malı başkasına emaneten bırakan kimse az çok risk altına girmiş ve emaneten verdiği şeyin alan tarafından başkasına geçirilmesi tehlikesini göze almış sayılabilir. Oysa bir malı rızası olmadan elinden çıkaran kimsenin böyle bir riske önceden katlandığı söylenemez. Böyle olunca, bir malı iyi niyetle iktisap eden üçüncü şahsın menfaati, malı emaneten veren kimsenin menfaatine tercih edilmekte, rızası olmadan malı elinden çıkan kimsenin menfaatine ise feda edilmektedir. 21. Sahibinin elinden rızası olmadan çıkan bir şeyi, iyi niyetli üçüncü şahıs bir açık artırmadan, pazardan veya bu gibi eşyayı satan bir kimseden iktisap ederse, asıl mal sahibinin gerek bu şahıs, gerekse daha sonraki müktesipler aleyhinde açacağı iade davasını kazanabilmesi şöyle bir şarta bağlanmıştır: Böyle hâllerde, iyi niyetli üçüncü şahsın bu malı iktisap etmesi için verdiği bedel, iadeyi isteyen davacı, yani asıl mal sahibi tarafından ona iade edilmelidir. Eğer bu şart yerine getirilmezse hâkim, asıl mal sahibinin açacağı iade davasını kabul edemez (TMK m. 989/2.). 22. TMK’da düzenlenen zilyetlik karineleri değerlendirildiğinde, iyi niyetli birinci veya sonraki edinenlere yöneltilen taşınır davasının kabulü için TMK’nın 989/2. maddesinde düzenlenen ödenen bedelin geri verilmesi koşulu, taşınır malın açık artırmadan veya pazardan ya da benzeri eşya satanlardan iyi niyetle edinilmiş olması hâline münhasır olup, iyi niyetli kişiye ödeme yapılmasına ilişkin başkaca yasal düzenleme bulunmamaktadır. 23. Bedel karşılığında iade koşulu, ancak sahibinin elinden iradesi dışında çıkan eşyalar hakkında bahse konu olur. Böyle bir taşınırı TMK’nın 989/2. maddesindeki şartlarla iktisap etmiş bulunan dava olunan, ancak bunun iktisabı için ödediği bedel kendisine verilmek şartıyla iadeye mecbur tutulabilir (Akipek, J.: Türk Eşya Hukuku, 2. Bası, Ankara 1972, s. 256). 24. Nitekim, Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 21.02.2018 tarihli ve 2017/4-1367 E., 2018/249 K. sayılı kararında da aynı ilkeler kabul edilmiştir. 25. Yukarıda da değinildiği üzere, taşınır satımının geçerliği kural olarak biçim koşuluna bağlanmış değil ise de, bazı özel Kanunlar ile taşınır satımı için geçerlilik koşulu öngörülmüştür. 26. 2918 sayılı Karayolları Trafik Kanunu’nun (KTK) 20. maddesinin (d) bendi : “Tescil edilmiş araçların her çeşit satış ve devirleri, satış ve devri yapılacak araçtan dolayı motorlu taşıtlar vergisi, gecikme faizi, gecikme zammı, vergi cezası ve trafik idari para cezası borcu bulunmadığının tespit edilmesi ve taşıt üzerinde satış ve/veya devri kısıtlayıcı herhangi bir tedbir veya kayıt bulunmaması halinde, araç sahibi adına düzenlenmiş tescil belgesi veya trafik tescil kayıtları esas alınarak noterler tarafından yapılır. Noterler tarafından yapılmayan her çeşit satış ve devirler geçersizdir.” hükmünü içermektedir. 27. Tescil edilmiş araçların her çeşit satış ve devirlerinin noterler tarafından yapılacağı belirtilen maddeden de anlaşılacağı üzere trafik siciline tescil edilmiş motorlu aracın mülkiyetini devir borcu doğuran sözleşmelerin geçerliliği için resmi şekilde yapılması gerekmektedir. 28. Diğer bir anlatımla trafikte kayıtlı araçlar, yapıları itibariyle taşınır mal olsalar da mülkiyetlerinin geçişi taşınır ve taşınmazlardan farklı olarak, özel ve kendine özgü bir düzenlenme koşuluna bağlanmıştır. Trafik siciline kayıtlı bir motorlu aracın mülkiyetinin devredilebilmesi için araç malikiyle resmî şekilde yapılacak sözleşmeye dayalı olarak aracın zilyetliğinin devredilmesi gerekmektedir. 29. Bu sözleşmelerin “araç sahibi adına düzenlenmiş tescil belgesi veya trafik tescil kayıtları esas alınarak” yapılacağının belirtilmiş olması ise, diğer mülkiyeti devir borcu doğuran sözleşmelerden farklı olarak, motorlu aracın maliki dışında bir kimsenin söz konusu sözleşmeyi yapamayacağı anlamına gelmektedir. Bu durum, genel olarak taşınırlar için söz konusu olan, emin sıfatıyla zilyetten hak edinimini, motorlu araçlar bakımından imkânsız kılmaktadır. 30. Tasarruf yetkisine sahip olmayan kimsenin, her nasılsa trafik siciline malik olarak kaydedilmiş olması da bu kimseden hak edinen iyiniyetli üçüncü kişilerin edinimlerinin korunmasına yetmemektedir. Çünkü hukukumuzda, trafik siciline, motorlu araç üzerindeki aynî hakları dış dünyaya açıklama işlevi tanınmadığı gibi, trafik sicilinin yansıttığı görünüşe güvenin korunacağına dair herhangi bir düzenleme de bulunmamaktadır. (Özçelik, B.: Motorlu Araç Mülkiyetinin Yetkisiz Kimseden Devralınması ve Sonuçları, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, C. 68, Sayı 4, s. 841) 31. Hemen belirtmek gerekir ki; motorlu araç mülkiyeti TMK’nın 988. maddesi uyarınca iyiniyetle kazanılamaz. Çünkü, motorlu aracın malik dışında bir kimseden devralındığı her durumda, devredenin tasarruf yetkisinin yokluğu dışında, ayrıca bir geçersizlik sebebi bulunur. Şöyle ki; KTK 20/d hükmü uyarınca motorlu araç mülkiyetinin edinilebilmesi için, mülkiyeti devir borcu doğuran, aracın malikiyle resmî şekilde yapılmış bir sözleşmeye ve aracın zilyetliğinin mülkiyetin nakli amacıyla devredilmesine ihtiyaç bulunmaktadır. Motorlu aracın zilyetliğini herhangi bir surette malikin rızasıyla elinde bulunduran kimse (emin sıfatıyla zilyet), KTK 20/d hükmünde, mülkiyeti devir borcu doğuran sözleşmenin noterce düzenlenebilmesi için aranan, “tescil belgesine (ruhsata) sahip olma” veya “trafik sicilinde malik olarak kayıtlı bulunma” şartlarını sağlayamayacağından, geçerli bir devir sözleşmesi yapamaz. Açıklandığı gibi, geçerli bir sözleşme bulunmadan gerçekleştirilen zilyetlik devri de motorlu araç mülkiyetini geçirmeyeceğinden, zilyetliği devralan üçüncü kişi, iyiniyetli olsa dahi, aracın mülkiyetini kazanamaz (Özçelik, B., s. 847). 32. Kanun’un açık hükmü karşısında, trafik sicilinde kayıtlı araçların satımına ilişkin bir sözleşmenin hukuki sonuç doğurabilmesi için o sözleşmenin KTK’nın 20/d maddesi gereğince resmî biçimde yapılması bir geçerlilik koşuludur. Anılan hüküm ile kanun koyucu bir aracın mülkiyetinin geçişi için noterde resmî bir sözleşme yapılmasını zorunlu kılmakla, tarafların iradelerinin ancak yasada öngörüldüğü biçimde birleşmeleri durumunda bir değer ifade edebileceğini, aksi hâlde sonuç doğurmayacağını ve geçersiz olduğunu düzenleme altına almak istemektedir. 33. Somut olayda davacı, adına tescilli aracını kiralama maksadıyla dava dışı Mustafa Özçulha’ya teslim etmiş, akabinde sahte olduğu sabit olan vekâletname ile yine dava dışı Kasım Orak tarafından iyiniyetli davalıya noterde satışı gerçekleştirilerek araç teslim edilmiş olup bu hususlar Özel Daire ve Mahkeme arasında uyuşmazlık dışıdır. 34. Davalı her ne kadar iyiniyetli ise de KTK 20/d maddesine göre araçların mülkiyetinin devri için ortada geçerli bir sözleşmenin bulunması gerekir. Oysa, eldeki davada taraflar arasındaki sözleşme sahte vekâletnameye dayandığından yetkisiz temsil söz konusu olup geçerli bir sözleşmeden bahsetmek mümkün olmayacaktır. Sahte vekâletname ile temlik alan ilk el konumundaki davalı yönünden tescil yolsuz olduğundan, iyiniyetli olduğu düşüncesiyle, aracın mülkiyetinin davalıya geçtiği söylenemeyeceği gibi davacı tarafından açılan davanın kabulünün davalının ödemiş olduğu araç bedelinin kendisine iadesi koşuluna bağlı olduğu da kabul edilemez. (b) bendindeki uyuşmazlık yönünden; 35. Motorlu araçların tescil işlemi idari bir işlem niteliğindedir. Mahkemece trafik kaydına tescile karar verilmesi, idareyi işlem yapmaya zorlayıcı bir karardır. Oysa adli yargı yerinde, idareyi işlem yapmaya zorlayıcı türden bir karar verilemez. 36. Her ne kadar taşınmazlara ilişkin davalarda tescile ilişkin hüküm kurulabildiği akla gelmekte ise de, bu husus TMK’da yerini bulan düzenlemelerden kaynaklanmakta olup KTK’da motorlu araçların tesciline ilişkin mahkemelere bu şekilde bir yetki ve görev verilmemiştir. 37. Uyuşmazlığın mahiyeti itibariyle bu noktada tartışılması gereken asıl husus, araç satışları için KTK’nın 19. maddesinde düzenlenen tescilin fonksiyonu olup, bu konuda öncelikle sicile güven ilkesine değinilmesi gerekir. 38. Taşınırlar üzerindeki hâkimiyetin belirlenmesi yukarıda açıklandığı üzere zilyetlik yoluyla sağlanırken taşınmazlar açısından bu belirleme tapu sicili yoluyla olur. Kanun koyucunun TMK’nın 1023. maddesinde taşınmaz mallar için açık bir şekilde öngördüğü sicile güven ilkesinin KTK’da yer almaması, başka bir anlatımla trafik kaydında yolsuz bir tescile dayanarak hareket eden kişinin iyi niyetinin mülkiyete hak kazanılması noktasında korunması hususunda TMK’nın taşınır mülkiyetine ilişkin kurallarına istisna teşkil eden bir yasal düzenlemenin mevcut olmaması karşısında trafik sicil kayıtlarının, tapu sicilinin sağladığı korumaya eşdeğer güce sahip olduğu söylenemeyecektir. 39. Nitekim aynı husus Hukuk Genel Kurulunun 05.12.2019 tarihli ve 2017/13-505 E., 2019/1289 K. sayılı kararında da vurgulanmıştır. 40. Bu durumda, davacı tarafından davaya konu araca ilişkin tescil kararı istenilmiş olmakla çoğun içinde azın da olduğu ilkesinden hareketle mahkemece, asıl dava ile ilgili olarak davaya konu aracın mülkiyetinin tespitine karar verilmekle yetinilmesi gerekmektedir. Yargıtayın kökleşmiş uygulamaları da bu yönde olup aksi değerlendirme yanılgıya matuftur. 41. Sonuç itibariyle; (a) bendindeki uyuşmazlık yönünden usul ve yasaya uygun bulunan direnme kararının kararda belirtilen nedenler yanında yukarıda açıklanan genişletilmiş gerekçe ve nedenlerle birlikte onanmasına karar vermek gerekmiş, (b) bendindeki uyuşmazlık yönünden ise Hukuk Genel Kurulunca da benimsenen Özel Daire bozma kararına uymak gerekirken önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırı bulunmuştur. IV. SONUÇ : Açıklanan nedenlerle; (a) bendindeki uyuşmazlık yönünden davalı vekilinin temyiz itirazlarının reddi ile direnme kararının yukarıda açıklanan genişletilmiş gerekçe ve nedenlerle ONANMASINA, (b) bendindeki uyuşmazlık yönünden davalı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile direnme kararının Özel Daire bozma kararında gösterilen nedenlerden dolayı, 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun geçici 3. maddesine göre uygulanmakta olan 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 429. maddesi gereğince BOZULMASINA, Aynı Kanun’un 440/III-1. maddesi gereğince karar düzeltme yolu kapalı olmak üzere 23.03.2021 tarihinde oy birliği ile kesin olarak karar verildi.
İtirazın süresinde olduğu anlaşılmakla dava dosyası incelendi: Şikâyetli avukat hakkında; “Uyarı yazısına rağmen tabelasının boyutlarını Reklam Yasağı Yönetmeliği’ne uygun hale getirmediği, tabeladaki Av. ibaresini tam olarak silmediği, ayrıca tabeladaki Farsça ‘Farsça Bilen Avukat’ ibaresinin yer almaya devam ettiği” gerekçesiyle başlatılan disiplin davasında, eylem sabit görülerek ceza tayin edilmiştir. Şikâyetli savunmasında özetle, tabeladan Av. ibaresini kaldırdığını bu nedenle tabelanın avukatlıkla bir ilgisinin kalmadığını, sonrasında tabelanın boyutunun ve Farsça dâhil tüm yazı hacim ve fontlarının Reklam Yasağı Yönetmeliği’ne uygun hale getirildiğini beyan etmiştir. İncelenen dosya kapsamından, Baro Yönetim Kurulu’nun 14.07.2020 günlü toplantısında, şikâyetli hakkında disiplin kovuşturması açılmasına karar verildiği, Şikâyetli Avukatın tabelasına ilişkin fotoğraf örneklerinin dosyamız münderecatında yer aldığı, Baro Disiplin Kurulu’nca, “Tüm dosya kapsamının birlikte değerlendirilmesinde; Şikâyetli avukatın tabelasında Av. M.A., cep telefon numarası ve bunun altında Farsça yazılmış “Farsça bilen adliye avukatı” ibaresinin yer aldığı dosyada mevcut belge ve görsellerden tespit edilmiştir. Bu konuda …Barosu Yönetim Kuruluna yapılan şikâyet üzerine reklam yönetmeliği kuralları uyarınca ilgili avukata Baro Yönetim Kurulu’nca aykırılığın giderilmesi ile ilgili bildirimde bulunulmuş bunun üzerine Şikâyetli avukat tarafından tabelada isminin başında yer alan “Av.” İbaresi boyanarak aykırılığın giderildiği belan edilmiştir. Yine dosyada yer alan görsellerden anlaşılacağı üzere söz konusu “Av.” ibaresinin tam olarak silinmediği ayrıca tabelada yer alan Farsça “Farsça bilen adliye avukatı” ibaresinin kaldırılmadığı anlaşılmıştır. Genel olarak reklam kamunun tümünün veya bir kesiminin ilgisini çekerek yarar sağlamak amacıyla herhangi bir yoldan yapılacak tanıtma faaliyeti olarak ifade edilebilir. Şikâyetli avukatın tabelasına yazdığı ibarelerle kendisine yarar sağlamak amacı taşıması Avukatlık Meslek Kuralları ile bağdaşmamaktadır. Kaldı ki Avukatlık Kanunu’nun 164/4’e aykırılık teşkil etmenin yanında avukatlar arasındaki haksız rekabet ortamının oluşmasına ve reklam yasağına aykırılığa sebebiyet verecektir. Avukatlar rakip değil, yargının kurucu unsuru olarak görev alan adaletin yardımcısıdırlar. Amaç bir kamu hizmeti olan Avukatlık mesleğini iş temini konusunda meslektaşlar arasında haksız rekabetin yaratılması, mesleğin ticarileşmesi ve Avukatı iş sahipleri karşısında bağımsızlığını kaybetme tehlikesine karşı korumaktır. ‘Avukat iş arkasından koşmaz, iş avukatın arkasından koşar.’ temel ilkemiz olmalıdır. Avukatlık Kanunu’nun 55. maddesi ‘Avukatların iş elde etmek için reklam sayılabilecek her türlü teşebbüs ve harekette bulunmaları ve özellikle tabelalarında ve basılı kâğıtlarında Avukat unvanı ile akademik unvanlardan başka sıfat kullanmaları yasaktır.’ şeklinde düzenlenmiştir. Yine Türkiye Barolar Birliği Meslek Kuralları’nın 7.maddesi “Avukat salt ün kazandırmaya yönelik her türlü gereksiz davranıştan kaçınmalıdır.” Türkiye Barolar Birliği Meslek Kuralları’nın 8.maddesi ‘Avukat kendisine iş sağlama niteliğindeki her davranıştan çekinir.’ hükümlerine amirdir. Uluslararası Barolar Birliği’nin 1956 Oslo toplantısının 8. Nolu kararı ‘Reklama başvurmak avukatlık vakar ve şerefi ile bağdaşmaz.’ şeklinde düzenlenmiştir. Dosya kapsamı değerlendirdiğinde Şikâyetli avukatın Türkiye Barolar Birliği Meslek Kuralları 7 ve 8. maddesi ile 1136 sayılı Yasanın 55.maddesinde düzenlenen reklam yasağına aykırı eylemi sabit görülmüş olup, aşağıdaki şekilde karar verilmiştir.” gerekçesiyle şikâyetli hakkında ceza tayin edildiği, Şikâyetlinin disiplin sicil özetinde tekerrüre esas ceza olmadığı, Şikâyetli avukatın 19.07.2021 kayıt tarihli itiraz dilekçesinde özetle, savunmalarını aynen tekrarla, tabeladaki aykırılığım giderildiğine dair fotoğrafları dosyaya sunmasına rağmen, bu husus dikkate alınmadan hakkında ceza tayin edildiğini, haksız rekabet oluşturmak gibi bir amacının bulunmadığını, “Farsça bilen adliye vekili” ibaresini ancak Farsça bile birinin okunmasının mümkün olduğunu, yazıcının gerçek amacının mültecilere ücretsiz yardım etmekten ibaret olduğunu, Farsça yeminli tercümanlık yaptığını, mali beklenti içinde olmadan mültecilere yardımcı olduğunu, tabelasında isim ve telefon numarasından başka bir yazının söz konusu olmadığını belirterek objektiflikten uzak tamamen eksik inceleme ile verilen kararın bozulmasını talep ettiği, Usulüne uygun tebligata rağmen itiraza cevap verilmediği görülmüştür. Şikâyetlinin itirazı ile tüm dosya kapsamının birlikte değerlendirilmesinde; Şikâyetli avukat hakkında tabelasında Farsça yazılmış “Farsça bilen adliye avukatı” ibaresinin yer aldığı, bu aykırılığın giderilmesi için baro tarafından uyarılmasına rağmen, aykırılığın giderilmediği tespit edilerek ceza verilmiştir. Avukatlık Kanunu’nun 55.maddesi, “Avukatların iş elde etmek için, reklam sayılabilecek her türlü teşebbüs ve harekette bulunmaları ve özellikle tabelalarında ve basılı kâğıtlarında avukat unvanı ile akademik unvanlarından başka sığat kullanmaları yasaktır.” Türkiye Barolar Birliği Meslek Kuralları’nın 7.maddesi, “Avukat, salt ün kazandırmaya yönelen her türlü gereksiz, davranıştan titizlikle kaçınmalıdır.” Türkiye Barolar Birliği Meslek Kuralları’nın 8.maddesi, “Avukat kendine iş sağlama niteliğindeki her davranıştan çekinir.” Türkiye Barolar Birliği Reklam Yasağı Yönetmeliği’nin 5.maddesi, “Bu yönetmelik kapsamında olanlar kullanacakları tabelada; avukatlık unvanı ile ad ve soyadı, varsa akademik unvanı, büronun bulunduğu kat ve büro/daire numarası, telefon numarası, internet adresi ile e-posta adresi yer alabilir. Tabelada bu yönetmelikte belirlenenlerin dışında unvan, deyim, şekil, amblem ile Türkçe dışında yabancı dillerde ifade ve sair şekiller, işaret, resim, fotoğraf ve benzerlerine yer verilemez.” Düzenlemeleri ve tüm dosya kapsamına göre şikâyetli avukatın tabelasındaki aykırılığın giderilmesi için uyarılmasına rağmen, aykırılığı gidermemiş olduğu dosya kapsamından anlaşılmıştır. Türkiye Barolar Birliği Disiplin Kurulu 11.06.2004 gün ve 2004/211 esas, 2004/211 karar sayılı kararında “…Yönetmelik Resmî Gazete’de yayınlanmakla, tüm avukatların bilgisinin olacağı varsayılmalı, bu nedenle avukatlar tabelalarını, Yönetmeliğe uygun hale getirmelidir. Barolara ayrıca, yönetmeliğin maddelerinin uygulanması için üyelerine uyarıda bulunması gibi bir yükümlülük de yüklenmemelidir” diyerek böyle bir durumda uyarıya dahi gerek olmadığına karar vermiştir. Bu itibarla Avukat, Avukatlık mesleğinin yerine getirilmesi ile doğrudan ilgili bulunan Avukatlık Kanunu, Türkiye Barolar Birliği Meslek Kuralları ve kanun uyarınca çıkarılmış bulunan yönetmelikleri iyi bilmek ve özümsemek ve bu alanda yapılacak değişiklikleri de tüm olanakları kullanarak izlemek zorundadır. Bu nedenle Türkiye Barolar Birliği Reklam Yasağı Yönetmeliği’nin uygulanması için Baronun kendilerine uyarıda bulunmasını beklemeden gereği yerine getirilmelidir. Şikâyetli avukatın eylemi yukarıda açıklanan Avukatlık Kanunu’na, Türkiye Barolar Birliği Meslek Kuralları’na ve Reklam Yönetmeliği’ne açıkça aykırı olmakla disiplin suçu oluşturduğundan, Baro Disiplin Kurulunca yapılan hukuksal değerlendirme isabetli bulunmuş ve itirazın reddi ile kararın onanması gerekmiştir. Gereği düşünüldü: 1-Şikâyetli Avukatın itirazının reddine, Baro Disiplin Kurulu’nun Şikâyetlinin “Kınama Cezası ile Cezalandırılmasına” ilişkin 11.06.2021 gün ve 2021/14 Esas, 2021/105 Karar sayılı kararının ONANMASINA, 2-Kurulumuz kararının tebliğini izleyen günden itibaren 60 gün içerisinde Ankara İdare Mahkemesinde dava yolu açık olmak üzere, Katılanların oybirliği ile karar verildi.
11. Ceza Dairesi 2019/2454 E. , 2019/7134 K. “İçtihat Metni” MAHKEMESİ :Ağır Ceza Mahkemesi SUÇ : Resmi belgenin düzenlenmesinde yalan beyanda bulunma HÜKÜM : Mahkumiyet Temyiz dışı sanık …’ın işlettiği büfeye ait muhasebe işlemlerini yapan sanık …’ın, gerçekte bu iş yerinde çalışmayan şahısları çalışıyormuş gibi göstererek sahte işe giriş bildirgesi düzenlemek suretiyle özel belgede sahtecilik suçunu işlediğinin iddia olunduğu olayda, sanığın “… …’ın sigorta işlerini ben yapıyorum. Onun bana bildirmesine göre sigorta girişlerini yaptım. Zaten bu iş yeri bir aile şirketi gibi çalışır. O yüzden çocuklarının çalışması da normaldir. Belgelerde kim nereyi imzalaması gerekiyorsa onlar imzalamıştır…” şeklindeki beyanı, suça konu edilen işe giriş bildirgelerinin aslının dosya içerisinde bulunduğu ancak suça konu işe giriş bildirgesi üzerindeki imzaların aidiyetine ilişkin herhangi bir inceleme yaptırılmadığının anlaşılması karşısında, maddi gerçeğin kuşkuya yer bırakmayacak şekilde belirlenmesi bakımından; öncelikle suça konu ıslak imzalı olarak verilen işe giriş bildirgelerinde belge üzerindeki sigortalı adına atılan imzalar ile işveren ya da vekili yerine atılı imzaların ve bildirgedeki yazıların sanığa ya da sigortalıya ait olup olmadığı hususunun sanıktan sorulması, kabul etmemesi durumunda işe giriş bildirgesi üzerindeki imzaların sanığa, işverene ya da sigortalılara ait olup olmadığı hususunda konusunda uzman bir kurum veya kuruluştan rapor alınması, muhasebeci olan sanık ile işvereninin arasındaki iş ilişkisi de araştırılarak sanığın suça konu eyleme ne şekilde iştirak ettiği tartışılarak, yine fiziki olarak verilen işe giriş bildirgelerinde, sigortalı olarak çalıştırıldığı iddia edilen kişiler adına atılı imzaların belgedeki ilgili kişiler adına atılı imzaların gerçek olması ancak içeriğinin gerçeği yansıtmaması halinde eylemin TCK’nin 206/1. maddesinde düzenlenen resmi belgenin düzenlenmesinde yalan beyanda bulunma suçunu oluşturacağı; fiziki olarak verilen işe giriş bildirgelerinin imza kısımlarında sahtecilik bulunması halinde ise eylemin TCK’nin 207. maddesinde düzenlenen “özel belgede sahtecilik” suçunu oluşturacağı da nazara alınarak sonucuna göre sanığın hukuki durumunun belirlenmesi gerektiği gözetilmeden eksik araştırma ile hüküm kurulması, Bozmayı gerektirmiş, sanığın ve katılan vekilinin temyiz itirazları bu itibarla yerinde görülmüş olduğundan, hükmün bu sebepten dolayı, 5320 sayılı Kanun’un 8/1. maddesi gereğince uygulanması gereken 1412 sayılı CMUK’nin 321. maddesi uyarınca BOZULMASINA, 09.10.2019 tarihinde oy birliğiyle karar verildi.
13. Hukuk Dairesi 2019/1379 E. , 2019/4497 K. “İçtihat Metni” ……. …… ….. vekili avukat …… aralarındaki dava hakkında…..verilen 02/12/2014 tarih ve……sayılı hükmün Dairemizin 15/12/2016 tarih ve …..sayılı ilamıyla onanmasına karar verilmişti. Süresi içinde davalı tarafından kararın düzeltilmesi istenilmiş olmakla dosya incelendi, gereği konuşuldu. KARAR Davacı, davalı avukatın ……bulunan bir kısım taşınmaza ilişkin dava dışı ….önelik bedel artırımı davası açmak üzere 30 hissedarla 26.7.2006 tarihinde avukatlık sözleşmesi imzaladığını, bu davanın davalı avukata verilmesini, dava sahipleri ile tanışmasını ve anlaşmasını sağlayan kişi olması nedeniyle sözleşmenin 2. maddesinde “sözleşme konusu işten dolayı avukata müddeabihin % 15’i olan 450.000,00TL avukatlık ücreti ödenecektir. Vergiler mahsup edildikten sonra kalan avukatlık ücreti mühendis …… ile avukat arasında 1/2 oranında paylaşılacaktır.” şeklinde düzenleme yapılarak sözleşmenin taraflarca imzalandığını, gayrimenkuller ile ilgili açılan…….sayılı davasının mülk sahipleri lehine sonuçlanarak kesinleştiğini, gerek davalının şahsi beyanı ve gerekse kesinleşen davadaki hissedarların beyanları ile davalının 500.000,00TL vekalet ücreti aldığını, KDV ve gelir vergisi düşüldükten sonra taraflar arasında paylaşılması gereken paranın 281.400,00TL olduğunu, davalının şu ana kadar tarafına 45.000,00TL ödeme yaptığını, bakiye miktarı ise ödemediğini ileri sürerek; sözleşme gereğince ödenmesi gereken 95.700,00TL’nin temerrüt tarihi olan 03.10.2011 tarihinden itibaren yasal faizi ile birlikte davalıdan tahsiline karar verilmesini istemiştir. Davalı, iş sahibi olmadığından kendisine karşı dava açılamayacağını, davacının mühendis olup davaya bir katkısı olmadığından sözleşmenin davacıya imzalattırılmadığını, davacı ile ilgili olan kısmın da çizilerek iptal edildiğini, kaldı ki iş sahiplerini avukatla tanıştırmanın bir bedeli olamayacağını savunarak davanın reddini dilemiştir. Mahkemece, davanın kabulüne 95.700,00TL’nin 03.10.2011 tarihinden işleyecek yasal faizi ile birlikte davalıdan tahsiline ilişkin verilen karar, davalı tarafından temyiz edilmiş, Dairemizin 15.12.2016 tarihli 2015/13208 Esas ve 2016/23437 Karar sayılı ilamı ile onanmış, bu kez davalı tarafından karar düzeltme isteminde bulunulmuştur. 1-Davacı, davalı avukatın iş sahipleri ile anlaşmasını sağladığından, iş sahipleri ile davalı avukat arasında imzalanan Avukatlık Ücret Sözleşmesi’nin 2. maddesinde kararlaştırılan ücretten ödenmeyen bakiye miktarın tahsili istemiyle eldeki davayı açmıştır. Mahkemece 26.07.2006 tarihli sözleşmenin ikinci bendinde açıkça avukata takip edilen davadaki müddeabihin %15’i kadar olan 450.000,00TL’nin ödeneceğinin ve vergiler mahsup edildikten sonra kalanın davacı mühendis ile avukat arasında 1/2 oranında paylaşılacağı yazıldığı gerekçe gösterilmek suretiyle davanın kabulüne karar verilmiştir. Ancak Avukatlık Kanunu’nun 48. maddesinde “Avukat veya iş sahibi tarafından vadolunan veya verilen bir ücret yahut da herhangi bir çıkar karşılığında avukata iş getirmeye aracılık edenler ve aracı kullanan avukatlar altı aydan bir yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır. Bu eylemi yapanlar memur iseler, verilecek hapis cezası bir yıldan aşağı olamaz.” düzenlemesi mevcut olup, bu düzenlemeye göre avukata çıkar karşılığı iş getirmek yasak ve suç sayılan bir eylemdir. Bu durumda eldeki davaya konu avukatlık ücret sözleşmesinin 2. maddesinde yer alan düzenlemenin anılan yasa hükmü gereğince yasak ve suç teşkil etmesi itibariyle geçersiz olduğunun kabulü gerekir. O halde, açıklanan tüm bu nedenlerle, mahkemece davanın reddine karar verilmesi gerekirken hatalı değerlendirme ile yazılı şekilde davanın kabulüne karar verilmesi usul ve yasaya aykırı olup bozmayı gerektirir. Kararın bu gerekçelerle bozulmasına karar verilmesi gerekirken zuhulen onandığı karar düzeltme incelemesinde anlaşılmış olup, onama ilamının kaldırılarak hükmün yazılı gerekçelerle bozulmasına karar vermek gerekmiştir. 2-Bozma nedenine göre davalının sar karar düzeltme itirazlarının bu aşamada incelenmesine gerek görülmemiştir. SONUÇ: Yukarıda 1 nolu bentte açıklanan nedenlerle Dairemizin 15.12.2016 tarihli 2015/13208 E ve 2016/23437 Karar sayılı onama ilamının kaldırılmasına ve hükmün yazılı gerekçeler ile davalı lehine BOZULMASINA, 2 nolu bentte açıklanan nedenlerle davalının sair karar düzeltme itirazlarının bu aşamada incelenmesine yer olmadığına, aşağıda dökümü yazılı 1.700,40 TL. harcın temyiz edene iadesine, HUMK’nun 440/I maddesi uyarınca tebliğden itibaren 15 gün içerisinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere, 03/04/2019 gününde oybirliğiyle karar verildi. ……..
Hukuk Genel Kurulu 2019/389 E. , 2020/120 K. KARARI YAZDIR “İçtihat Metni” MAHKEMESİ : Antalya Bölge Adliye Mahkemesi 9. Hukuk Dairesi 1. Taraflar arasındaki “tespit” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda, Antalya Bölge Adliye Mahkemesi 9. Hukuk Dairesince verilen davanın kabulüne ilişkin karar davalı Sosyal Güvenlik Kurumu Başkanlığı vekili ve davalı işveren Ak-Eli İnş. Tic. Ltd. Şti. vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine Yargıtay 21. Hukuk Dairesince yapılan inceleme sonunda bozulmuş, Bölge Adliye Mahkemesi 9. Hukuk Dairesince Özel Daire bozma kararına karşı direnilmiştir. 2. Direnme kararı davalı Sosyal Güvenlik Kurumu Başkanlığı vekili ve davalı işveren Tinaş Taahhüt İnş. Nak. San. ve Tic. AŞ vekili tarafından temyiz edilmiştir. 3. Hukuk Genel Kurulunca dosyadaki belgeler incelendikten sonra gereği görüşüldü: I. YARGILAMA SÜRECİ Davacı İstemi: 4. Davacı vekili 13.10.2014 harç tarihli dava dilekçesinde; müvekkili davacıların müteveffa …’ın mirasçısı olduklarını, müteveffanın 12.12.2012 tarihinde saat 16.00 sularında baraj inşaatı işinden mesaisini tamamlayıp iş yeri servisi ile eve dönerken servis aracının bozulması sonucu yolda inmek zorunda kaldığını ve evine ulaşamadan dava dışı…’un kullandığı aracın çarpması sonucu ağır yaralandığını ve kazadan üç gün sonra vefat ettiğini, işverenin sigortalıların işin görüleceği yere emniyetli bir şekilde getirilip götürülme yükümlüğünün bulunduğunu ileri sürerek meydana gelen trafik kazasının serviste geçen süre içerisinde olması sebebiyle iş kazası olarak tespitine karar verilmesini talep etmiştir. Davalı Cevabı: 5. Davalı Sosyal Güvenlik Kurumu Başkanlığı (SGK) vekili 06.01.2015 tarihli cevap dilekçesinde; Kurumun mevcut kayıtlarında sigortalı …’ın iş kazası geçirdiğine ilişkin herhangi bir kayıt bulunmadığı, sigortalının varisleri ya da işveren tarafından online ya da manuel ortamda herhangi bir iş kazası bildirimi yapılmadığını, Kurum kayıtlarına göre sigortalının 22.03.2012 tarihinden 15.12.2012 tarihine kadar davalı …bünyesinde çalıştığına dair bildirim yapıldığını belirterek davanın reddini savunmuştur. 6. Davalı işverenler vekili 11.12.2014 havale tarihli cevap dilekçesinde; bir kazanın iş kazası sayılabilmesi için olayla sigortalının zarar görmesi arasında illiyet bağının olması gerektiğini, somut olayda ise sigortalının ölümü ile müvekkil şirkete yüklenebilecek bir kusur bulunmadığını, kaza günü müvekkil şirkete ait servis aracının bozulması üzerine ikinci bir aracın yolda kalan işçileri eve bırakmak için gönderildiğini, iddia edildiği gibi çalışanların yolda bırakılmadığını ve bu arada geçen 15-20 dakika içerisinde çalışanlara ikinci servis aracını beklemeleri söylenmesine rağmen müteveffanın servis aracını beklemeyerek yürümeyi seçmesi üzerine illiyet bağının koptuğunu belirterek davanın reddini savunmuştur. İlk Derece Mahkemesinin Kararı: 7. Anamur Asliye Hukuk Mahkemesinin (İş Mahkemesi sıfatıyla) 18.05.2017 tarihli ve 2014/721 E., 2017/295 K. sayılı kararı ile; 12.12.2012 tarihinde meydana gelen ve davacıların murisinin ölümüne neden olan kazanın 5510 sayılı Kanun’un 13. maddesinde sayılan hâl ve durumlardan herhangi birine girmediği, bu olay ile sigortalının uğradığı zarar arasında uygun illiyet (nedensellik) bağının bulunmadığı, olayın işverenlerin iş sahasında ve işiyle ilgili olmadığı gibi müteveffa işçinin kusurlu davranışı sonucu gerçekleştiği ve nedensellik bağının kesildiği gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiştir. Bölge Adliye Mahkemesi Kararı: 8. Davacılar vekili tarafından süresi içinde istinaf kanun yoluna başvurulmuştur. 9. İstinaf talebi üzerine Antalya Bölge Adliye Mahkemesi 9. Hukuk Dairesince 02.11.2017 tarihli ve 2017/2417 E., 2017/2218 K. sayılı kararı ile; davalı işverenler nezdinde hizmet akdine tabi olarak 5510 sayılı Kanun’un 4/1-a maddesi kapsamında çalışmakta olan sigortalının, 12.12.2012 tarihinde mesai bitiminde, iş yerinin bulunduğu baraj inşaat şantiyesinden Anamur ilçe merkezine, işveren tarafından toplu olarak işçi nakli için temin edilen servisle giderken servisin bozulması, ne zaman tamir edileceğinin belli olmaması ve ilçe merkezinin yakın olması nedeniyle servisten inip karayolu kenarından Anamur ilçe merkezine yürürken meydana gelen trafik kazası sonucu vefat ettiği, tahsis edilen servisin bozulması durumunda yeni servis tahsisinin işverenin sorumluluğunda olduğu, sigortalı işçinin zorunluluktan doğan servisten inişi ve aynı karayolu üzerinde evine yaya dönmeye çalışması sırasında meydana gelen kazanın 5510 sayılı Kanun’un 13. maddesindeki işverence sağlanan bir taşıtla işin yapıldığı yere gidiş gelişi sırasında kapsamında olduğu ve bu nedenle somut olayda meydana gelen kazanın iş kazası olarak kabul edilmesi gerektiği belirtilerek davacıların istinaf başvurularının esastan kabulüne, Anamur 1. Asliye Hukuk Mahkemesi tarafından iş mahkemesi sıfatıyla verilen 2014/721 E., 2017/295 K. sayılı kararının kaldırılmasına, davanın kabulüne ve davacıların murisi …’ın 12.12.2012 tarihinde maruz kaldığı ve ölümüne neden olan trafik kazasının iş kazası olduğunun tespitine karar verilmiştir. Özel Dairenin Bozma Kararı: 10. Antalya Bölge Adliye Mahkemesi 9. Hukuk Dairesinin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde davalı Kurum vekili ve davalı işveren Ak-Eli İnş. Tic. Ltd. Şti. vekili temyiz isteminde bulunmuştur. 11. Yargıtay 21. Hukuk Dairesince 15.10.2018 tarihli ve 2018/641 E., 2018/7389 K. sayılı kararında; “…Dosyadaki kayıt ve belgelerden; davacıların murisi …’ın 12.12.2012 tarihinde işyeri servisi ile işten dönerken servis aracının yolda bozulması üzerine diğer işçiler ile birlikte bozulan araçtan indiği, davacının murisinin de içinde bulunduğu bir kısım işçilerin yola yaya devam ettikleri ve bu sırada davalı işverenlikle ilgisi bulunmayan sürücü… idaresindeki aracın yolda yürüyen muris …’a çarpması sonucu ölüm olayının meydana geldiği anlaşılmaktadır. Anamur Asliye Ceza Mahkemesi 2013/173 Esas sayılı dosyasında, savcılık aşamasında dinlenen tanıklar akşam mesai bitiminde şantiye servisine bindiklerini,minibüs arıza yapınca ilçe merkezine gitmek için yaya olarak yolda yürümeye başladıklarını, yolun iç kısmından yürüyen davacıların murisine araba çarptığını beyan etmiştir. Tanık …’ın ceza mahkemesinde , ‘mesai bitiminde şantiye servisi ile Anamur’a geliyorduk. Araç arıza yaptı,bütün işçiler araçtan indi,o gün maaşımız yatmıştı,arızalanan aracın ne zaman tamir edileceği belli değildi,maaş yatıp Anamur’a az mesafe kalınca yavaş yavaş yürüyerek Anamur’a gidelim dedik.’ şeklinde beyanda bulunduğu, mahkemece alınan 11.05.2017 tarihli ifadesinde, ‘Servis aracımız Çeltikçi İlköğretim okulunun civarında arızalandı. Biz işvereni aradık. İşveren yetkilileri de yedek araç göndereceklerini söyledi. Biz de maaş günü olması nedeniyle kendi imkânlarımızla gittik. Aracı beklemedik. 5-6 kişi beraber bankaya paramızı çekmeye gittik. Davacı da bozulan servis aracından indi. Yolda yürüyordu. Yürürken yolda seyir hâlinde olan bir araç çarptı.’ şeklinde beyanda bulunduğu, Sosyal Güvenlik Kurumuna iş kazası ile ilgili herhangi bir başvurunun olmadığı anlaşılmaktadır. Davanın yasal dayanaklarından olan 5510 sayılı Kanunun 13. maddesine göre iş kazası; a) Sigortalının işyerinde bulunduğu sırada, b)İşveren tarafından yürütülmekte olan iş nedeniyle sigortalı kendi adına ve hesabına bağımsız çalışıyorsa yürütmekte olduğu iş nedeniyle, c) Bir işverene bağlı olarak çalışan sigortalının, görevli olarak işyeri dışında başka bir yere gönderilmesi nedeniyle asıl işini yapmaksızın geçen zamanlarda, d) Bu Kanunun 4 üncü maddesinin birinci fıkrasının (a) bendi kapsamındaki emziren kadın sigortalının, iş mevzuatı gereğince çocuğuna süt vermek için ayrılan zamanlarda, e) Sigortalıların, işverence sağlanan bir taşıtla işin yapıldığı yere gidiş gelişi sırasında meydana gelen ve sigortalıyı hemen veya sonradan bedenen ya da ruhen özüre uğratan olay…” olarak tanımlanmıştır. Olayın, iş kazası olarak kabul edilebilmesi için; olaya, maruz kalan kişinin 5510 sayılı Kanunun 4. maddesi anlamında sigortalı olması, olayın, 5510 sayılı Kanunun 13. maddesinde sayılı ve sınırlı olarak belirtilen hâl ve durumlardan birinde meydana gelmesi koşuldur. Başka bir anlatımla, olayın, iş kazası sayılabilmesi için iki koşulun birlikte gerçekleşmesi zorunludur. Somut olayda, davacılar murisinin işverence temin edilen servis aracının yolda arızalanması üzerine servisten inerek yürümeye başlaması ve servisin bulunduğu noktadan ayrılması ile illiyet bağı kesilmiştir. Buna göre, kazanın 5510 sayılı Kanunun 13. maddesinde sayılan hâl ve durumlardan herhangi birine girmediği ve aynı zamanda bu olay ile sigortalının uğradığı zarar arasında uygun illiyet (nedensellik) bağı da bulunmadığı gerekçesi ile davanın reddine ilişkin ilk derece mahkemesi kararı usul ve yasaya uygun olduğundan Bölge Adliye Mahkemesince ,davacının istinaf başvurusunun reddine karar verilmesi gerekirken, kabulüne karar verilmesi, usul ve yasaya aykırı olup, bozma nedenidir. O hâlde, davalıların bu yönleri amaçlayan temyiz itirazları kabul edilmeli ve hüküm bozulmalıdır.” gerekçesiyle karar bozulmuştur. Direnme Kararı: 12. Antalya Bölge Adliye Mahkemesi 9. Hukuk Dairesinin 21.02.2019 tarihli ve 2018/2732 E., 2019/292 K. sayılı kararı ile; işveren tarafından tahsis edilen servisin bozulması durumunda yeni servis tahsisinin işverenin sorumluluğunda olduğu, sigortalı işçinin zorunluluktan doğan servisten inişi ve aynı karayolu üzerinde evine yaya dönmeye çalışması sırasında kazanın meydana gelmesi ve davacının meskun mahallerden uzak karayolu üzerinde yaya olarak bulunmasının bu durumdan kaynaklanması karşısında olayın 5510 sayılı Kanun’un 13. maddesinde düzenlenen işverence sağlanan bir taşıtla işin yapıldığı yere gidiş gelişi sırasında gerçekleştiğinin kabul edilmesi gerektiği belirtilerek direnme kararı verilmiştir. Direnme Kararının Temyizi: 13. Direnme kararı süresi içinde davalı Sosyal Güvenlik Kurumu Başkanlığı vekili ve davalı işveren Tinaş Taahhüt İnş. Nak. San. ve Tic. AŞ vekili tarafından temyiz edilmiştir. II. UYUŞMAZLIK: 14. Direnme yolu ile Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; somut olay bakımından 12.12.2012 tarihinde meydana gelen ve sigortalı …’ın ölümüne neden olan trafik kazasının iş kazası sayılıp sayılmayacağı noktasında toplanmaktadır. III. GEREKÇE 15. Uyuşmazlığın çözümü yönünden, öncelikle, hangi olayın iş kazası olduğunun saptanmasında başvurulacak yasal dayanakların ve uygulanacak ilkelerin ortaya konulmasında yarar vardır. Hemen ifade edilmelidir ki, iş kazasının meydana geldiği tarihte yürürlükte bulunan mevzuatlar kapsamında bir kazanın hangi “hal ve durumlarda” iş kazası sayılacağı “yer ve zaman” koşullarıyla sınırlanarak belirtilmiştir. 16. Somut olayda iş kazası açısından uygulanması gereken kanun 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu’dur. Bu Kanunun 13. maddesine göre iş kazası; “a) Sigortalının işyerinde bulunduğu sırada, b) İşveren tarafından yürütülmekte olan iş nedeniyle sigortalı kendi adına ve hesabına bağımsız çalışıyorsa yürütmekte olduğu iş nedeniyle, c) Bir işverene bağlı olarak çalışan sigortalının, görevli olarak iş yeri dışında başka bir yere gönderilmesi nedeniyle asıl işini yapmaksızın geçen zamanlarda, d) Bu Kanunun 4 üncü maddesinin birinci fıkrasının (a) bendi kapsamındaki emziren kadın sigortalının, iş mevzuatı gereğince çocuğuna süt vermek için ayrılan zamanlarda, e) Sigortalıların, işverence sağlanan bir taşıtla işin yapıldığı yere gidiş gelişi sırasında, meydana gelen ve sigortalıyı hemen veya sonradan bedenen ya da ruhen özüre uğratan olaydır.” şeklinde tanımlanarak 506 sayılı Kanun’da belirtilen iş kazası kavramı genişletilmiştir. 5510 sayılı Kanun bakımından inceleme yapıldığında sosyal güvenlik hukuku anlamında iş kazası unsurları kazaya uğrayanın 5510 sayılı Kanun anlamında sigortalı sayılması, sigortalının kazaya uğraması, sigortalının kaza sonucu bedensel veya ruhsal bir zarara uğraması ve kaza ile sigortalının uğradığı bedensel zarar arasında uygun nedensellik bağının bulunmasıdır (Güzel, A./Okur, A.R./Caniklioğlu, N.: Sosyal Güvenlik Hukuku, İstanbul 2014, s. 417-432). 5510 sayılı Kanun’da iş kazası sayılan hâllerden (b) bendi dışında kazanın yapılan işle ilgisi aranmamaktadır. İş kazası kavramının kanunda bu şekilde geniş düzenlenmesinin sebebi sosyal güvenlik hakkının koruyucu kapsamının mümkün olduğunca genişletilmesinin amaçlanmasıdır (Süzek, S.: İş Hukuku (Genel Esaslar ve Bireysel İş Hukuku), İstanbul 2015, s. 449). 17. 30.06.2012 tarihli ve 28339 sayılı Resmî Gazete’de yayımlanan 6331 sayılı İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu’nun “Tanımlar” başlıklı 3. maddesinde iş kazası “…İşyerinde veya işin yürütümü nedeniyle meydana gelen, ölüme sebebiyet veren veya vücut bütünlüğünü ruhen ya da bedenen özre uğratan olay…” şeklinde tanımlanmıştır. 18. İş kazasının varlığı için ilgili kişinin sigortalı olması, kazaya uğraması, kaza karinesinin varlığı ve kaza ile zarar arasında illiyet bağının bulunması gerekmektedir. Bu kapsamda somut olayın iş kazası olup olmadığını incelemek açısından nedensellik bağının üzerinde durulması gereklidir. Geniş anlamıyla sorumluluk kavramı, bir kişinin başka bir kişiye verdiği zararları giderme yükümlülüğü olarak açıklanmıştır. Hukuki anlamda sorumluluk ise, taraflar arasındaki borç ilişkisinin zedelenmesi sonucu doğan zararların giderilmesi (tazmin edilmesi) yükümlülüğünü içerir. İşyerinde meydana gelen iş kazaları nedeniyle işverenin hukuki sorumluluğunun niteliği Yargıtay’ın önceki kararlarında da benimsediği görüşe göre, kusura dayanmaktadır. Türk Hukuk Sistemi uyarınca, özel bir düzenleme söz konusu olmadıkça asıl olan kusur sorumluluğudur. Bu durumda, işverenin kusurlu eylemi ile zarar arasında uygun bir illiyet bağı yoksa işverenin sorumluluğundan söz edilemez. 19. İlliyet bağı sorumluluğun temel öğesidir. Zararla eylem arasında illiyet bağının mevcut olması, zararın eylemin bir neticesi olarak ortaya çıkması, yani eylem olmadan zararın meydana gelmeyeceğinin kesin olarak bilinmesidir. Hiçbir hukuk düzeni mevcut olmayan illiyeti yaratamaz. Hukuki netice olarak zararın tazmin sorumluluğunun kabulü için, bir sebebe illi olarak bağlanan neticeler silsilesinin içinde hangi kesimin gerekli ve yeterli olacağını belirlemek yine hukuk düzeninin görevidir. Kusur sorumluluğunda üç hâlde illiyet bağı kesilebilir. Bunlar, mücbir neden ile zarar görenin veya 3. kişinin ağır kusurudur. Öğretide, illiyet bağını kesen nedenlerin bütün sorumluluk hâlleri için geçerli olduğu vurgulanmaktadır. İş hukuku ve sosyal güvenlik hukukunda iş kazası yönünden illiyet bağının belirlenmesi büyük önem taşır. 20. İşverenler işin yapıldığı yere bir an önce ulaşmalarını sağlamak için işçilere taşıma aracı sağlayabilirler. İşin gerekli kılması ya da işverence sağlanan bir sosyal yardım olarak ortaya konulan toplu taşıma hizmeti sırasında, işçilerin işverenin hakimiyet alanı içinde bulundukları kabul edilebilir. Nitekim Sosyal Sigortalar Kanunu’nun getirdiği bir düzenleme ile anılan taşımalar esnasında araçta meydana gelen kazalar iş kazası sayılmıştır (Akın, L.; İş Kazasından Doğan Maddi Tazminat, Ankara 2001, s. 34). 21. Somut olayda; müteveffanın 12.12.2012 tarihinde baraj inşaatı işinden işveren tarafından sağlanan servis ile evine dönerken servis aracının arızalanması neticesinde araçtan indiği ve yanında bulunan bir kısım iş arkadaşlarıyla para çekmek amacıyla ilçe merkezinde bulunan bankamatiğe kadar yürüme kararı verdikleri ve servisin arızalandığı noktadan uzaklaştıkları anda trafik kazası yaşandığı konusunda şüphe bulunmamaktadır. Bu durumda sigortalının işverenin yeni servis göndereceğini bildirmesine rağmen kendi iradesi ile işverenin hakimiyet alanı olarak kabul edilen servis noktasından ayrıldığı ve para çekmek amacıyla yürürken trafik kazasının yaşandığı hususları değerlendirildiğinde, yaşanan trafik kazasının iş kazası olarak kabul edilmesi usul ve yasaya uygun değildir. Netice itibariyle para çekmek amacıyla yolda yürüyen sigortalının yaşadığı kaza işverenin organizasyon alanı içinde kalmamakla birlikte, işin yürütümü ile ilgili olmadığı gibi sigortalının yaptığı işle de bağdaşmamaktadır. 22. Hukuk Genel Kurulunda yapılan görüşmeler sırasında, sigortalının yaşadığı trafik kazasının davalı işverenlerin temin ettiği aracın arızalanması sonucu işçilerin servisten inmek zorunda kalması ile yaşandığı, olayda illiyet bağının kopmadığı ve bu nedenle de somut olayın iş kazası olarak kabul edilmesi ve Antalya Bölge Adliye Mahkemesi 9. Hukuk Dairesince verilen direnme kararının onanması gerektiği görüşü ileri sürülmüş ise de bu görüş kurul çoğunluğu tarafından benimsenmemiştir. 23. Hâl böyle olunca, Antalya Bölge Adliye Mahkemesi 9. Hukuk Dairesince verilen direnme kararının Özel Daire bozma kararında gösterilen nedenlerden dolayı bozulması gerekir. IV. SONUÇ: Açıklanan nedenlerle; Davalı Sosyal Güvenlik Kurumu Başkanlığı vekilinin ve davalı işveren Tinaş Taahhüt İnş. Nak. San. ve Tic. AŞ vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile direnme kararının Özel Daire bozma kararında gösterilen nedenlerden dolayı 6100 sayılı HMK’nın 373/1. maddesi gereğince BOZULMASINA, İstek hâlinde temyiz peşin harcının yatırana geri verilmesine, 11.02.2020 tarihinde oy çokluğu ile kesin olarak karar verildi. KARŞI OY 1. Bölge Adliye Mahkemesi ile Özel Daire arasında temel uyuşmazlık, “baraj inşaatında çalışan ve işverenin sağladığı servis aracı ile işe getirilip götürülen ölen sigortalının, 22.12.2012 tarihinde işten dönüşte servis aracının arızalanması sonucu araçtan indikten sonra bir aracın çarpması sonucu hayatını kaybetmesine neden olan olayın iş kazası olup olmadığı noktasında toplanmaktadır. 2. İş kazası olmadığına karar veren ilk derece mahkemesi kararının istinaf kanun yoluna başvurulması üzerine inceleyen Antalya Bölge Adliye Mahkemesi 9. Hukuk Dairesi “davalı işverenler nezdinde hizmet akdine tabi olarak 5510 sayılı Kanun’un 4/1-a maddesi kapsamında çalışmakta olan sigortalının,12.12.2012 tarihinde mesai bitiminde, işyerinin bulunduğu baraj inşaat şantiyesinden Anamur İlçemerkezine, işveren tarafından toplu olarak işçi nakli için temin edilen servisle giderken servisin bozulması, ne zaman tamir edileceğinin belli olmaması ve ilçe merkezinin yakın olması nedeniyle servisten inip karayolu kenarından Anamur ilçe merkezine yürürken meydana gelen trafik kazası sonucu vefat ettiği, tahsis edilen servisin bozulması durumunda yeni servis tahsisinin işverenin sorumluluğunda olduğu, sigortalı işçinin zorunluluktan doğan servisten inişi ve aynı karayolu üzerinde evine yaya dönmeye çalışması sırasında meydana gelen kazanın 5510 sayılı Kanun’un 13. maddesindeki işverence sağlanan bir taşıtla işin yapıldığı yere gidiş gelişi sırasında kapsamında olduğu ve bu nedenle somut olayda meydana gelen kazanın iş kazası olarak kabul edilmesigerektiği” gerekçesi ile ilk derece mahkemesinin kararını kaldırarak esastan kabul kararı vermiştir. 3. Kararın temyizi üzerine Özel Daire “davacılar murisinin işverence temin edilen servis aracının yolda arızalanması üzerine servisten inerek yürümeye başlaması ve servisin bulunduğu noktadan ayrılması ile illiyet bağının kesildiği ve kazanın 5510 sayılı Kanun’un 13. maddesinde sayılan hal ve durumlardan herhangi birine girmediği ve aynı zamanda bu olay ile sigortalının uğradığı zarar arasında uygun illiyet (nedensellik) bağı da bulunmadığı gerekçesi ile davanın reddine ilişkin ilk derece mahkemesi kararı usul ve yasaya uygun olduğu, bu nedenle Bölge Adliye Mahkemesince davacının istinaf başvurusunun reddine karar verilmesi gerekirken, kabulüne karar verilmesinin usul ve yasaya aykırı olduğu” gerekçesiyle Bölge Adliye Mahkemesi kararının bozulmasına karar verilmiştir. 4. Bölge Adliye Mahkemesi “işveren tarafından tahsis edilen servisin bozulması durumunda yeni servis tahsisinin işverenin sorumluluğunda olduğu, sigortalı işçinin zorunluluktan doğan servisten inişi ve aynı karayolu üzerinde evine yaya dönmeye çalışması sırasında kazanın meydana gelmesi ve davacının meskun mahallerden uzak karayolu üzerinde yaya olarak bulunmasının bu durumdan kaynaklanması karşısında olayın 5510 sayılı Kanun’un 13. maddesindeki işverence sağlanan bir taşıtla işin yapıldığı yere gidiş gelişi sırasında kapsamında kabul edilmesi gerektiği” belirtilerek bozma kararına karşı direnilmiştir. 5. Direnme kararının temyizi üzerine çoğunluk görüşü ile Özel dairenin bozma gerekçesi benimsenerek “davacılar murisi sigortalının arızalanan servis aracından ayrıldığı, işveren tarafından gönderilecek aracı beklemeden ayrıldığı ve başka bir aracın çarpması sonucu ayrıldığı, ayrılma ile illiyet bağının kesildiği ve kazanın işyerinde meydana gelmediği, bu nedenle iş kazası olmadığı” gerekçesi ile direnme kararı bozulmuştur. 6. Çoğunluk görüşünü aşağıda belirtilen uluslararası sözleşme, iç hukuk mevzuat hükümlerine, sosyal güvenlik hukukunun ilkelerine ve işverenin hukuki sorumluluğunun niteliğine uygun bulmadığımızdan katılmamaktayız. Zira; 6.1. İş yeri kavramı yönünden mevzuat hükümleri: Ülkemizin de onayladığı 155 sayılı İş Sağlığı ve Güvenliği ve Çalışma Ortamına İlişkin Sözleşmesinin 3. maddesinde “işyeri teriminin, işçilerin, işleri nedeniyle gitmeleri veya bulunmaları gereken ve işverenindoğrudan veya dolaylı kontrolü altında bulunan bütün yerleri kapsadığı” belirtilmiştir. 6331 sayılı İş Sağlığı ve İş Güvenliği Kanunu’nun 3/h maddesinde işyeri; “Mal veya hizmet üretmek amacıyla maddi olan ve olmayan unsurlar ile çalışanın birlikte örgütlendiği, işverenin işyerinde ürettiği mal veya hizmet ile nitelik yönünden bağlılığıbulunan ve aynı yönetim altında örgütlenen işyerine bağlı yerler ile dinlenme, çocuk emzirme, yemek, uyku, yıkanma, muayene ve bakım, beden ve mesleki eğitim yerleri ve avlu gibi diğer eklentiler ve araçları da içeren organizasyonu” olarak tanımlanmıştır. 4857 sayılı İş Kanunu’nun 66/f maddesinde de açıkça “Demiryolları, karayolları ve köprülerin yapılması, korunması ya da onarım ve tadili gibi, işçilerin yerleşim yerlerinden uzak bir mesafede bulunan işyerlerine hep birlikte getirilip götürülmeleri gereken her türlü işlerde bunların toplu ve düzenli bir şekilde götürülüp getirilmeleri esnasında geçen süreler, çalışma süresinden sayılmıştır. 6.2. İş kazası yönünden mevzuat hükümleri: 6331 sayılı İş Sağlığı ve İş Güvenliği Kanunu’nun 3/g maddesine göre, “İşyerinde veya işin yürütümü nedeniyle meydana gelen, ölüme sebebiyet veren veya vücut bütünlüğünü ruhen ya da bedenen özre uğratan olay, iş kazasıdır. 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu’nun 13. Maddesine göre ise iş kazası; a) Sigortalının işyerinde bulunduğu sırada, b) İşveren tarafından yürütülmekte olan iş nedeniyle sigortalı kendi adına ve hesabına bağımsız çalışıyorsa yürütmekte olduğu iş nedeniyle, c) Bir işverene bağlı olarak çalışan sigortalının, görevli olarak işyeri dışında başka bir yere gönderilmesi nedeniyle asıl işini yapmaksızın geçen zamanlarda, d) Bu Kanunun 4 üncü maddesinin birinci fıkrasının (a) bendi kapsamındaki emziren kadın sigortalının, iş mevzuatı gereğince çocuğuna süt vermek için ayrılan zamanlarda, e) Sigortalıların, işverence sağlanan bir taşıtla işin yapıldığı yere gidiş gelişi sırasında, meydana gelen ve sigortalıyı hemen veya sonradan bedenen ya da ruhen engelli hâle getiren olaydır. 6.3. O hâlde bir olayın iş kazası olması için, a) Öncelikle kazaya maruz kalanın (bedenen ve ruhen engelli hale gelenin) sigortalı olması, b) Olayın iş yerinde meydana gelmesi gerekir. İş yeri kavramına, işverenin doğrudan veya dolaylı kontrollü altındaki yerler ile İş Kanunu uyarınca çalışma süresinden sayılan işçilerin yerleşim yerlerinden uzak bir mesafede bulunan iş yerlerine hep birlikte getirilip götürülmeleri gereken her türlü işlerde bunların toplu ve düzenli bir şekilde götürülüp getirilmeleri esnasında geçen sürelerin geçtiği yerler, araçlar da işyerinde sayılacaktır. O hâlde işveren işçileri işyerine araçla evlerinden alıp götürüyor ve iş bitimi de evine bırakmakla yükümlü ise sigortalının bu geliş ve gidiş sırasındaki zamanı işyerinden olup işverenin gözetme borcu kapsamında kalmaktadır. Nedensellik (illiyet) bağı, işverenin iş sözleşmesine dayalı olarak kanundan kaynaklanan icrai veya ihmali yükümlülüğünü yerine getirmemesinin sonucu olarak meydana gelen zararın, yükümlülüğün yerine getirilmemesinden kaynaklanmış olmasını ifade eder. Bu nedenle, iş kazası sonucu meydana gelen zarara, işverenin yükümlülüğünü yerine getirmemesinden başka nedenler sebep olmuşsa, nedensellik bağı bulunmayacaktır. Önemli belirtilmelidir ki işverenin kusurlu davranışı ile eylem (kaza arasında) uygun illiyet bağı yoksa bu durum iş kazası olgusunu ortadan kaldırmaz. Bu işverenin sorumluluğunu etkiler. Kusur sorumluluğunda üç halde illiyet bağı kesilebilir. Bunlar, mücbir neden, zarar görenin ve 3. kişinin ağır kusurudur. 6.4. Sosyal güvenlik hakkı, anayasa ve uluslararası sözleşmelerle güvence altına alınmış, temel sosyal haklardandır. Sosyal güvenlik toplumsal risklere karşı bireyin korunma hakkıdır. Sosyal devletin gerçekleşme aracı olan sosyal güvenlik kavramı özde, bireyin karşılaşacağı ve yaşamı için tehlike oluşturan olaylara karşı bir güvence arayışının ürünüdür. Tehlikeyle karşılaşan bireye asgari bir güvence sağlamak, onlara insan onuruna yaraşır asgari bir yaşam düzeyini temin etmek sosyal güvenliğin varoluş nedenidir. Dolayısı ile sigortalı olan bir kişinin, beden bütünlüğüne yönelik eylemin, özellikle çalışma şartları içinde iş kazası olarak değerlendirilmesi, bu temel hak kapsamındadır. 7. Somut olayda, davacıların ölen murisi sigortalı, davalıya ait servis aracı ile eve getirildiği sırada, işverenin sorumluluğundaki araç (işyerinden sayılır) arıza yapmış ve ölen sigortalı dahil tüm işçiler araçtan inmişlerdir. Tanık anlatımlarına göre aranan işveren işçileri evlerine bırakmak için araç göndereceğini belirtmesine rağmen, sigortalının diğer bir kısım işçiler ile arıza yapan araçtan uzaklaştıkları ve sigortalının karşıdan karşıya geçerken başka bir aracın çarpması sonucu hayatını kaybettiği anlaşılmaktadır. Tanıklar, araç arızalandıktan sonra davacı ile bankamatikten maaş çekmek için ayrıldıklarını beyan etmişlerdir. Aslında davacının işveren tarafından bankaya yatırılan ücretini almak amacı ile hareket ettiği de görülmektedir. 8. Sonuç: Ölen sigortalının ölüm olayı işe geliş ve gidiş sırasındaki zamanda, kısaca işverenin gözetme borcunun devam ettiği yer içinde meydana gelmiştir. Araç arızalanmasa idi işçi evine kadar bırakılacaktı. İşveren aracının arızalanması, uygun illiyet bağı kapsamında da değerlendirilebilir. Ölen işçinin kaza yapan araç nedeni ile gönderilecek aracı beklemeden ayrılması davranışı, onun kusurunu, dolayısı ile işverenin sorumluluğunu etkileyecektir. Bu durum iş kazası olgusunu ortadan kaldırmayacaktır. Bölge Adliye Mahkemesinin “kazanın 5510 sayılı Kanun’un 13. maddesindeki işverence sağlanan bir taşıtla işin yapıldığı yere gidiş gelişi sırasında kapsamında olduğu ve bu nedenle somut olayda meydana gelen kazanın iş kazası olarak kabul edilmesi gerektiği” yönündeki gerekçesi isabetli olup direnmenin onanması gerektiği görüşünde olduğumuzdan sayın çoğunluğun bozma gerekçesine katılınmamıştır.
Danıştay 3. Daire Başkanlığı 2018/712 E. , 2021/6132 K. “İçtihat Metni” T.C. D A N I Ş T A Y ÜÇÜNCÜ DAİRE Esas No : 2018/712 Karar No : 2021/6132 TEMYİZ EDEN (DAVALI) : …Vergi Dairesi Başkanlığı/… VEKİLİ : Av. … KARŞI TARAF (DAVACI) : …İnşaat Nakliyat Sanayi ve Ticaret Anonim Şirketi VEKİLİ : Av. … İSTEMİN KONUSU : …. Vergi Mahkemesinin …tarih ve …, K:…sayılı kararına yöneltilen istinaf başvurusuna ilişkin …Bölge İdare Mahkemesi …. Vergi Dava Dairesinin …tarih ve E:…, K:…sayılı kararının temyizen incelenerek bozulması istenilmektedir. YARGILAMA SÜRECİ : Dava konusu istem: Davacı şirketin kat karşılığı inşaat sözleşmesi kapsamında teslim aldığı arsa karşılığında düzenlediği gider pusulasında tutar belirtilmemesi nedeniyle adına 2016 yılı için 213 Vergi Usul Kanunu’nun 353. maddesinin 1.bendi uyarınca kesilen özel usulsüzlük cezasının kaldırılması istemine ilişkindir. İlk Derece Mahkemesi kararının özeti: Davacı şirket ile arsa sahibi arasında yapılan sözleşmenin trampa sözleşmesi niteliği taşımadığı, arizi olarak yapılan sözleşmede arsa sahibi tarafından tapuda müteahhit adına arsanın kayıt ve tescil edilmediği, arsa sahiplerince müteahhit şirkete arsa satışı söz konusu olmadığı dolayısıyla 213 sayılı Vergi Usul Kanununun 234. maddesi uyarınca gider pusulası düzenleme zorunluluğu bulunmadığından kesilen özel usulsüzlük cezasında hukuka uygunluk görülmediği gerekçesiyle dava konusu ceza kaldırılmıştır. Bölge İdare Mahkemesi kararının özeti: İstinaf başvurusunun, usul ve hukuka uygun olduğu sonucuna varılan Vergi Mahkemesi kararının kaldırılmasını sağlayacak nitelikte görülmediği gerekçesiyle 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu’nun 45. maddesinin 3. fıkrası uyarınca reddine karar verilmiştir. TEMYİZ EDENİN İDDİALARI : Davacı adına, arsa sahiplerine teslim edilen daireler için düzenlediği gider pusulasında tutar belirtilmemesi nedeniyle kesilen özel usulsüzlük cezasının hukuka uygun olduğu ileri sürülerek kararın bozulması istenilmektedir. KARŞI TARAFIN SAVUNMASI : Savunma verilmemiştir. DANIŞTAY TETKİK HÂKİMİ … DÜŞÜNCESİ : Temyiz isteminin reddi ile usul ve yasaya uygun olan Bölge İdare Mahkemesi kararının onanması gerektiği düşünülmektedir. TÜRK MİLLETİ ADINA Karar veren Danıştay Üçüncü Dairesince, Tetkik Hâkiminin açıklamaları dinlendikten ve dosyadaki belgeler incelendikten sonra gereği görüşüldü: HUKUKİ DEĞERLENDİRME: Bölge idare mahkemelerinin nihai kararlarının temyizen bozulması, 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu’nun 49. maddesinde yer alan sebeplerden birinin varlığı hâlinde mümkündür. Temyizen incelenen karar usul ve hukuka uygun olup, dilekçede ileri sürülen temyiz nedenleri kararın bozulmasını gerektirecek nitelikte görülmemiştir. KARAR SONUCU: Açıklanan nedenlerle; 1. Temyiz isteminin reddine, 2. …Bölge İdare Mahkemesi …. Vergi Dava Dairesinin …tarih ve E:…, K:…sayılı kararının ONANMASINA, 3. 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu’nun 50. maddesi uyarınca, kararın taraflara tebliğini ve bir örneğinin de belirtilen Vergi Dava Dairesine gönderilmesini teminen dosyanın kararı veren ilk derece mahkemesine gönderilmesine, 14/12/2021 tarihinde oybirliğiyle kesin olarak karar verildi.
9. Hukuk Dairesi 2017/797 E. , 2020/16600 K. “İçtihat Metni” MAHKEMESİ :İş Mahkemesi DAVA TÜRÜ : ALACAK Taraflar arasında görülen dava sonucunda verilen kararın, temyizen incelenmesi davacı vekili tarafından istenilmekle, temyiz talebinin süresinde olduğu anlaşıldı. Dava dosyası için Tetkik Hakimi tarafından düzenlenen rapor dinlendikten sonra dosya incelendi, gereği konuşulup düşünüldü: Y A R G I T A Y K A R A R I Davacı İsteminin Özeti: Davacı vekili; davacının davalıya ait işyerinde … İli ve İlçelerinde ilaç ve tıbbi tanıtım mümessili olarak çalıştığını, hafta içi 07.30 da çalışmaya başlayıp akşam saat 22.00 ye kadar çalıştığını, cumartesi günleri de 08.00 den saat 14.00 e kadar çalıştığını, fazla çalışma ücretinin ödenmediğini ileri sürerek; alacağının davalıdan tahsiline karar verilmesini istemiştir. Davalı Cevabının Özeti: Davalı vekili; davacının mesaisini kendisinin ayarladığını, prim alacağını daha fazla yükseltmek için kendi isteği ile fazla çalışmasının fazla mesai olarak kabul edilemeyeceğini, kendisine prim ödendiğini ve primlerin olası fazla mesai alacağından mahsubu gerektiğini savunarak; davanın reddine karar verilmesini talep etmiştir. Mahkeme Kararının Özeti: Mahkemece, fazla mesai ücreti alacağının reddine karar verilmiştir. Temyiz: Karar süresinde davacı vekili tarafından temyiz edilmiştir. Gerekçe: 1- Dosyadaki yazılara, delillerin takdirinde bir isabetsizlik bulunmamasına göre davacının aşağıdaki bendin kapsamı dışında kalan temyiz itirazları yerinde görülmemiştir. 2- Taraflar arasında, davacı işçinin fazla mesai ücretine hak kazanıp kazanmadığı konusunda uyuşmazlık bulunmaktadır. Fazla çalışma yaptığını iddia eden işçi bu iddiasını ispatla yükümlüdür. İşçinin imzasını taşıyan bordro sahteliği ispat edilinceye kadar kesin delil niteliğindedir. Bir başka anlatımla bordronun sahteliği ileri sürülüp ispatlanmadıkça, imzalı bordroda görünen fazla çalışma alacağının ödendiği varsayılır. Fazla çalışmanın ispatı konusunda iş yeri kayıtları, özellikle işyerine giriş çıkışı gösteren belgeler, iş yeri iç yazışmaları, delil niteliğindedir. Ancak, fazla çalışmanın bu tür yazılı belgelerle ispatlanamaması durumunda tarafların dinletmiş oldukları şahit beyanları ile sonuca gidilmesi gerekir. Bunun dışında herkesçe bilinen genel bazı vakıalar da bu noktada gözönüne alınabilir. İşçinin fiilen yaptığı işin niteliği ve yoğunluğuna göre de fazla çalışma olup olmadığı araştırılmalıdır. İmzalı ücret bordrolarında fazla çalışma ücreti ödendiği anlaşılıyorsa, işçi tarafından gerçekte daha fazla çalışma yaptığının ileri sürülmesi mümkün değildir. Ancak, işçinin fazla çalışma alacağının daha fazla olduğu yönündeki ihtirazi kaydının bulunması halinde, bordroda görünenden daha fazla çalışmanın ispatı her türlü delille söz konusu olabilir. Buna karşın, bordroların imzalı ve ihtirazi kayıtsız olması durumunda dahi, işçinin geçerli bir yazılı belge ile bordroda yazılı olandan daha fazla çalışmayı yazılı delille ispatlaması gerekir. Bordrolarda tahakkuk bulunmasına rağmen bordroların imzasız olması halinde ise, varsa ilgili dönem banka ve tüm ödeme kayıtları celp edilmeli ve ödendiği tespit edilen miktarlar yapılan hesaplamadan mahsup edilmelidir. Fazla çalışmanın yazılı delil ya da tanıkla ispatı imkan dahilindedir. İşyerinde çalışma düzenini bilmeyen ve bilmesi mümkün olmayan tanıkların anlatımlarına değer verilemez. Fazla çalışmanın belirlenmesinde 4857 sayılı İş Kanunu’nun 68. maddesi uyarınca ara dinlenme sürelerinin dikkate alınması gerekir. Fazla çalışma saat ücreti, normal çalışma saat ücretinin yüzde elli fazlasıyla ödenir (İş K. m.41/2). İşçiye fazla çalışma yaptığı saatler için normal çalışma ücreti ödenmişse, bu halde sadece kalan yüzde elli zamlı kısmı ödenir. Kanunda öngörülen yüzde elli fazlasıyla ödeme kuralı, nispi emredici bir nitelik taşır. Tarafların bunun altında bir oran belirlemeleri mümkün değilse de, sözleşmelerle daha yüksek bir oran tespiti olanaklıdır. Belirtmek gerekir ki, fazla çalışma ile prim uygulaması arasında çalışma süreleri ile doğru orantılı olması sebebiyle bir bağ olsa da, esasen fazla çalışma ile prim ödemesi birbirinden bağımsızdır. Haftalık 45 saati aşmayan dönem içindeki çalışmalar için de prim elde edilebilmesi mümkün olup, sözü edilen primlerin fazla çalışma ücretinden mahsubu doğru olmaz. Kaldı ki prim, ücretin eki hatta bazen kendisi olabildiği halde, fazla çalışma ücreti genel anlamda ücretten farklıdır. Bu iki ödemenin farklı nitelikte olduğu göz önüne alınmadan, işçiye ödenen prim miktarının fazla çalışma ücreti ile karşılaştırılması suretiyle sonuca gidilmesi yerinde değildir. Diğer taraftan işçiye yapılan prim ödemesinin niteliği, fazla çalışma ücretinin hesabında önem taşımaktadır. İşçiye, garanti ücrete ilaveten, bahşiş, parça başına, satışa, sefer başına ya da kilometreye bağlı olarak prim ödemesi usulünün öngörüldüğü çalışma biçimlerinde, fazla çalışma ücretinin hesaplamasında, temel ücretin, garanti ücret kısmı ile prim kısmı birbirinden ayrılarak; prim üzerinden hesaplanacak fazla çalışma ücretinde sadece zam nispeti üzerinden (0,5 çarpanıyla); garanti ücret üzerinden hesaplanacak fazla çalışma ücreti kısmında ise (1,5 çarpanıyla) hesaplama yapılarak sonuca gidilmelidir. Hedefe veya belli bir kotanın aşılmasına bağlı prim ödemesi uygulamalarında ise işçinin fazla çalışma ücreti sabit ücret üzerinden saat ücretinin % 150 fazlasıyla ödeneceği başka bir anlatımla bu tür prim ödemelerinin fazla çalışma ücreti hesabına bir etkisi bulunmadığı kabul edilmektedir. Fazla çalışmaların uzun bir süre için hesaplanması ve miktarın yüksek çıkması halinde Yargıtay’ca son yıllarda hakkaniyet indirimi yapılması gerektiği istikrarlı uygulama halini almıştır. Ancak fazla çalışmanın taktiri delil niteliğindeki tanık anlatımları yerine yazılı belgelere ve işveren kayıtlarına dayanması durumunda böyle bir indirime gidilmemektedir. Davacı, davalı işyerinde satış temsilcisi olarak çalıştığını fazla mesai alacağı olduğunu iddia ederken, davalı işveren, işçiye prim ödemesi yapıldığını, kendi mesaisini kendisinin ayarladığını, daha fazla prime hak kazanmak için fala çalışmasının fazla mesai olarak değerlendirilemeyeceğini davacının fazla çalışma ücretine hak kazanmadığını savunmuştur. Somut olayda, dosya kapsamından, davacının sabit ücret+ kotaya bağlı prim usulü ile çalıştığı anlaşılmaktadır. Mahkemece fazla çalışma yaptığının davacı tarafça ispat edilemediği gerekçesiyle talep reddedilmişse de davacının fazla çalışmalarının daha fazla prim elde etmeye yönelik olarak yapıldığı davalının zımnen kabulündedir. Davacıyla yapılan iş sözleşmesi 8. maddesinde çalışma sürelerini işverenin belirleyeceği, 12. maddesinde ise işçinin ziyaret planlarını işverene sunmak ve buna uymak zorunda olduğu düzenlemesi mevcuttur. Davacı delil olarak telefon GPRS kayıtları, işverene sunduğu raporlar ve tanık beyanlarına dayanmış, telefon GPRS kayıtları ie raporlamalar birarada değerlendirildiğinde fazla çalışma alacağının ispat edeceğini belirtmiştir. Davacı tanıkları davacıyı programında belirttiği gün ve saatte görmüş kişiler olup davacı işi gereği pek çok doktor ve eczacı ile gün içinde kısa süreli tanıtım ve satış amaçlı görüşmektedir. Telefon GPRS kayıtları celbedilmediği gibi davacı tanıklarının davacıyı kısa süre görmüş olduğundan beyanlarına itibar edilemeyeceği ve davalı tanık beyanlarında davacının çalışma süresinin 44 saat olup yasal süreyi aşmadığı dolayısıyla fazla çalışmanın ispat edilemediği gerekçeleriyle reddi isabetsiz olmuştur. Mahkemece davacıya ait delil kısmında bildirilen telefon GPRS kayıtları, araç kayıtları, işverene haftalık sunulan raporlar celbedilerek tüm deliller birlikte değerlendirilerek fazla çalışma alacağı hakkında hüküm kurulması gerekirken eksik inceleme ile yazılı gerekçeyle talebin reddi isabtesiz olmuştur. SONUÇ: Temyiz olunan kararın yukarıda yazılı sebepten BOZULMASINA, peşin alınan temyiz harcının istek halinde ilgiliye iadesine, 24/11/2020 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Teknolojinin gelişmesi ile ileti gönderme yöntemlerinde de bazı gelişmeler olmuştur. Ulusal Elektronik Tebligat Sistemi (UEST) ve Kayıtlı Elektronik Posta bu gelişmelerden bazılarıdır. İlk olarak bu yazımızda Ulusal Elektronik Tebligat Sistemi (UEST) sistemi ile ilgili olarak sık sorulan soruların yanıtları verilecek, daha sonra ki yazılarımızda Kayıtlı Elektronik posta adresi(KEP) hakkında bilgi verilecektir. Güncel gelişmeleri takip edebilmek için bizi sosyal medya hesaplarımızdan takip edebilirsiniz. Hadi gelin ilk olarak Ulusal Elektronik Tebligat Sistemi (UEST)’den başlayalım. uest sistemi nedir
2. Hukuk Dairesi 2020/4728 E. , 2020/5981 K. “İçtihat Metni” MAHKEMESİ : Gaziantep Bölge Adliye Mahkemesi 2. Hukuk Dairesi DAVA TÜRÜ : Boşanma Taraflar arasındaki davanın yapılan muhakemesi sonunda bölge adliye mahkemesi hukuk dairesince verilen, yukarıda tarihi ve numarası gösterilen hüküm davacı kadın tarafından, ziynet alacağı, kusur belirlemesi, tazminat taleplerinin reddi ve nafakalar yönünden temyiz edilmekle, evrak okunup gereği görüşülüp düşünüldü: 1- Davacı kadının ziynet alacağına yönelik temyiz dilekçesinin incelenmesinde; Davacı kadının ziynet alacağı talebine yönelik temyiz dilekçesinin incelenmesinde; 6100 sayılı HMK’nın 362. maddesinin 1. fıkrasının b bendi uyarınca “Miktar veya değeri kırk bin Türk Lirasını (bu tutar dahil) geçmeyen davalara ilişkin kararlar” temyiz edilemez. 02.12.2016 tarihli 6763 sayılı Kanun’un 44. maddesi ile de 6100 Hukuk Muhakemeleri Kanununa eklenen ek madde 1 uyarınca temyiz parasal sınırlarının (HMK m. 341, 362) Vergi Usul Kanunu’nun mükerrer 298.maddesine göre her yıl tespit ve ilan edilecek yeniden değerleme oranında artırılması öngörülmüştür. Karar tarihi itibariyle bu miktar “72.070,00 TL” olarak belirlenmiştir. Davacı- kadının talebine konu ziynet alacağı tutarı 15.000,00 TL olup, karar tarihindeki temyiz inceleme kesinlik sınırını aşmadığından bölge adliye mahkemesi kararı 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun madde 362/1-a bendine göre kesin niteliktedir. Açıklanan nedenle, davacı kadının temyiz dilekçesinin ziynet alacağı talebi yönünden reddine karar vermek gerekmiştir. 2-Dosyadaki yazılara, kararın dayandığı delillerle kanuna uygun sebeplere ve özellikle delillerin takdirinde bir yanlışlık görülmemesine göre, davacı kadının aşağıdaki bentlerin kapsamı dışında kalan temyiz itirazları yersizdir. İlk derece mahkemesi tarafından, davacı kadın ve davalı erkeğin evlilik birliğini ortak hayatı devam ettirme noktasında gereken çabayı göstermedikleri, tarafların eşit kusurlu oldukları gerekçesiyle, kadının TMK 174/1-2 m. düzenlenen maddi ve manevi tazminat taleplerinin reddine karar verilmiştir. Davacı kadın tarafından hüküm, ziynet alacağı, kusur belirlemesi, tazminat taleplerinin reddi ve nafakalara yönelik istinaf edilmiştir. Bölge adliye mahkemesi hukuk dairesi tarafından kadının istinaf başvurusunun HMK 353/1-b -1 gereği esastan reddine karar verilmiştir. 3-Davacı kadının kusur belirlemesi, tazminat taleplerinin reddine yönelik temyiz itirazlarının incelenmesine gelince; Davacı kadından kaynaklanan dava dosyasında ispatlanan bir kusur yoktur. Erkeğin mevcut kusurlarının yanında, eşini evden uzaklaştırdığı, manevi anlamda bağımsız ev temin etmediği,kadının eğitim hakkının engellediği dosya kapsamında tanık beyanlarıyla ispatlanmıştır. Evlilik birliğinin temelinden sarsılmasında davalı erkek tam kusurludur. 4-Yukarıda 3. bentte açıklandığı üzere; evlilik birliğinin sarsılmasına sebep olan olaylarda tazminat isteyen davacı kadının ağır ya da eşit kusurlu olmadığı, bu olayların kadının kişilik haklarına saldırı teşkil ettiği anlaşılmaktadır. Boşanma sonucu bu eş, en azından diğerinin maddi desteğini yitirmiştir. O halde, tarafların sosyal ve ekonomik durumları, tazminata esas olan fiilin ağırlığı ile hakkaniyet kuralları (TMK m. 4) dikkate alınarak kadın yararına maddi ve manevi tazminata (TMK m. 174/1-2) karar vermek gerekirken, hatalı kusur belirlemesinin sonucu olarak yazılı şekilde karar verilmesi doğru görülmemiş, bozmayı gerektirmiştir. SONUÇ: Temyiz edilen hükmün yukarıda 3. ve 4. bentlerde gösterilen sebeplerle, bölge adliye mahkemesi kararının KALDIRILMASINA, ilk derece mahkemesi kararının BOZULMASINA, davacı kadının ziynet alacağı talebine yönelik temyiz dilekçesinin ise yukarıda (1.) bentte gösterilen sebeple REDDİNE, kararın 2 bentte gösterilen sebeple ONANMASINA, istek halinde temyiz peşin harcının yatırana geri verilmesine, dosyanın ilk derece mahkemesine, karardan bir örneğinin ilgili bölge adliye mahkemesi hukuk dairesine gönderilmesine oybirliğiyle karar verildi. 19.11.2020 (Prş.)
Ceza Genel Kurulu 2018/156 E. , 2021/175 K. “İçtihat Metni” Kararı Veren Yargıtay Dairesi : 1. Ceza Dairesi Mahkemesi :Ağır Ceza Sanık … hakkında nitelikli kasten öldürme suçundan açılan kamu davasında yapılan yargılama sonucunda, sanığın eyleminin olası kasıtla nitelikli kasten öldürme suçunu oluşturduğu kabul edilerek TCK’nın 82/1-e, 21/2, 31/3, 62/1, 63 ve 54. maddeleri uyarınca 10 yıl hapis cezasıyla cezalandırılmasına, mahsuba ve müsadereye ilişkin Gümüşhane Ağır Ceza Mahkemesince verilen 19.12.2013 tarihli ve 77-97 sayılı hükmün sanık müdafisi ve katılanlar vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine dosyayı inceleyen Yargıtay 1. Ceza Dairesince 27.06.2016 tarih ve 3182-3249 sayı ile; “…Oluşa ve tüm dosya içeriğine göre; olay günü suça sürüklenen çocuklar ile maktulün hayvan otlattıkları sırada tanışıp birlikte vakit geçirdikleri, gelişen konuşmalar sonrasında suça sürüklenen çocuk …’ın, Murat’a ‘Buraya gel kara oğlan, gelmezsen vururum’ diyerek 15 metre uzaklıktaki Murat’ı nişan alıp av tüfeği ile ateş ederek öldürdüğü anlaşılan olayda; a-) Hedef alınan bölge, kullanılan silahın elverişliliği, atış mesafesi ve tanık Aşkın’ın beyanında belirttiği şekilde nişan alarak ateş ettiği dikkate alındığında, maktulün isabet almasının mutlak ve kaçınılmaz olduğu, suça sürüklenen çocuk …’ın buna rağmen ateş ederek eylemin sonucunu bilerek ve isteyerek gerçekleştirdiği anlaşılmakla, doğrudan kastla çocuk yaştaki maktulü öldürme suçundan cezalandırılması yerine, yanılgılı değerlendirme sonucu yazılı şekilde olası kastla öldürme suçundan hüküm kurulması, b-) Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 90. maddesi son fıkrası ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 6/3-c maddesi uyarınca, 5271 sayılı CMK’nın 150, 234 ve 239. maddeleri ile 5320 sayılı Kanun’un 13. maddesine dayanılarak hazırlanan Ceza Muhakemesi Kanunu gereğince Müdafii ve Vekillerin Görevlendirilmeleri ile Yapılacak Ödemelerin Usul ve Esaslarına İlişkin Yönetmeliğin 8. maddesi gereğince, suça sürüklenen çocuk için baro tarafından görevlendirilen zorunlu müdafii ücretinin suça sürüklenen çocuktan alınmasına hükmedilemeyeceğinin düşünülmemesi, c-) Suça sürüklenen çocukların yaşları gözetildiğinde, hükmün de gizli tefhim edilmesi gerektiğinin nazara alınmaması,” isabetsizliklerinden bozulmasına karar verilmiştir. Özel Daire ilamının (b) ve (c) bentlerinde yer alan bozma nedenlerine uyan Yerel Mahkeme ise 09.02.2017 tarih ve 58-16 sayı ile; “…SSÇ İnan’ın birden fazla atış yapma imkânı varken tek bir atış yapması, maktul …’ı doğrudan kasıtla öldürmek maksadıyla değil korkutma amacıyla hareket ettiğinin değerlendirildiği, nitekim Murat ile İnan arasında önceye dayalı ve olay günü de dâhil husumet olmaması, İnan’ın sarf etmiş olduğu sözler dikkate alındığında mesafenin uzak ve özellikle arazinin eğimli olmasının da etkisiyle saçmaların isabet etmeyeceğini fakat Murat’ı korkutacağını düşünerek neticeyi öngörmesine rağmen tüfekle ateş etmesi eyleminin TCK’nın 21/2. maddesinde tanımlanan olası kastla hareket ettiğinin, SSÇ’lerin ve tanığın beyanından ve olayın oluş şeklinden anlaşıldığı, kaldı ki 19.12.2013 tarihinde yapılan duruşmada tanık …’ün SSÇ İnan’ın tüfeği maktul …’a doğrultup doğrultmadığını tam olarak göremediğini beyan ettiği, yani …’ın korkutmak maksatlı Murat’ın bulunduğu yere doğru ateş etmesi neticesinde ölüm olayının gerçekleştiği, yaşı küçük sanık …’ın öldürmek gibi bir amacının olmadığı, bununla birlikte böyle bir neticenin de gerçekleşebileceğini öngördüğünden olası kasıtla çocuk yaştaki Murat’ın ölümüne sebebiyet vermek suçunu işlediğinin sabit olduğu, sanık …’ın kasten öldürme suçundan dolayı sorumlu tutulabilmesi için öldürme amacıyla kasten bilerek ve isteyerek hareket etmesinin TCK’nın 21/1, 81, 82 maddeleri gereğince zorunluluk arz ettiği, oysa ki sanığın öldürme amacıyla değil ölüm neticesinin gerçekleşmesini istememesine rağmen korkutmak amacıyla hareket ettiği ve ölüm olayının da saçmaların isabet etmesi durumunda gerçekleşebileceğini de öngördüğünün değerlendirilmesinin gerektiği, Yargıtay 1. Ceza Dairesinin 20.11.2013 tarihli ve 8233-6567 sayılı ilamında da belirtildiği üzere korkutmak için husumeti bulunmayan arkadaşına silahla ateş etmek suretiyle tehlikeli bir şaka yapan sanığın eyleminin muhtemel kasıtla öldürme suçunu oluşturacağı mahkememiz heyetince değerlendirilmiştir.” şeklindeki gerekçeyle suç niteliğine ilişkin bozma nedenine direnerek önceki hüküm gibi sanığın olası kasıtla nitelikli kasten öldürme suçundan cezalandırılmasına karar vermiştir. Direnme kararına konu bu hükmün de sanık müdafisi, Cumhuriyet savcısı ve katılanlar vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının 06.08.2017 tarihli ve 16208 sayılı “bozma” istekli tebliğnamesiyle dosya 6763 sayılı Kanun’un 36. maddesi ile değişik 5271 sayılı CMK’nın 307. maddesi uyarınca kararına direnilen Daireye gönderilmiş, aynı madde uyarınca inceleme yapan Yargıtay 1. Ceza Dairesince 19.03.2018 tarih ve 1744-1230 sayı ile direnme kararının yerinde görülmemesi üzerine Yargıtay Birinci Başkanlığına gönderilen dosya, Ceza Genel Kurulunca değerlendirilmiş ve açıklanan gerekçelerle karara bağlanmıştır. TÜRK MİLLETİ ADINA CEZA GENEL KURULU KARARI Sanık … hakkında silahla tehdit suçuna azmettirmeden verilen ceza verilmesine yer olmadığına dair karar ile ilgili olarak Özel Dairece bu hükme yönelik temyiz isteminin yasal süreden sonra yapıldığı gerekçesiyle ret kararı verilmiş olup direnme kararının kapsamına göre inceleme sanık … hakkında olası kasıtla nitelikli kasten öldürme suçundan kurulan mahkûmiyet hükmü ile sınırlı olarak yapılmıştır. Özel Daire ile Yerel Mahkeme arasında oluşan ve Ceza Genel Kurulunca çözümlenmesi gereken uyuşmazlık; sanığa atılı suçun, nitelikli kasten öldürme suçunu mu yoksa olası kasıtla işlenen nitelikli kasten öldürme suçunu mu oluşturduğunun belirlenmesine ilişkindir. İncelenen dosya kapsamından; 30.07.2013 tarihli olay yeri inceleme raporunda; aynı tarihte saat 15.35 sıralarında Gümüşhane İl Jandarma Komutanlığı Haber Merkezince, Çayırçukur köyünde ikamet eden sanık … isimli çocuğun kimliği tespit edilemeyen bir çocuğu yaraladığının bildirilmesi üzerine saat 17.15 sıralarında olayın meydana geldiği Çayırçukur köyü ile Gündoğdu köyleri arasında yer alan ve Maden mevkisi olarak anılan etrafı ağaçlarla çevrili, hafif eğimli çayırlık alana gidildiği, olay yerinde köylülerin toplanmış olduğu, 112 Acil Servise ait aracın park hâlinde bulunduğu, yerde üzeri ceset torbası ile örtülmüş bir ceset bulunduğunun görüldüğü, örtünün kaldırılmasıyla sargı bezi ile çenesi başına bağlanmış, ağız ve burnundan kan geldiği anlaşılan, 10-12 yaşlarında bir erkek çocuğun sırtüstü yatar konumda olduğu, yapılan kontrolde hayat belirtisi göstermediği, … isimli şahsın olayda kullanıldığı değerlendirilen bir adet markasız 16 mm kalibreli boş av tüfeği kartuşunu maktulün ayak ucuna 9 metre mesafede yere bıraktığının görülmesi üzerine, incelenmek için bu kartuşun muhafaza altına alındığı, maktulün baş kısmına yaklaşık 45 metre mesafede, patika yol kenarındaki ağacın altında bir adet tek kırma av tüfeği bulunduğu, tüfeğin atış yatağının boş olduğu tespitlerine yer verildiği, Olay yeri inceleme ve ölü muayene tutanağında; olay yeri inceleme tutanağındaki tespitler tekrarlandıktan sonra tanık …’ten olay sırasında sanığın tüfekle ateş ettiği yeri göstermesinin istenmesi üzerine tanığın maktulden 16 metre mesafedeki bir noktayı göstererek sanığın buradan maktule ateş ettiğini söylediği, maktulün bulunduğu yere 9 metre mesafede bir adet “16 cal.” ibareli boş kartuş olduğunun ifade edildiği, Adli Tıp Kurumu Trabzon Grup Başkanlığınca düzenlenen 28.08.2013 tarihli otopsi raporunda; 152 cm boyunda, 30-35 kg ağırlığında, 12-13 yaşlarındaki erkek çocuğu cesedinde, numaralandırıldığında; 1- Sol göğüs ön yüzde 2-3. interkostal aralıkta meme başı dikey çizgisi üzerinde 0,5 cm çaplı ateşli silah ürünü giriş deliği yarası, 2- Batın sol üst kadranda arkus kavsi altında midklavikuler hat üzerinde 0,5 cm çaplı ateşli silah ürünü giriş deliği yarası, 3- Batın sol alt dış kadranda krista iliaka anteriorsuperior üzerinde 0,5 cm çaplı ateşli silah ürünü giriş deliği yarası, 4- Sol ingüinal bölgede 0,5 cm çaplı ateşli silah ürünü giriş deliği yarası, 5- Sağ gluteus ortada 0,5 cm çaplı ateşli silah ürünü çıkış deliği yarası, 6- Sağ el 2. metakarp sırtında 0,5 cm çaplı ateşli silah ürünü giriş deliği yarası, 7- Sağ el 2. parmak sırtında vertikal seyirli 3×1 cm’lik ateşli silah ürünü çıkış deliği yarası olduğu; cesedin skopi ile incelenmesinde göğüs bölgesinde 1 adet, pelvik bölgede 2 adet iri saçma tanesi görünümü ile uyumlu metalik dansite imajı saptandığı, sırtta torakal ortada, orta hattın sağında, cilt altında 1 cm çaplı şişlik olduğu, bu bölgede sert cisim palpe edildiği, bu bölgeye yapılan insizyonda cilt altından 1 adet iri saçma tanesi elde edildiği, her iki alt ekstremite ön yüzde multipl sayı ve ebatta kahverengi renkte ekimotik lezyonlar olduğu, yaraların trase takibinde; (1) no’lu lezyondan giren saçma tanesinin vücut içerinde soldan sağa, önden arkaya ve çok hafif yukarıdan aşağı seyirle sol göğüs boşluğunu katederek sol akciğer üst lob ve torakal aortu yaraladığı, 4. torakal omur seviyesinde cilt altında vücutta kaldığı, meydana getirdiği yaralanmanın öldürücü nitelikte olduğu, (2) no’lu lezyondan giren saçma tanesinin vücut içerisinde önden arkaya, yukarıdan aşağı, hafif soldan sağa seyirle batın boşluğunu katederek karaciğer ve mideyi yaraladığı, lomber omur 5-6 arasında kaldığı, meydana getirdiği yaralanmanın öldürücü nitelikte olduğu, (3) no’lu lezyondan giren saçma tanesinin vücut içerisinde önden arkaya, hafif yukarıdan aşağı ve soldan sağa seyirle batın sol alt boşluğu katederek pubis kemiğini kırdığı ve pelvik bölgede kaldığı, meydana getirdiği yaralanmanın öldürücü nitelikte olduğu, (4) no’lu lezyondan giren saçma tanesinin vücut içerisinde soldan sağa, önden arkaya, çok hafif yukardan aşağı seyirle batın sol alt ve pelvik boşluğu katederek sağ gluteus orta bölgeden çıktığı, meydana getirdiği yaralanmanın öldürücü nitelikte olduğu, (6) no’lu lezyondan giren saçma tanesinin vücut içerisinde yaklaşık aynı doğrultuda yukarıdan aşağı seyirle cilt-cilt altını katederek (7) no’lu lezyondan çıktığı, meydana getirdiği yaralanmanın öldürücü nitelikte olmadığı, kimyasal incelemede alkol, uyutucu-uyuşturucu ve laboratuvarda aranılan toksik maddelerden saptanmadığı, cesetten otopside 3 adet iri saçma tanesi elde edildiği, maktulün vücudunda harici muayenede 1, 2, 3, 4 ve 6 no’da tariflendiği üzere 5 adet av tüfeği iri saçma tanesi giriş deliği yarası, 5 ve 7 no’da tariflendiği üzere 2 adet av tüfeği iri saçma tanesi çıkış deliği yarası olduğu, 1, 2, 3 ve 4 no’lu yaraların ayrı ayrı ve müştereken öldürücü nitelikte oldukları, 6 no’lu yaranın öldürücü nitelikte olmadığı, otopside elde edilen av tüfeği saçma tanelerinin yapısı ile vücuttaki giriş lezyonlarının dağılımı dikkate alındığında atış mesafesinin uzak atış olduğu, kişinin ölümünün av tüfeği iri saçma tanesi yaralanmasına bağlı omurga ve pubis kemik kırıkları ile birlikte bulunan iç organ ve büyük damar harabiyeti ile iç-dış kanama sonucu meydana gelmiş olduğunu tespitlerine yer verildiği, Sanık … hakkında Torul Aile Sağlığı Merkezince düzenlenen 31.07.2013 tarihli raporda; sağının vücudunda herhangi bir darp cebir izi bulunmadığının belirtildiği, Kürtün İlçe Jandarma Komutanlığınca düzenlenen 06.08.2013 tarihli tutanakta; maktul … ve ailesinin köyde kimse ile husumetlerinin bulunmadığı, sanık … ve ailesi arasında herhangi bir uyuşmazlık olmadığının ifade dildiği, Jandarma Genel Komutanlığınca düzenlenen 05.09.2013 tarihli uzmanlık raporunda; sanığın sağ el iç ve sağ yüz bölgesi svaplarında atış artığı tespit edildiği, maktule ait svaplarda atış artığına rastlanılmadığı, maktule ait giysilerdeki delinmelerin etrafında atış artığına rastlanmadığına göre atışın uzak atış mesafesinden yapılmış olduğu, 11.09.2013 tarihli raporda ise; suçta kullanılan silahın 16 kalibre av fişeği kullanan, Türkiye yapısı, namlusu yiv-set ihtiva etmeyen, gizli horozlu, bir atışlı, kırma av tüfeği olduğu, emniyet sitemi imal itibarıyla bulunmayan tüfeğin atışa mani mekanik bir arızasının olmadığı, olay yerinde bulunan boş kartuşun incelemeye konu av tüfeğinden atılmış olduğu, 19.09.2013 tarihli raporda; tüfek üzerinde bulunan parmak izinin mukayeseye elverişli olmadığı bilgilerine yer verildiği, Gümüşhane Devlet Hastanesince düzenlenen 22.01.2013 tarihli raporda; maktul …’in zeka seviyesi ile ilgili olarak “IQ 65, okuma yazmayı biliyor ancak kimi kelimeleri yanlış okuyor, birer birer saymayı biliyor, hafif mental retardasyon,” ifadeleri kullanıldıktan sonra % 50 oranında özrünün bulunduğunun bildirildiği, Anlaşılmaktadır. Katılan … Cumhuriyet Başsavcılığında; maktulün annesi olduğunu, Kürtün ilçesinin Gündoğdu köyünde ikamet ettiğini, sahip oldukları hayvanları olay sabahı, erken saatlerde otlatmak için dışarı çıkardığını, ardından eve döndüğünü, oğlu maktul …’ın saat 12.00 sıralarında Kur’an kursundan eve geldiğini ve ardından hayvanların peşine gittiğini, bir süre sonra köyün üst kısmında bir kalabalık toplandığını, merak edip bu kalabalığın yanına gittiğinde oğlu Murat’ın torpil patlaması sonucu yaralandığını kendisine söylediklerini, bir araba ile olay yerine götürüldüğünü, olay yerine oğlu maktulün cesedini görünce bayıldığını, sonrasını hatırlamadığını, oğlu maktul …’ın biraz saf bir çocuk olduğunu, arkadaşlarının çoğu isteğini yaptığını, olayın tüm sorumlularından şikâyetçi olduğunu, Katılan … Cumhuriyet Başsavcılığında; maktulün babası olduğunu, iş çıkışı köye döndüğünde olayı duyduğunu, olay yerine gittiğinde maktulün cansız bedenini yerde gördüğünü, sanıktan ve sanığın anne ve babasından da şikâyetçi olduğunu, Katılanlar Mahkemede benzer şekilde; oğullarını kasten öldüren sanıktan şikâyetçi olduklarını ve davaya katılmak istediklerini, Tanık … Cumhuriyet Başsavcılığında; Kürtün ilçesinin Gündoğdu köyünde ikamet ettiğini, 14 yaşında olduğunu, olay günü köydeki evlerinde otururken amcasının oğlu inceleme dışı sanık … ile maktul …’ın gelerek güttükleri hayvanları aramaya çağırdıklarını, birlikte hayvanları aramaya başladıklarını, Tolga’ya ait hayvanları Düdüklü mevkisinde bulduklarını ardından maktul …’ın güttüğü hayvanları aramaya başladıklarını, Bakırlık mevkisinde de maktul …’ın güttüğü hayvanları bulduklarını, Bakırlık mevkisinin yaklaşık 10 metre aşağısındaki suyun yanında sanık …’ı gördüklerini, sanığın kendilerini görünce yanlarına geldiğini, konuşmaya başladıklarını, amcasının oğlu inceleme dışı sanık …’ün sanık …’a “…’e bir şeyler söyle de yukarıya gelsin” şeklinde bir şeyler söylediğini, daha sonra hep birlikte Maden mevkisine çıktıklarını, burada bir süre oynadıklarını, yaklaşık bir saat kadar Maden mevkisinde kaldıklarını, eve dönme saati yaklaşınca sanık …’ın maktul …’e “Buraya gel kara oğlan, gelmezsen seni vururum” dediğini ve nişan alarak yaklaşık 15-20 metre mesafeden maktule ateş ettiğini, ardından sanığın tüfeği kırıp sertçe yere attığını, maktulün yanına giderek nabzına baktığını, kendisinin ise o esnada olduğu yerde kaldığını, maktulün ağzından kan geldiğini görünce köye doğru kaçmaya başladıklarını, sanığın kendilerinden yardım istediğini, “Beni ele vermeyin, …’i bizim köye atalım” dediğini, sanığın dediklerini umursamadıklarını ve köye doğru kaçmaya başladıklarını, köye iner inmez annesine durumu anlattığını, Mahkemede; sanığın maktul …’ı “Buraya gel, kara oğlan, gelmezsen seni vururum,” diyerek yanına çağırdığını, bu sırada sanığın elinde tüfek bulunduğunu ancak tüfeği maktule tam olarak doğrultup doğrultulmadığını göremediğini, bu sırada tüfeğin ateş aldığını, Cumhuriyet savcısının yaptığı ölçüme göre aralarında 17 metre bulunduğunu, sanığın amacının korkutmak mı yoksa öldürmek mi olduğunu bilemediğini, aralarında herhangi bir kavga veya husumet olmadığını, patlama sesini duyduklarında tüfeğin maktul …’a doğru doğrultulmuş olduğunu gördüklerini, tüfek ateş alınca sanığın tüfeği kırıp yere attığını, Tanık … Kollukta, Çayırçukur köyünde ikamet ettiğini ve 50 yaşında olduğunu, olayı duyunca meraktan olay yerine gittiğini, olay yerinde bulduğu boş kartuşu jandarma görevlilerine vermek maksadıyla bulunduğu yerden aldığını, uyarılması üzerine kartuşu aldığı yere bıraktığını, olayla bir ilgisinin bulunmadığını, Tanık … Kollukta; Çayırçukur köyünde ikamet ettiğini, 64 yaşında olduğunu, sanık …’ı tanımadığını ancak İnan’ın babasını köylüsü olması nedeniyle bildiğini, olay günü saat 15.00 sıralarında köyde çayırlık alanda torunlarını gezdirdiği esnada sanığın el kol hareketleri yaparak bağırdığını, sanığın yanına gittiğinde kendisine “Amca oynarken bir çocuk vurdum, yaşıyor mu, öldü mü, gel bak,” dediğini, sanığın bir yandan da kendini yerlere attığını, olay yerini sanıktan sorarak sanıkla birlikte Maden mevkisine gittiklerini, maktulü ağzı kan içinde yerde sırtüstü yatarken gördüğünü, nefes almadığını fark ettiği maktulün ölmüş olduğunu anladığını, olay yerinde tüfek veya boş kartuş görmediğini, Tanık … Cumhuriyet Başsavcılığında; sanık …’ın babası olduğunu, olay tarihinde inşaatta çalışırken tanık …’ın kendisini telefonla arayarak sanık …’ın kazayla bir çocuğu vurduğunu, hemen olay yerine gelmesini söylediğini, olay yerine gittiğinde tanıklar … ve …. ’u gördüğünü, sanığın ise şuurunu kaybetmiş bir şekilde yerde debelendiğini, sanığı alarak köye indiğini, muhtara bulundukları yeri söylediğini, jandarmanın gelerek sanığı alıp gittiğini, maktulün ailesi ile aralarında herhangi bir husumet bulunmadığını, Tanık N… Cumhuriyet Başsavcılığında; sanığın amcası oluğunu, suçta kullanılan tüfeğin 2010 yılında vefat eden babasına ait olduğunu, tüfeği çatı arasında muhafaza ettiğini, sanığın bu tüfeği nasıl aldığını bilemediğini, Hakkında ceza verilmesine yer olmadığına dair karar verilen inceleme dışı sanık … 31.07.2013 tarihinde Cumhuriyet Başsavcılığında; Kürtün ilçesinin Gündoğdu köyünde ikamet ettiğini, 13 yaşında olduğunu, olay günü araziye salmış olduğu hayvanlarını aramaya çıktığını, evden ayrıldıktan sonra maktul …’in de kendisini görerek ardı sıra gelmeye başladığını, maktulle birlikte tanık …’ün evine gittiklerini, Aşkın’ın da kendilerine katılması ile hep birlikte Düdüklü mevkisine gittiklerini, Aşkın ve kendilerine ait hayvanları bulduklarını, maktul …’in hayvanlarını bulamadıkları için Bakırlı mevkisine gittiklerini, maktulün ailesine ait hayvanları da bu son gittikleri yerde bulduklarını, ismini sonradan öğrendiği sanık …’ın güttüğü ait hayvanlarla Bakırlı mevkisinden bulundukları Maden bölgesine doğru geldiğini, sanık …’ın yanlarına gelmesi ile güttükleri sürülerin birbirlerine karıştığını, yaklaşık 5 dakika konuştuktan sonra maktul …’in yanlarından ayrılarak hayvanlarının yanına gittiğini, sanık …’a maktul …’ı kastederek “O’na bağır da yanımıza gelsin” dediğini, bu sözlere sanığın herhangi bir tepki vermediğini, bir saat kadar sonra sanık …’ın maktul …’a hitaben “Kara oğlan buraya gel, buraya gelmezsen seni vururum” dediğini, ardından elinde bulunan tüfeği maktul …’ın bulunduğu yere doğrultup bir kez ateş ettiğini, bunun üzerine maktulün yere düştüğünü, sanık …’ın elinde bulunan tüfeği eklem yerinden kırarak yere attığını ve maktulün yanına gittiğini, korktuğu için kendisinin maktulün düştüğü yere gitmediğini, sanık …’ın maktulün nabzına baktıktan sonra yanlarına geldiğini, “Sakın beni ele vermeyin” dediğini ve kendisinin telefonunu aldığını, korktukları için olay yerinden kaçtıklarını, sanığın bu esnada “Gelin köye götürelim” dediğini ancak sanığı dinlemediklerini ve kaçıp köye geldiklerini, köyde yengesi Gülüzar’a durumu anlattıklarını, sanığın atış yaptığı yer ile maktulün arasının 15-20 metre kadar olduğunu, sanığın elindeki tüfeğin eklem yerinden kırık şekilde olmadığını, ilk karşılaşmalarından olayın gerçekleştiği ana kadar tüfeğin ateş etmeye hazır ve düz bir şekilde bulunduğunu, Mahkemede; olay günü hep beraber hayvan otlattıklarını, oyun oynadıklarını, maktul …’ın hayvanlarının yanında olduğunu, sanığa “Murat’ı da çağır” dediğini, sanığın maktul …’ı çağırdığını ancak Murat’ın sanığı umursamadığını, bundan yaklaşık bir saat sonra sanığın “Buraya gel, kara oğlan gelmezsen seni vururum,” diyerek maktulü yanına çağırdığını, bu sırada maktule doğru baktığını, silahın patlamasıyla maktulün yere düştüğünü, sanığa baktığında sanığın tüfeği doğrultmuş vaziyette olduğunu, sanığa “Ne yaptın, çocuğu vurdun,” dediğini, sanığın tüfeği kırıp maktulün yanına doğru koştuğunu, İfade etmişlerdir. Sanık … 31.07.2013 tarihinde Cumhuriyet Başsavcılığında; Gümüşhane Teknik ve Endüstri Lisesinde 10. sınıf öğrencisi olduğunu, olay günü ailesine ait hayvanları otlatmak amacıyla Çayırçukur çimenliğine götürdüğünü, hayvanları otlattığı yere başkasına ait hayvanların da geldiğini bu hayvanları geri sürdüğünü, bir süre sonra kendilerini bu olay nedeniyle tanıdığı maktul …, inceleme dışı sanık … ve tanık …’ün yanına geldiklerini, kendilerine hayvanların onlara ait olup olmadığını sorduğunu, hayvanların kendilerine ait olduğunu ancak iki hayvanın eksik olduğunu söylediklerini, yolları aynı olduğu için birlikte hayvanlarını sürerek yukarıya doğru gittiklerini, olay mahallinde hayvanların birbirlerine karıştığını, maktul …’in hayvanları çevirmek için sürünün yanına gittiğini, aralarında 15-20 metre kadar mesafe bulunduğunu, bu sırada tanık Aşkın ve inceleme dışı sanık … ile birlikte muhabbet ettiklerini, Tolga’nın kendisine maktul …’ın çok korkak birisi olduğunu, her şeyden korktuğunu, kendisini korkutmasını istediğini, bu sırada tüfeğin elinde bulunduğunu, maktule herhangi bir şey söylemediğini, bir müddet sonra elindeki eklem yerinden kırık olan tüfeği maktule gelmesin diye yukarıya doğrulttuğu esnada tüfeğin ateş aldığını, maktulün yere düştüğünü, yanında bulunan çocukların kendisine maktulü vurduğunu söylediklerini ancak kendisinin buna ihtimal vermediğini, maktulün yanına gittiğinde ağzından ve burnundan kan geldiğini gördüğünü, Tolga’dan telefonunu alarak 112’yi aradığını, elinde bulunan tüfeği bir müddet gittikten sonra patika yolun sağındaki ağacın kenarına bıraktığını, maktulü köye tek başına götüremeyeceğinden olay yerinden ayrıldığını, köylerinden İsmet Amca’sına durumu bildirdiğini, İsmet’le birlikte olay yerine gittiklerini, İsmet’in telefonla bir yerleri aradığını, maktulü, tanık Aşkın’ı ve inceleme dışı sanık …’yı daha önce de hiç görmediğini, olay yerinde tanıştıklarını, olayda kullandığı tüfeği amcasının evindeki tavan arasından aldığını, maktule ateş ettikten sonra tek kırma tüfeği kırarak içindeki kovanı atıp atmadığını hatırlamadığını, kesinlikle öldürme kastı ile ateş etmediğini, silahın birden ateş aldığını, Mahkemede; önceki savunmalarını tekrar ettiğini, olayın kazayla meydana geldiğini, maktulle aralarında kavga olmadığını, birbirlerine kötü söz söylemediklerini, tüfeğin havaya doğrultmak isterken kaza sonucu patladığını, çocukların tüfeği merak ettiklerini ve “Ateş etsene, kuş vursana” dediklerini, kendisinin ise ateş etmeyi kabul etmediğini, ayrılacakları sırada göstermek için havaya doğru ateş edeceği sırada olayın kaza sonucu meydana geldiğini, maktulü önceden tanımadığını, olaydan iki saat önce tanıştıklarını, tüfeğin kazayla elinde patladığını, tanık beyanlarına diyeceklerinin sorulması üzerine; Tolga’nın kendisine maktulü kastederek “Korkut,” dediğini fakat Tolga’nın bu dediğini umursamadığını, daha önce maktul …’ı yanına çağırdığını ancak maktulün yanlarına gelmediğini, tüfeğin içerisinde mermi olduğunu bilmediğini, tüfeğin kırık şekilde olduğunu, tüfeği eline alıp düzelttiğini, bu sırada tüfeğin patladığını, havaya doğru ateş edecekken tüfeğin ateş aldığını, maktulün yere düştüğünü, “Buraya gel kara oğlan gelmezsen seni vururum,” şeklinde bir şey söylemediğini, daha önceki konuşmalarında böyle bir ifade kullanmış olabileceğini, olaydan dolayı üzgün olduğunu, 3,5 yıldır hapiste yattığını, 16 yaşında, lise 2. sınıftayken hapse girdiğini, artık 19 yaşına bastığını ve iki üniversite kazandığını, beraatine karar verilmesini istediğini, Savunmuştur. Tüm uygar hukuk düzenleri insan yaşamını en üstün değer kabul etmişlerdir. Gerek Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nde gerek Anayasa’da mutlak, en üstün değer olarak algılanan insan hayatı, korunmasında sadece bireyin çıkarı olduğu için değil, aynı zamanda toplumun da menfaati olduğu için ceza himayesinin konusu yapılmıştır. Bu bağlamda, 5237 sayılı TCK’nın “Kişilere Karşı Suçlar” başlıklı ikinci kısmının “Hayata Karşı Suçlar” başlıklı birinci bölümünün 81. maddesinde “Kasten Öldürme” suçu; “Bir insanı kasten öldüren kişi, müebbet hapis cezası ile cezalandırılır” şeklinde düzenlenmiş, “Nitelikli hâller” başlıklı 82. maddesinde; “(1) Kasten öldürme suçunun; … e) Çocuğa ya da beden veya ruh bakımından kendisini savunamayacak durumda bulunan kişiye karşı, …İşlenmesi hâlinde, kişi ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası ile cezalandırılır” düzenlemesiyle de çocuğun öldürülmesi, kasten öldürme suçunun nitelikli hâlleri arasında sayılmıştır. Uyuşmazlık konusunda isabetli bir hukuki çözüme ulaşılabilmesi bakımından, “doğrudan kasıt” ve “olası kasta” değinilerek, birbirlerinden ayırdedici ölçütlerin ortaya konulması gerekmektedir. 5237 sayılı TCK’nın “Kast” başlıklı 21. maddesi; “(1) Suçun oluşması kastın varlığına bağlıdır. Kast, suçun kanuni tanımındaki unsurların bilerek ve istenerek gerçekleştirilmesidir. (2) Kişinin, suçun kanuni tanımındaki unsurların gerçekleşebileceğini öngörmesine rağmen, fiili işlemesi halinde olası kast vardır. Bu halde, ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasını gerektiren suçlarda müebbet hapis cezasına, müebbet hapis cezasını gerektiren suçlarda yirmi yıldan yirmibeş yıla kadar hapis cezasına hükmolunur; diğer suçlarda ise temel ceza üçte birden yarısına kadar indirilir” şeklinde düzenlenerek, maddenin birinci fıkrasının ikinci cümlesinde doğrudan kasıt, ikinci fıkrasının birinci cümlesinde de olası kasıt tanımlanmıştır. Olası kastın tanımlandığı TCK’nın 21. maddesinin 2. fıkrasının gerekçesinde; “…Olası kast durumunda suçun kanuni tanımında yer alan unsurlardan birinin somut olayda gerçekleşebileceği öngörülmesine rağmen, kişi fiili işlemektedir. Diğer bir deyişle, fail unsurların meydana gelmesini kabullenmektedir. Mevzuatımıza giren yeni bir kavram olan olası kastla ilgili uygulamadan bazı örnekler vermek yararlı olacaktır. Yolda seyreden bir otobüs sürücüsü, trafik lambasının kendisine kırmızı yanmasına rağmen, kavşakta durmadan geçmek ister; ancak kendilerine yeşil ışık yanan kavşaktan geçmekte olan yayalara çarpar ve bunlardan bir veya birkaçının ölümüne veya yaralanmasına neden olur. Trafik lambası kendisine kırmızı yanan sürücü, yaya geçidinden her an birilerinin geçtiğini görmüş; fakat, buna rağmen kavşakta durmamış ve yoluna devam etmiştir. Bu durumda otobüs sürücüsü, meydana gelen ölüm veya yaralama neticelerinin gerçekleşebileceğini öngörerek, bunları kabullenmiştir. Düğün evinde törene katılanların tabancaları ile odanın tavanına doğru ardı ardına ateş ettikleri sırada, bir kişinin aldığı alkolün de etkisi ile elinin seyrini kaybetmesi sonucu, yere paralel olarak yaptığı atışlardan bir tanesinden çıkan kurşun, törene katılanlardan birinin alnına isabet ederek ölümüne neden olur. Bu örnek olayda kişi yaptığı atışlardan çıkan kurşunların orada bulunan herhangi birine isabet edebileceğini öngörmüş; fakat, buna rağmen silâhıyla atışa devam etmiştir. Burada da fail silâhıyla ateş ederken ortaya çıkacak yaralama veya ölüm neticelerini kabullenmiştir. Verilen bu örneklerde kişinin olası kastla hareket ettiğinin kabulü gerekir.” şeklinde açıklamalara yer verilmiş ve olası kasta ilişkin örnek olaylar gösterilmiştir. Buna göre, doğrudan kasıt; öngörülen ve suç teşkil eden fiili gerçekleştirmeye yönelik irade olup kanunda suç olarak tanımlanmış eylemin bilerek ve istenerek gerçekleştirilmesi ile oluşur. Fail hareketinin kanuni tipi gerçekleştireceğini bilmesi ve istemesi hâlinde doğrudan kasıtla hareket etmiş olacak, buna karşın işlemiş olduğu fiilin muhtemel bazı neticeleri meydana getirebileceğini öngörmesine ve bu neticelerin gerçekleşmesini mümkün ve muhtemel olarak tasavvur etmesine rağmen muhtemel neticeyi kabullenerek fiili işlemesi hâlinde olası kast söz konusu olacaktır. Olası kasıt ile doğrudan kasıt arasındaki farkı ortaya koyan en belirgin unsur, doğrudan kasıttaki bilme unsurudur. Fail hareketinin kanuni tipi gerçekleştireceğini biliyorsa doğrudan kasıtla hareket ettiğinin kabulü gerekmektedir. Yine failin hareketiyle hedeflediği doğrudan neticelerle birlikte, hareketin zorunlu veya kaçınılmaz olarak ortaya çıkan sonuçları da, açıkça istenmese dahi doğrudan kastın kapsamı içinde değerlendirilmelidir. Belli bir sonucun gerçekleşmesine yönelik hareketin, günlük hayat tecrübelerine göre diğer bir kısım neticeleri de doğurması muhakkak ise, failin bu sonuçlar açısından da doğrudan kasıtla hareket ettiği kabul edilmelidir. Olası kastı doğrudan kasttan ayıran diğer ölçüt; suçun kanuni tanımındaki unsurların gerçekleşmesinin muhakkak olmayıp muhtemel olmasıdır. Fail, böyle bir durumda muhakkak değil ama, büyük bir ihtimalle gerçekleşecek olan neticenin meydana gelmesini kabullenmekte ve “olursa olsun” düşüncesi ile göze almakta; neticenin gerçekleşmemesi için herhangi bir çaba göstermemektedir. Olası kasıtta fiilin kanunda tanımlanan bir sonucun gerçekleşmesine neden olacağı muhtemel görülmesine karşın, bu neticenin meydana gelmesi fail tarafından kabul edilmektedir. Bu açıklamalar ışığında uyuşmazlık konusu değerlendirildiğinde; Gümüşhane ilinin Kürtün ilçesine bağlı Gündoğdu köyünde ikamet eden 13 yaşındaki maktul …’in olay günü, öğle saatlerinde Kur’an kursundan eve geldiği, sabah vakti annesinin otlamaları için araziye saldığı hayvanları eve getirmek için bir süre sonra evden ayrıldığı, maktul … ile aynı köyde ikamet eden 15 yaşındaki tanık … ve Aşkın’ın amcasının oğlu 14 yaşındaki inceleme dışı sanık …’ün de merada otlayan hayvanlarını bulmak için dışarı çıktıkları, maktul ile buluşan Aşkın ve Tolga’nın Maden mevkisi olarak anılan yerde komşu Çayırçukur köyünde ikamet eden ve hayvanlarına çobanlık yapan 16 yaşını henüz ikmal etmemiş olan sanık … ile karşılaştıkları, sanık …’ın atışa engel bir arızası olmayan tek kırma av tüfeğini yanında taşıdığı, sanık …, maktul … ve tanık Aşkın ile Tolga’nın birlikte bir süre vakit geçirdikleri, aralarında geçen konuşmalar sırasında sanık …’ın, maktul …’a hitaben “Buraya gel kara oğlan, gelmezsen seni vururum” diyerek 15 metre uzaklıktaki maktul …’a nişan alarak ateş ettiği, açılan bu ateş sonucu maktulün göğüs ve karın bölgesinden beş iri saçma tanesi ile isabet aldığı, saçma tanelerinden ikisinin vücudu terk ederken, üç tanesinin maktulün vücudunda kaldığı, maktulün av tüfeği iri saçma tanesi yaralanmasına bağlı omurga ve pubis kemik kırıkları, iç organ ve büyük damar harabiyeti ve iç-dış kanama sonucu hayatını kaybettiği anlaşılan olayda; sanığın ateş ederken hedef aldığı bölge, kullanılan silahın elverişliliği, atış mesafesi ile tanık Aşkın’ın Cumhuriyet Başsavcılığındaki; “Sanık …, maktul …’e ‘Buraya gel Karaoğlan, gelmezsen seni vururum’ dedikten sonra nişan alarak yaklaşık 15-20 metre mesafeden maktule ateş etti,”; inceleme dışı sanık …’nın Cumhuriyet Başsavcılığındaki “Sanık …, maktul …’a hitaben ‘Kara oğlan buraya gel, buraya gelmezsen seni vururum’ dedi, ardından elinde bulunan tüfeği maktul …’ın bulunduğu yere doğrultup bir kez ateş etti, bunun üzerine maktul yere düştü,” şeklindeki beyanları birlikte değerlendirildiğinde; sanığın atışa engel bir arızası olmayan ve namlusunda atışa hazır iri saçma taneleri içeren fişek bulunan av tüfeğini maktulün yaşamsal organlarının yer aldığı vücudunun üst kısmını hedefleyerek yaklaşık 15 metre mesafeden ateşlemesi sonucu, hedeflediği maktulün isabet almasının günlük hayat tecrübelerine göre mutlak ve kaçınılmaz olduğu, sanığın buna rağmen ateş ederek eylemini, sonucunu bilerek ve isteyerek gerçekleştirdiği; sanığın cezadan kurtulmaya yönelik havaya ateş edecek iken tüfeğin kazayla ateş aldığı yönündeki savunmasına ise olay yeri inceleme raporu, maktulün vücudunda isabet alan bölgeler ve iri saçmaların maktulün bedeninde hafif yukarıdan aşağı seyir yönlü olduğuna ilişkin otopsi raporu ile tanık anlatımları karşısında itibar edilemeyeceği, bu şekilde sanık …’ın 13 yaşındaki maktul …’i doğrudan kasıtla öldürdüğü kabul edilmelidir. Bu itibarla sağının eyleminin olası kasıtla nitelikli kasten öldürme suçunu oluşturduğuna ilişkin Yerel Mahkeme hükmünün bozulmasına karar verilmelidir. Çoğunluk görüşüne katılmayan Ceza Genel Kurulu Üyesi …; “Yargıtay Ceza Genel Kurulu’nun sayın çoğunluğuyla aramızda oluşan görüş farklılığı, suça sürüklenen çocuğun eylemini doğrudan kastla mı yoksa bilinçli taksirle mi gerçekleştirdiği noktasındadır. Öncelikle, doğrudan kast, olası kast ve bilinçli taksir kavramlarına kısaca değinmek gerekirse: Doğrudan kast: Fail, düşündüğü, öngördüğü ve dolayısıyla bildiği sonucu aynı zamanda isteyerek gerçekleştirmişse, gerçekleşen bu sonuç bakımından ‘doğrudan kast’ söz konusudur. (İçel, K.: Ceza Hukukunda Temel Kusurluluk Şekli ‘Kast’, İstanbul Ticaret Üniversitesi sosyal Bilimler Dergisi, Güz, sh. 61-70.). Fail, işlediği suçun maddi unsurlarının bütününü düşünmüş, öngörmüş ve dolayısıyla, bütün bunlar hakkında bilgiye sahip olmuş ise, doğrudan kast söz konusudur. Bir suçun işlenmesi kararlaştırılmış, bu suçun maddi unsurları ve özellikle işlenen fiilin günlük hayat tecrübelerimize göre muhakkak surette sebebiyet vereceği neticeleri öngörülmüş ise; fail doğrudan kastla hareket etmiştir. (Dönmezer / Erman II, no: 930; Öztürk / Erdem / Özbek, Uygulamalı Ceza Hukuku ve Emniyet Tedbirleri Hukuku, 6. bası, sh.191.). Fail, kanuni tanımda yer alan maddi unsurların mevcut olduğunu bilerek tipikliği gerçekleştirmek için hareket ediyorsa veya hareketinin bunları gerçekleştireceğini bilerek veya kesin olarak öngörerek davranışını yapıyorsa doğrudan kastla hareket ediyordur. Fail hareketinin kanuni tanımı gerçekleştireceğini biliyor veya kesin olarak öngörüyorsa doğrudan kast söz konusudur. (Akbulut, Berrin: Ceza Hukuku Genel Hükümler, Ankara, 2020, sh. 449.). Olası kast: Olası kast halinde, bir suçun kanuni tanımındaki maddi unsurların gerçekleşebileceği fail tarafından öngörülmektedir. Doğrudan kasttan farklı olarak, olası kast halinde; somut olayda suçun kanuni tanımında yazılı maddi unsurların gerçekleşmesi, fail tarafından muhakkak değil, muhtemel olarak addedilmektedir. Fail, gerçekleştirdiği fiilin muhtemel bazı neticeleri meydana getirebileceğini düşünmüş, bu neticelerin gerçekleşmesini mümkün ve muhtemel olarak tasavvur etmiş ise; bu neticeler açısından olası kastla hareket etmiştir. Fail fiili işlerken bu neticelerin muhtemelen gerçekleşebileceğini öngörmüş ve bunları kabul etmiştir. Neticenin gerçekleşmesi kabullenilmiştir. Olası kast halinde, kanuni tarife uygun neticenin meydana gelmesi, olayın seyrine bırakılmaktadır. Kişi, neticenin meydana gelmesini muhtemel addetmekle birlikte, bunun gerçekleşmemesi için özel bir çaba göstermemektedir. Kanuni tarife uygun neticenin meydana geleceği muhtemel addedilmesine rağmen, fail fiili işlemekten geri kalmamıştır. (Özgenç, İzzet: Ceza Hukuku Genel Hükümler, Ankara, 2020, sh.264 vd.). Bilinçli taksir: Bilinçli taksirle neyin anlatılmak istendiğini anlayabilmek için olası kastın anlam ve sınırını göz önünde bulundurmamız gerekmektedir. Olası kast halinde, bir suçun kanuni tanımındaki maddi unsurların gerçekleşebileceği fail tarafından öngörülmektedir. Olası kast halinde, gerçekleşmesi muhtemel neticelere ilişkin bir kabullenme söz konusudur; kanuni tarife uygun neticenin gerçekleşmesi, olayın seyrine bırakılmaktadır. Olası kast halinde, bir suçun kanuni tanımındaki maddi unsurların gerçekleşebileceği fail tarafından öngörülmektedir. Aslında ‘bilinçli taksir’ halinde de kanuni tarife uygun fiilin işlenmesi muhtemel addedilmektedir. Bilinçli taksirde kanuni tarife uygun bir fiilin gerçekleşeceğinin muhtemel addedilmesinin yanında, başka bir kıstasa daha ihtiyaç duyulmuştur. Bu kıstas, olası kastın tanımıyla sıkı bir bağlantı içindedir. Olası kasta nazaran “bilinçli taksirde” gerçekleşmesi muhtemel addedilen neticenin gerçekleşmesinin istenmemiş olması belirleyici kıstas olarak görülmektedir. Bilinçli taksir ile ilgili olarak şu şekilde bir açıklamaya da yer verilmiştir. Suç teşkil eden belli bir fiilin gerçekleşmesi muhtemel addedilmekle beraber; fail neticenin meydana gelmeyeceğine yükümlülüklerine aykırı bir şekilde güven beslemektedir. Bilinçli taksirde, gerçekleşmesi muhtemel addedilen fiilin gerçekleşmeyeceğine, kişi yükümlülüklerine aykırı ve özensiz bir şekilde güvenmektedir. (Özgenç, İzzet: Ceza Hukuku Genel Hükümler, Ankara, 2020, sh.298 vd.). Doğrudan kastta fail kanuni tanımında yer alan unsurların gerçekleşeceğini bilerek, kesin olarak öngörerek, isteyerek fiili gerçekleştirirken, olası kastta muhtemel bilmeyle hareketi yapmaktadır. Failin tehlikeliliği, hukuki değeri ihlal konusundaki kararı doğrudan kastta olası kasta göre daha fazladır. Gerek olası kast, gerekse bilinçli taksirde netice fail tarafından öngörülmektedir. Bilinçli taksirde, öngörülen neticenin gerçekleşmeyeceği ümit edilmekte, olası kastta ise bu netice fail tarafından göze alınmakta ve kabullenilmektedir. Olası kastta fail öngördüğü neticenin meydana gelmesini kabullenerek, sonucun meydana gelmemesi için herhangi bir önlem almazken, bilinçli taksirde fail neticeyi öngörmesine rağmen, şansa veya başka etkenlere, hatta kendi bilgi veya becerisine güvenerek öngörülen sonucun gerçeklemeyeceği inancıyla hareket etmektedir. Olası kastta fail, kanuni tanıma uygun unsurların gerçekleşebileceğini muhtemel görmekle birlikte söz konusu unsurların gerçekleşmemesi için özel bir çaba göstermemekte, gerçekleşmesine katlanmakta, kayıtsız kalmakta, gerçekleşmesini kabullenmektedir. Kanunumuzda kasta ilişkin belirlemede isteme kavramına yer verilmesi, bilinçli taksir ile olası kast arasında bilme noktasında farkın bulunmaması nedenleriyle, doktrinde de kabul edildiği gibi, farkın isteme açısından yapılması gerektiği değerlendirilmektedir. Bu bilgiler ışığında somut olay değerlendirildiğinde; Dosya kapsamında bulunan savunma ve ifade içeriklerinden de anlaşılacağı üzere; olay tarihinde (30/07/2013) suça sürüklenen çocuk …, maktul … ve olayın tanıkları Aşkın (1998 doğumlu) ile Tolga’nın (2000 doğumlu) hayvanlarını otlatmak amacıyla bir arada bulundukları, hep birlikte oyun oynadıkları, aralarında her hangi bir tartışma ya da kavga olayının olmadığı, maktul …’ın, İnan, Tolga ve Aşkın’ın yanından ayrılarak 20-25 metre mesafedeki kendi hayvanlarının yanına gitmesinden bir süre sonra Tolga’nın suça sürüklenen çocuk …’a ‘Murat’ın çok korkak birisi olduğunu, her şeyden korktuğunu ve onu korkutmasını söylediği’, bunun üzerine İnan’ın yanında bulunan tek kırma av tüfeğini korkutmak amacıyla maktulün bulunduğu yöne doğru doğrultarak ‘karaoğlan gel buraya, yoksa seni vururum’ şeklinde söz söylediği sırada tüfeğin patlayarak Murat’ın ölümüne sebebiyet verdiği noktasında bir tereddüt bulunmamaktadır. Burada çözümlenmesi gereken öncelikli sorun, yukarıda anlatıldığı şekilde gerçekleşen olay sırasında suça sürüklenen çocuk …’ın maktule nişan alarak mı, maktule doğru mu, maktulün bulunduğu yöne doğru mu, yoksa havaya doğru mu ateş edip etmediği, yine tüfeğin tetiğine isteyerek mi yoksa istem dışı mı bastığı noktasındadır. Yüksek 1. Ceza Dairesi bozma ilamında, sadece, tanık Aşkın’ın olay yeri inceleme tutanağının düzenlendiği sırada alınan ifadesinde geçen, ‘buraya gel karaoğlan, gelmezsen seni vururum’ diyerek 15 metre uzaklıktaki Murat’ı nişan alıp av tüfeği ile ateş ederek öldürdüğü anlaşılan olayda demek suretiyle, sübutun bu şekilde gerçekleştiğini kabul ederek olayı değerlendirmiş, bu kabulden hareketle de; ‘hedef alınan bölge, kullanılan silahın elverişliliği, atış mesafesi ve tanık Aşkın’ın beyanında belirttiği şekilde nişan alarak ateş ettiği dikkate alındığında, maktulün isabet almasının kaçınılmaz olduğu, suça sürüklenen çocuk …’ın buna rağmen ateş ederek eylemin sonucunu bilerek ve isteyerek gerçekleştirdiği anlaşılmakla, doğrudan kastla çocuk yaştaki maktulü öldürme suçundan cezalandırılması yerine’ şeklinde gerekçe ile mahkemenin kararını bozmuştur. Şayet, sübut gerçekten Yüksek Dairenin kabul ettiği şekilde gerçekleşmiş olsa idi, eylemin doğrudan kastla işlendiği konusunda bir tereddüt olmayacaktı. Ancak, biz, sübuta bir tek bu tanığın ifadesinden yola çıkarak gidemeyiz, gitmemeliyiz. Kaldı ki olayımızda birden fazla tanık ve bunların kendi içinde farklılık gösteren birden fazla ifadeleri ile sanığın savunmaları bulunmaktadır. Dosya içerisinde mevcut suça sürüklenen çocuklar, katılan ve tanıkların alınan savunma ve ifadelerde özetle: Tanık …’ün (1998 doğumlu) 30.07.2013 tarihinde olay yeri inceleme, keşif ve ölü muayene tutanağı düzenlendiği sırada alınan ifadesinde ‘…yanımıza hayvanları ile beraber kendisini sonradan tanıdığımız … geldi ve tanıştık. Hep birlikte Maden mevkiine hayvanları otlatmak için çıktık. Aradan 10-15 dakika geçti. … bizden ayrıldı ve 20 metre ileride bulunan hayvanların yanına gitti. Müteveffa … çok korkak birisi olduğundan …, İnan’a ‘…’in gözünü biraz korkut’ dedi. Çünkü Murat en küçük bir kelimeden bile korkardı. Ben, Tolga ve İnan, Murat’ın bulunduğu yerden yaklaşık 15-20 metre kadar mesafedeydik. … elinde bulunan tek kırma tüfeği …’e doğru tuttu ve ‘karaoğlan yanıma gel, yoksa seni vururum’ dedi. … herhangi bir şey söylemedi. Bunun üzerine … tüfeği …’e doğrulttu ve tek bir el ateş etti. Ateş etmesi üzerine … yere yığıldı.’ Tanık …’ün 28.08.2013 tarihinde Cumhuriyet savcılığında alınan ifadesinde; ‘…amcamın oğlu …, …’a ‘…’e birşeyler söyle de yukarıya gelsin’ şeklinde söyledi. Daha sonra hep birlikte Maden mevkiine çıktık. Orada bir süre oynadık… O esnada … …’e ‘buraya gel Karaoğlan, gelmezsen seni vururum’ dedi ve nişan alarak yaklaşık 15-20 metre mesafeden …’e ateş etti. … tüfeği kırdı ve sertçe yere attı ve …’in yanına giderek nabzına baktı. Ben o esnada olduğum yerde kaldım. … ise birkaç adım yaklaştı. …’in ağzından kan geldiğini görünce biz köye doğru kaçmaya başladık…’; Cumhuriyet savcısının sorusu üzerine ise, ‘İnan tüfeği çocuğa doğrulttu ve ateşledi.’ Suça sürüklenen çocuk … (2000 doğumlu) 31.07.2013 tarihinde savcılıkta verdiği ifadesinde: ‘…İnan ile konuşmaya başladık, sonra Murat bizden ayrılarak yaklaşık 15-20 metre mesafedeki hayvanlarının yanına gitti. Ben İnan’a, Murat’ın herşeyden korktuğunu, çok korkak birisi olduğunu bildiğimden dolayı, Murat’ı korkutması amacıyla İnan’a onu korkut dedim. Bu sırada İnan’ın elinde tüfek bulunuyordu. Aradan 5-6 dakika geçtikten sonra İnan, ben ve Aşkın beraberken Murat bizden yaklaşık 15-20 metre kadar uzaktaydı ve İnan, Murat’a hitaben ‘gel buraya karaoğlan, buraya gelmezsen seni vururum’ dedi ve elindeki tek kırma tüfeği Murat’a doğrultarak tek el ateş etti. Daha sonra Murat yere düştü. İnan bize Murat’ın korkmuş olabileceğinden düşmüş olabileceğini söyledi. İnan elindeki tüfeği eklem yerinden kırarak hızla attı ve Murat’ın olduğu yere gitti. Murat’ın nabzına baktı…’ Suça sürüklenen çocuk …’ün 28.08.2013 tarihli alınan savunmasında: ‘…İnan, Murat’a hitaben ‘karaoğlan buraya gel, gelmezsen seni vururum dedi’ ve ardından elinde bulunan tüfeği Murat’ın bulunduğu yere doğru doğrulttu ve bir kez ateşledi. Bunun üzerine Murat yere düştü. …, Murat’ın yanına gitti. Bu esnada elinde bulunan tüfeği kırma yerinden kırarak yere doğru attı. Bu esnada … bize “gelin köye götürelim” dedi, ben onu dinlemeyerek oradan kaçtım.’ Suça sürüklenen çocuk …’ün 21.10.2013 tarihinde Cumhuriyet savcılığında alınan ifadesinde; ‘…birlikte hayvanları karıştırdık, dövüştürdük. Kendi aramızda oyun oynadık. … arkadaşımız hayvanların arasına geçmişti. Ben …’a “çağır da … yanımıza gelsin” dedim. … herhangi bir şey yapmadı. Eve dönme vakti geldiği için … hayvanlarının önüne gitmişti. Ben … ve Aşkın birlikteydik. Bu sırada …, …’e hitaben ‘karaoğlan buraya gel, buraya gelmezsen seni vururum dedi’ ve elinde bulunan tüfeği Murat’ın bulunduğu yere doğrulttu ve bir kez ateş etti. Ben …’in yere düştüğünü gördüm. …’in ağzından kan geldiğini görünce çocuğu vurdun dedim. … bunun üzerine elinde bulunan tüfeği kırdı ve yere attı. Gidip …’in boğazını elledi ve yaşıyor dedi. Biz yanından kaçmaya başladık. Bize gelin Murat’ı köye götürelim, beni sakın ele vermeyin dedi.’ Tanık … kollukta alınan ifadesinde: ‘…30.07.2013 günü saat 15.00 sıralarında Çayırçukur köyünde bulunan çayırlık alanda torunlarımı gezdiriyordum. … isimli çocuk bana el kol hareketleri ile bağırıyordu. Benim kulağımın tam duymaması sebebiyle yanına yaklaştım. … bana amca ben oynarken bir çocuk vurdum, yaşıyor mu öldü mü, gel bak diyerek kendini yerlere atıyordu. Ben de çocuğa olayın nerede olduğunu sordum. Bana Maden mevkiinde dedi. Olay yerine gittiğimde …’in vefat ettiğini anladım.’ Suça sürüklenen çocuk … Cumhuriyet savcılığında verdiği savunmasında; ‘…bu sırada ben, Aşkın ve Tolga muhabbet ediyorduk. Bu esnada … bana Murat’ın çok korkak birisi olduğunu, herşeyden korktuğunu ve kendisini korkutmamı istediğini söyledi. Bu sırada elimde tüfek bulunuyordu. Ben Murat’a herhangi bir şey söylemedim. Bir müddet sonra elimdeki eklem yerinden kırık olan tüfeği Murat’a gelmesin diye de yukarıya doğru doğrulttuğumda tüfek ateş aldı. Daha sonra Murat yere düştü. Yanımda bulunan çocuklar bana Murat’ı vurduğumu söyledi. Ben de herhangi bir şey olmamış olacağını, zira tüfeği yukarıya doğru doğrulttuğumdan kendisine gelmiş olabileceğini tahmin etmedim. Daha sonra Murat’ın yanına gittiğimde Murat’ın ağzından ve burnundan kan geldiğini gördüm.’ Suça sürüklenen çocuk …’ın 31.07.2013 tarihinde Sulh Ceza Mahkemesinde yapılan sorgusu sırasında alınan ifadesinde: ‘…Biz müteveffa ile yanındaki şahısla birlikte muhabbet ettik. Müteveffa sürünün karışmasından korktuğu için kendi sürüsünü benim sürümden ayırdı. Tolga denilen çocuk Murat’ı tanıyordu. Murat’ın korkak yapılı bir çocuk olduğunu bildiği için bana Murat’ı korkutmamı söyledi. Tolga bana Murat’ı korkut deyince ben de elimde kırık vaziyette olan ve namlu ağzında fişik olup olmadığını hatırlamadığım tüfeği kırıldığı yerden kapattım ancak müteveffayı kesinlikle hedef almadım. Tüfek kapandığı esnada ateş aldı. Yine az önce söylediğim gibi tüfeğin içinde fişek olup olmadığını bilmiyorum. Tüfek ateş alınca müteveffa Murat’ın yere yığıldığını gördüm. Yanımızda bulunan diğer çocuklar vurdun onu dediler. Ben de tüfeği yukarıya doğru tuttuğumu, birşey olmayacağını söyledim. Sonra hızlı bir şekilde Murat’ın yanına gittim. Ağzında ve yüzünde kan olduğunu gördüm. Sonra haber vermek için oradan uzaklaştım. Köylümüz olan …’ı gördüm. İsmet amcayı görünce ağlayarak koş koş dedim. Yolda İsmet amcaya olanları anlattım. Müteveffa ile kesinlikle bir husumetim yoktur. Olayın meydana geldiği esnada tüfeğin içinde fişek olup olmadığını bilmiyordum. İstemeden böyle bir olay gerçekleşti. Kesinlikle tetiğe basmadım. Tüfeği kapatırken kendiliğinden ateş aldı. Müteveffanın ölümünden büyük üzüntü duyuyorum.’ Tanık … savcılıkta alınan ifadesinde; ‘…… isimli şahıs beni arayarak oğlumun kaza ile bir çocuğu vurduğunu, hemen olay yerine gelmemi söyledi… Olay yerine gittiğimde oğlumun şuurunu kaybetmiş bir şekilde yerde debelendiğini gördüm. Vefat eden …’in ailesiyle aramızda herhangi bir husumet bulunmamaktadır. …’in babasını tanırım. Kendisi babadan dostumuz olur.’ 12.12.2013 tarihli sosyal inceleme raporunda yer alan, suça sürüklenen çocuğun okumakta olduğu, yatılı bölge okulunun müdürü ile yapılan görüşmede, okul müdürünün: ‘…gözlemlediğim kadarıyla sönük bir çocuk olduğunu, yatılı okula karşı uyumsuz olmadığını ve şimdiye kadar bir sorun çıkartmadığını, herhangi bir kavgasının olmadığını; rehber öğretmenin: “…uyum problemi yaşamadığını ve tavır ve tutumlarının sağlıklı olduğunu, yatılı okul ortamına çabuk alıştığını, sorun çıkaran bir öğrenci olmadığını, arkadaş çevresiyle de çok iyi bir iletişim kurduğunu, sınıf öğretmeninin: “…sene boyunca başarılı, ilgili ve uyumlu bir öğrenci olduğunu, arkadaşları tarafından çok sevildiğini, futbola meraklı olduğunu, sosyal ve girişimci bir öğrenci olduğunu, herhangi bir disiplin probleminin olmadığını, kimseye en ufak bir zararının olmadığını, arkadaşlarına olumsuz şakalar yapmadığını ve kendisinden suçlu bir davranış beklemediğini.’ Suça sürüklenen çocuk …’ın 19.12.2013 tarihli celsede alınan savunmasında; ‘Daha önceki savunmalarım geçerlidir. Olay kazaen oldu. Aramızda ne bir kavga ne bir kötü söz geçti. Ben tüfeği havaya doğru doğrultmak isterken kazaen tüfek patladı ve bu olay meydana geldi. Olay kazaen oldu. Benim bile bile böyle bir eylemde bulunmam mümkün değildir. Tüfeği havaya doğru kaldırırken patladığı sırada saçmaların Murat’a isabet ettiğini farketmemiştim. Tolga ile Aşkın, Muratı vurdun deyince farkettim. Ben hedef almadım. Havaya doğru ateş edecekken, tüfek kırma olduğu için doğrulturken Murat’ta benim istikametimde olduğundan tüfek o sırada ateş aldı. Elim tetik kısmında idi fakat dokunmamıştım. Tüfeği düzelttiğim sırada tüfek patladı. Murat’ı vurmak ya da korkutmak amacım yoktu. Tüfeği birleştirdikten sonra havaya doğru ateş etmeyi düşünüyordum. Murat’a doğru ateş etmeyi istemedim. Tüfeği doğrulttuğum sıra kazaen patladı. Suça sürüklenen çocuk … 19.12.2013 tarihli celsede alınan savunmasında; ‘İnan tüfek elinde iken, Murat’a yönelik buraya gel karaoğlan, gelmezsen seni vururum’ şeklinde söz söyledi. O sırada tüfek patladı. Murat yere düştüğünde vurulduğunu anladım. İnan bize yaşıyor dedi. Köye götürelim dedi. O anda korkup Aşkın ile birlikte oradan kaçtık. … 19.12.2013 tarihli celsede alınan ifadesinde; ‘…İnan, Muratı çağırdı, buraya gel karaoğlan, gelmezsen seni vururum dedi. Tüfek İnan’ın elinde idi. Fakat o sırada tam olarak doğrultup doğrultmadığını göremedim. Bu sırada tüfek ateş aldı…İnan’ın amacının korkutmak mı öldürmek mi olduğunu bilemiyorum. Herhangi bir kavga ve husumet söz konusu değildi. Çünkü arada bir tartışma ve kötü söz bile geçmemişti.’ Tanık beyanlarına karşı suça sürüklenen çocuk …’ya sorulduğunda ‘…silah patladığı sırada Murat yere düştü bende İnan’a baktığımda tüfeği doğrultmuş vaziyetteydi. Ne yaptın çocuğu vurdun dedim.’ Suça sürüklenen …’ın bozma sonrası 17.11.2016 tarihli celsede alınan savunmasında ‘… kesinlikle kasti bir tavrım yoktu, kaza ile olay meydana geldi, tüfek elimde kaza ile patladı, neticede bu olay meydana geldi, ben 3.5 yıldır hapiste yatıyorum, ben hapse girdiğimde 16 yaşındaydım. Şimdi 19 yaşındayım, şu an 2 üniversite kazandım. Allah biliyor kasten yapmadım.’ Şeklindedir. Silahla öldürme suçlarında, silahın doğrultuğu yön ve yere göre, eylemi ve kastı değerlendirmek farklılık gösterebilecektir. Yukarıda yazılı ifadelerde de geçtiği üzere, tanık Aşkın ilk ifadesinde ‘maktule doğrultup ateş etti’, ikinci ifadesinde, önce, ‘hedef alarak ateş etti’, Cumhuriyet savcısının sorması üzerine ‘çocuğa doğrulttu ve ateş etti’, mahkemede ise ‘tam olarak doğrultup doğrultmadığını hatırlamıyorum’ şeklinde; tanık Tolga ilk ifadesinde ‘Murat’a doğrultarak ateş etti’, sonraki iki ifadesinde ‘Murat’ın bulunduğu yöne doğrulttu’, mahkemede ise ‘Karaoğlan buraya gel dedi, bu sırada tüfek patladı’ şeklinde beyanda bulunmuşlardır. Ayrıca suça sürüklenen çocuk tüfeği, tanık Tolga’nın ‘Murat çok korkaktır, onu korkutsana’ sözü üzerine maktulün bulunduğu yöne doğrultmak üzere hareket etmiştir. İfadelerde de görüldüğü üzere, tanıklardan Aşkın’ın ikinci ifadesi dışında hiç bir ifadede suça sürüklenen çocuğun maktule nişan alarak ateş ettiği beyan edilmemiş, kaldı ki bu ifade sırasında Cumhuriyet savcısının sorusu üzerine de, Aşkın, bu kez nişan aldığı şeklindeki beyanından dönmüştür. Buna karşın Yüksek Daire tanık Aşkın’ın verdiği ikinci ifadede önce söylediği sonra ise döndüğü ‘nişan alarak’ sözüne itibar ederek sonuca gitmiştir. Tüm ifadeler nazara alındığında; suça sürüklenen çocuğun elindeki tüfeğin kırık vaziyette olup olmadığı, nişan alınıp alınmadığı, tüfeğin maktule doğru mu, maktulün bulunduğu yere-yöne doğru mu, yoksa havaya doğru mu doğrultulup doğrultulmadığı konusunda bir netlik bulunmamaktadır. Maktulü nişan alarak ateş etmek, maktule doğru ateş etmek, maktulün bulunduğu yöne ateş etmek ya da maktulün bulunduğu yöne ancak havaya doğru ateş etmek çok farklı şeyler olup; her ihtimale göre de sanığın eylemi gerçekleştirme kastı değişebilecektir. Çelişkili beyanlar karşısında bu konuda bir netlik ortaya konamadığına göre dosyada mevcut yan delillerden hareketle eylemin gerçekleme şekli belirlenmeye çalışılmalıdır. Olay öncesi maktulle suça sürüklenen çocuk arasında ne bir tartışma ne de bir kavga olayı olmamış, aksine bir arada bulundukları sırada diğer çocuklarla hep birlikte iyi zaman geçirmişlerdir. Olay sonrası maktulü vurduğunu farkeden suça sürüklenen çocuk diğer çocuklardan maktulü köye götürme konusunda yardım istemiş, ancak yaşanan bu olaydan çok korkan çocuklar koşarak olay yerinden kaçmışlardır. Akabinde suça sürüklenen çocuk köylerine doğru koşmuş, ilk gördüğü kişi olan tanık İsmet’e, ‘oyun oynarken yanlışlıkla birini vurduğunu’ söylemiş, bu şahısla birlikte olay mahalline dönmüştür. Tanık beyanlarına göre de olay sonrası suça sürüklenen çocuk sürekli ağlamakta, kendini yerden yere atmaktadır. Dosya içerisinde bulunan Sosyal İnceleme Raporu da incelendiğinde; suça sürülenen çocuğun sosyal çevresi ile okuduğu Yatılı Bölge Okulu’nun müdür, rehber öğretmeni ve sınıf öğretmeninin beyanlarında en küçük bir olumsuz kişilik özelliğine yer ver verilmemiştir. Suça sürüklenen çocuğun amacı maktulü korkutmak olduğu için, doğaldır ki tüfek bu kişinin bulunduğu yöne çevrilecektir. Ancak, suça sürüklenen çocuğun maktule nişan alarak ateş etmesi, öldürmek istemesi için ortada hiç bir neden yoktur. Kanaatimizce, olayın, öncesi, sonrası ve gerçekleşme şekli nazara alındığında suça sürüklenen çocuk maktulü korkutmak istemiş, tüfeği o yöne çevirdiği sırada elinin tetiğe değmesi sonucu tüfek patlamıştır. Bunun dışındaki her ihtimal, özellikle hedef alarak ateş etme olayı, dosya kapsamıyla ve mevcut delillerle desteklenmemektedir ve şüphelidir. Bu olayda şüphenin de sanık lehine yorumlanması evrensel bir ilke ve yasal bir zorunluluktur. Yukarıda açıklandığı üzere; aralarında öldürmeyi gerektiren her hangi bir husumet olmayan maktulü, korkutmak amacıyla elindeki tek kırma av tüfeğini maktulün bulunduğu bölgeye doğru doğrultmak istediği sırada, tüfeğin ateş alması sonucu maktulün ölümüne sebebiyet veren suça sürüklenen çocuğun, öldürme suçunun maddi unsurlarının bütününü düşünmüş, öngörmüş olduğunu ve dolayısıyla doğrudan öldürme kastıyla hareket ettiğini söylemek mümkün değildir. Şayet, sayın çoğunluğun kabul ettiği gibi, suça sürüklenen çocuk suçta kullanılan elverişli tüfekle, etkili mesafeden, nişan alarak maktule doğru ateş ettiği sabit olsa idi, her ne kadar kastı öldürme olmasa da, ölümün gerçekleşmesi muhakkak olacağı için doğrudan kast düşünülebilirdi. Ancak, somut olayda, suça sürüklenen çocuk eylemini nişan alarak gerçekleştirmediği gibi, maktulü korkutmak için tüfeği o yöne doğru yönelttiği sırada elinin tetiğe değmesi ve tüfeğin ateş alması sonucu ölümün gerçekleştiği ve kastının da öldürmeye yönelik olmadığı değerlendirilmiştir. Sadece silahın elverişliliğinden ve atış mesafesinden hareketle de kastın öldürme olduğu sonucuna gitmekte mümkün değildir. Sübuta yönelik kabulümüzden sonra olayda olası kast mı yoksa bilinçli taksir mi olduğu konusuna gelince: Bilindiği üzere, gerek olası kastta gerekse bilinçli taksirde, suçun kanuni tanımındaki maddi unsurların gerçekleşebileceği, neticenin oluşumuna muhtemel sebebiyet verilebileceği fail tarafından öngörülmektedir. Ancak, olası kastta, kişide, neticelere ilişkin bir kabullenme, neticenin meydana gelmesini olayın seyrine bırakma, neticenin gerçekleşmemesi için özel bir gayret sarfetmeme hali olmakla birlikte; bilinçli taksirde, kişi, yükümlülüklerine aykırı ve özensiz olarak, gerçekleşmesi muhtemel fiilin gerçekleşmeyeceğine güvenmekte, muhtemel addedilen neticenin gerçekleşmesini istememektedir. Somut olayda, maktulü korkutmak amacıyla hareket eden suça sürüklenen çocuk, elindeki tek kırma tüfeği maktulün bulunduğu yöne doğru çevirdiği sırada tüfeğin yanlışlıkla da olsa patlayabileceğini ve neticesinde maktulün ölebileceğini öngörebilecek durumdadır. Ancak harekete korkutmak amacıyla başladığı ve maktule ateş etme gibi bir niyeti olmadığı için, öngörebileceği neticeyi kabullenme, olayı kendi seyrine bırakma durumunda olmadığı, aksine, öngörebileceği neticenin gerçekleşmesini istemediği açıktır. Sanığın, soruşturmanın başladığı andan bozma sonrası yaptığı savunmaya kadar bütün aşamalarda, olayları olduğu gibi samimi anlatması, olay öncesi, olay anı ve olay sonrası suça sürüklenen çocuğun davranışları, yardım çağırma girişimi, buna karşın olay anında olay yerinde bulunan yaşı küçük tanıkların olayın gerçekleşme biçimiyle uyumlu görülmeyen, kendi içinde çelişik, aşamalarda değişken ifadeleri bir bütün olarak değerlendirildiğinde, suça sürüklenen çocuğun eylemi bilinçli taksirle gerçekleştirdiği sonucuna varılmıştır. Ancak, olayın sübutu kabul ettiğimiz gibi değil de; suça sürülenen çocuğun tüfeği doğrudan maktule doğrultup nişan alarak tetiğe basmış olması halinde, kastı öldürmeye yönelik olmasa da, neticenin meydana gelmesi muhakkak olduğundan doğrudan kast; maktule nişan alarak değil de, maktulün bulunduğu yöne doğru yakın mesafeden, etkili tüfek (tüfek saçmalarının dağılma özelliği de nazara alındığında) ile hedef almadan ateş etmiş olması halinde de, muhtemel neticenin meydana gelebileceğini öngörmesine rağmen, neticenin meydana gelmesini olayın seyrine bıraktığı için, olası kastla eylemi gerçekleştirmiş olduğu tarafımızca da kabul edilecekti. Tüm bu nedenlerle; suça sürüklenen çocuğun eylemini bilinçli taksirle gerçekleştiği kanaatinde olduğumdan, sayın çoğunluğun, eylemin doğrudan kastla gerçekleştirildiği yönündeki görüşüne katılınmamıştır.” düşüncesiyle karşı oy kullanmıştır. SONUÇ: Açıklanan nedenlerle; 1- Gümüşhane Ağır Ceza Mahkemesince verilen 09.02.2017 tarihli ve 58-16 sayılı direnme kararına konu mahkûmiyet hükmünün, sanığın eyleminin doğrudan kasıtla işlenen nitelikli kasten öldürme suçunu oluşturduğunun gözetilmemesi isabetsizliğinden BOZULMASINA, 2- Dosyanın, mahalline gönderilmek üzere Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığına TEVDİ EDİLMESİNE, 27.04.2021 tarihinde yapılan müzakerede oy çokluğuyla karar verildi. Kararın tamamına buradan ulaşabilirsiniz.
3. Hukuk Dairesi 2021/6303 E. , 2021/11808 K. “İçtihat Metni” MAHKEMESİ :TÜKETİCİ MAHKEMESİ Taraflar arasındaki hakem heyeti kararına itiraz davasının mahkemece yapılan yargılaması neticesinde davanın reddine dair kesin olarak verilen hükmün Adalet Bakanlığınca kanun yararına bozulması istenilmekle; temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra, dosya içerisindeki kağıtlar okunup gereği düşünüldü: Y A R G I T A Y K A R A R I Davacı, trendyol.com internet sitesi üzerinden ürünlerini sattığını, davalının … internet sitesi üzerinden mesafeli satış sözleşmesi imzalayarak satış bedeli 6,00-TL olarak görülen ancak gerçek satış değeri 5.999,00-TL olan… siparişi verdiğini, davalının siparişinin firmanın sistemine düştüğünde ürünün fiyat etiketinin hatalı olarak girildiğinin tespit edildiğini, ürünün aslında 5.999,00-TL bedelli olmasına rağmen … firması tarafından hatalı olarak 6,00-TL olarak satışa sunulduğunu, bu sebeple davalının satışının iptalinin sağlandığını, davalıya ulaşılarak durumun izah edildiğini, zararı oluşmadığı halde müşteri memnuniyetinin sağlanması için 20,00-TL hediye çekinin hesabına yüklendiğini, buna rağmen davalının hakem heyetine başvurduğunu, … Tüketici Hakem Heyeti’nin 25/03/2019 tarih ve 052320190000897 sayılı kararı ile talebinin kabul edildiğini, ancak hakem heyeti kararının usul ve yasaya aykırı olduğunu belirterek … Tüketici Hakem Heyeti’nin 25/03/2019 tarih ve 052320190000897 sayılı kararının iptalini talep etmiştir. Davalı, cevap vermemiştir. Mahkemece; mesafeli satış sözleşmelerinde malın reklam edilen fiyattan temin edilememesinin satışın iptalini gerektirmediği ve satıcının ürünü satışa sunduğu fiyattan alıcıya tedarik etmesi gerektiği gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiştir. Adalet Bakanlığının 07/09/2021 tarihli yazısında; somut olgunun Türk Borçlar Kanunu’nun 30 ve 31 inci maddelerinde düzenlenen yanılma hükümlerine göre değerlendirilmesi gerekirken; mesafeli satış sözleşmelerinde malın reklam edilen fiyattan temin edilmemesinin satışın iptalini gerektirmediği ve satıcının ürünü satışa sunduğu fiyattan alıcıya tedarik etmesi gerektiği gerekçesiyle davanın reddine karar verilmesinin usul ve yasaya aykırı bulunduğu ileri sürülerek; kararın, 6100 sayılı HMK’nın 363 üncü maddesinin birinci fıkrası uyarınca kanun yararına bozulması talep edilmiştir. Davacı, davalının internet sitesi üzerinden yaptığı alışveriş neticesinde indirimli olarak aldığı ürünün teslim edilmediğini, teslim edilmeyen malların indirimli fiyat üzerinden tarafına teslimi istemi ile tüketici hakem heyetine yaptığı başvurusunun kabulüne ilişkin verilen tüketici hakem heyeti kararının iptali için eldeki davayı açmış, davalı ise cevap vermemiştir. Mahkemece, mesafeli satış sözleşmelerinde malın reklam edilen fiyattan temin edilememesinin satışın iptalini gerektirmediği ve satıcının ürünü satışa sunduğu fiyattan alıcıya tedarik etmesi gerektiği gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiştir. (818 sayılı eski B.K. m.23) 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunun 30. maddesinde “Sözleşme kurulurken esaslı yanılmaya düşen taraf, sözleşme ile bağlı olmaz.” hükmü mevcuttur. Somut olaya bakıldığında; dava konusu olan … fiyatının 5.999,00-TL olduğu gözetildiğinde ürünün satış bedelinin 6,00-TL olarak girilmesi sözleşmenin kurucu unsurlarından olan bedelde sözleşme kurulurken esaslı bir yanılma hali olduğu açıkça anlaşılmaktadır. Hal böyle olunca davacının anılan sözleşmeyle bağlı olduğundan söz edilemez. Bu durumda mahkemece Türk Borçlar Kanunun 30. maddesi gözetilerek karar verilmesi gerekirken yanılgılı değerlendirme ile davanın reddine karar verilmesi usul ve yasaya aykırı olup Adalet Bakanlığı’nın bu yöne ilişen kanun yararına bozma isteğinin kabulü gerekmiştir. SONUÇ: Yukarıda açıklanan nedenlerle Adalet Bakanlığının HMK’nın 363 üncü maddesinin birinci fıkrasına dayalı kanun yararına temyiz talebinin kabulü ile kararın sonuca etkili olmamak üzere KANUN YARARINA BOZULMASINA, aynı maddenin üçüncü fıkrası uyarınca gereği yapılmak üzere bozma kararının bir örneğinin ve dava dosyasının Adalet Bakanlığına gönderilmesine, 22/11/2021 tarihinde oy birliği ile karar verildi.
11. Hukuk Dairesi 2019/3061 E. , 2020/1179 K. “İçtihat Metni” MAHKEMESİ : ADLİYE MAHKEMESİ 20. HUKUK DAİRESİ Taraflar arasında görülen davada Ankara 4. Fikri ve Sınaî Haklar Hukuk Mahkemesince verilen 07/03/2018 tarih ve 2016/90 E- 2018/85 K. sayılı kararın davalı vekili tarafından istinaf edilmesi üzerine, istinaf isteminin kabulüne dair Ankara Bölge Adliye Mahkemesi 20. Hukuk Dairesi’nce verilen 12/04/2019 tarih ve 2018/935 E- 2019/452 K. sayılı kararın Yargıtay’ca incelenmesi davalı vekili tarafından istenmiş ve temyiz dilekçesinin süresi içinde verildiği anlaşılmış olmakla, dava dosyası için Tetkik Hakimi … tarafından düzenlenen rapor dinlendikten ve yine dosya içerisindeki dilekçe, layihalar, duruşma tutanakları ve tüm belgeler okunup, incelendikten sonra işin gereği görüşülüp, düşünüldü: Davacı vekili, müvekkili şirketin 2007 yılında kurulmasının ardından depolama sektöründe kalitesi ve güvenirliği ile lider konuma geldiğini, hem ticaret unvanı hem de ürün ve hizmet markası olarak kullandığı “pratik depo” ibaresini 2007 24632, 2008 56482, 2004 46553, 2007 24635, 2007 24634, 2007 24636, 2007 24633 sayılarla tescil ettirdiğini, markayı ülkemizde tanınmış ve meşhur hale getirdiğini, davalı şirketin müvekkiline ait marka ile “www.google.com” internet sitesine reklam verdiğini, kullanıcılar tarafından arama motoruna “pratik depo” ibaresi yazıldığında öncelikli olarak davalı şirkete ait internet sitesinin üst sıralarda çıkmasını sağladığını, bu yolla “pratik depo” markası ile depolama işlemlerinin sanki davalı şirket tarafından gerçekleştirildiği intibaının yaratıldığını, izinsiz olarak kullanılan ve müvekkili şirketin meşhur hale getirdiği marka ile yaratılmış olan bu aldatıcı etki sayesinde müvekkili şirketin ticari itibarının zedelendiğini, ayrıca davalı şirketin müvekkilinin sahip olduğu ticari imkânları kendisininmiş gibi göstererek haksız kazanç sağladığını, bu durumun TTK’nın 54. maddesi uyarınca haksız rekabet ve 556 sayılı KHK’nın 61. maddesi gereğince marka hakkına tecavüz teşkil ettiğini ileri sürerek, markaya tecavüzün ve haksız rekabetin önlenmesine, durdurulmasına, hükmün ilanına, 10.000 TL manevi ve 10.000 TL maddi tazminatın yasal faizi ile birlikte davalıdan tahsiline karar verilmesini talep etmiştir. Davalı vekili, müvekkilinin 1980’li yıllarda faaliyete başladığını, nakliye, taşımacılık, depolama işi ile iştigal ettiğini, 2010 yılında “akıllı depo” markasını yarattığını, markayı “depolama” sektöründe kullanarak, ilgili sektörde bilinen ve tanınan bir firma haline geldiğini, “akıllı depo” ibaresini içeren markalarını tescil ettirdiğini, davacı iddialarının doğru olmadığını, Google arama sonuçlarında üst sıralarda çıkan sonuçların “pratik depo” ibaresinden kaynaklı olmadığını, tek başına “depo” anahtar kelimesi ile ilgili olduğunu, davacının arama motoruna “pratik depo” yazarak aramayı gerçekleştirmiş olsa da, dava dilekçesi ekinde yer alan sonuç sayfasında “eşya depo”, “bulut depolama” gibi Google firmasına ait arama sonuçlarında üst sıralarda çıkmak adına para ödemiş firmalara ait sonuçların da çıkıyor olmasının bu durumu desteklediğini, müvekkilinin aramalarda üst sıralarda çıkmasının nedeninin, “depo”, “depolama”, “kiralık depo”, “eşya depolama”, “ev depolama” gibi anahtar sözcükler üzerinden yapılan aramalarda ilk sırada çıkmak adına Google firmasına reklam için yaptığı ödemeler olduğunu, internet tüketicilerinin arama motoru aracılığıyla ulaşmaya çalıştıkları web sitelerinde, aradıkları sitenin haricinde kalan sonuçlar ile karşı karşıya kalsalar bile bu sonuçlara doğrudan aldanmamakta ve yine ilk sırada çıkan ve yanında “reklam, sponsorlu” gibi ibareler çıkan bu sonuçları genel eğilim olarak pas geçerek erişmek istediği asıl web sitesine ulaştıklarını, dolayısıyla tüketicilerin eğilimlerinin de dikkate alınmasının gerektiğini, herhangi bir şekilde ne davacının ne de başka bir firmanın hiçbir sınai hakkının ihlal edilmediğini savunarak, davanın reddini istemiştir. İlk Derece Mahkemesince, davacı tarafın “Pratik Depo” ibareli 2007/24632, 2008/56482, 2004/46553, 2007/24635, 2007/24634, 2007/24636 ve 2007/24633 sayılı tescilli ve korunan markaları bulunduğu, davalı tarafın google internet arama motorunda “Pratik Depo” ve “Pratikdepo” şeklinde reklam kelimeleri kullandığı ve bu kullanımların davacı tarafın 2007/24632, 2007/24634, 2007/24635 ve 2007/24636 tescil sayılı markaları ile iltibas oluşturacak tarzda benzer olduğu, davalının bu tür kullanımlarının ticari etki yarattığı ve marka tecavüzü oluşturduğu, markaya tecavüz nedeniyle davacının yoksun kalınan kazancının 5.416,90 TL olarak hesap edildiği, manevi tazminat koşullarının da oluştuğu gerekçesiyle davanın kısmen kabulüne, davalı taraf eyleminin davacının tescilli marka hakkına yönelik tecavüz ve haksız rekabet oluşturduğundan marka tecavüzünün ve haksız rekabetinin önlenmesine, www.google.com.tr internet sitesine verilen reklamların kaldırılmasına, hükmün ilanına, 5.416,90 TL maddi, 5.000,00 TL manevi tazminatın dava tarihinden itibaren işleyecek faiziyle birlikte davalıdan tahsiline, fazlaya ilişkin istemlerin reddine karar verilmiştir. Karara karşı, davalı vekili istinaf kanun yoluna başvurmuştur. Bölge Adliye Mahkemesince, dosya kapsamı, mevcut delil durumu ve ileri sürülen istinaf sebepleri dikkate alındığında maddi tazminat miktarı dışındaki hususlarda mahkemenin vakıa ve hukuki değerlendirmesinde usul ve esas yönünden yasaya aykırılık bulunmadığı gerekçesiyle davalı vekilinin sair istinaf itirazlarının HMK’nın 353/1-b-1 maddesi gereğince esastan reddine, hükme esas alınan rapordaki hesaplamaya göre maddi zararın belirlenmesinin doğru olmadığı, davalının söz konusu davacı markasını adwords olarak kullanması nedeniyle ne miktarda kar elde ettiğinin somut olayın özelliklerine göre belirlenmesinin mümkün olmadığı, uğranılan maddi zararın miktarının, tam olarak ispat edilemediği hallerde, TBK’nın 50. maddesi uyarınca somut olayın olağan akışı ve zarar görenin aldığı önlemler göz önünde tutularak, zararın miktarının hakkaniyete uygun olarak hakim tarafından belirlenmesi gerektiği gerekçesiyle, davalı vekilinin istinaf başvurusunun kabulü ile HMK’nın 353/1-b-2. maddesi gereğince ilk derece mahkemesi kararının kaldırılmasına, davanın kısmen kabulü ile davalı taraf eyleminin, davacının marka tescilinden kaynaklanan hakkına tecavüz ve haksız rekabet oluşturduğundan marka hakkına tecavüzün ve haksız rekabetin önlenmesine, davalı tarafın marka tecavüzü ve haksız rekabet oluşturan www.google.com.tr internet sitesine verdiği reklamların kaldırılmasına, 2.000,00 TL maddi tazminatın dava tarihinden itibaren işleyecek yasal faiziyle birlikte davalıdan alınıp davacıya verilmesine, fazlaya ilişkin talebin reddine, 5.000,00 TL manevi tazminatın dava tarihinden itibaren işleyecek yasal faiziyle birlikte davalıdan alınıp davacıya verilmesine, fazlaya ilişkin talebin reddine, kararın hüküm özetinin, tirajı 100.000’in üzerinde olan Türkiye genelinde yayınlanan bir gazetede masrafı sonradan davalı tarafça karşılanmak üzere ilan edilmesine karar verilmiştir. Kararı, davalı vekili temyiz etmiştir. İlk Derece Mahkemesince verilen karara yönelik olarak yapılan istinaf başvurusu üzerine HMK’nın 355 vd. maddeleri kapsamında yöntemince yapılan inceleme sonucunda Bölge Adliye Mahkemesince esastan verilen nihai kararda, dosya kapsamına göre saptanan somut uyuşmazlık bakımından uygulanması gereken hukuk kurallarına aykırı bir yön olmadığı gibi, somut olayda internet arama motorunda davacının markası arandığında davalının web sitesinin gözükmesi karşısında, davalının hangi sözcükleri anahtar sözcük olarak satın alındığını ispat yükünün bulunmasına ve satın alınan anahtar sözcükler arasında davacı adına tescilli “pratik” ibaresini satın almadığını ispat edememiş olmasına göre, HMK’nın 369/1. ve 371. maddelerinin uygulanmasını gerektirici nedenlerin de bulunmamasına göre usul ve yasaya uygun Bölge Adliye Mahkemesi kararının onanmasına karar vermek gerekmiştir. SONUÇ: Yukarda açıklanan nedenlerle, davalı vekilinin temyiz isteminin reddi ile Bölge Adliye Mahkemesince verilen kararın HMK’nın 370/1. maddesi uyarınca ONANMASINA, işlem yapılmak üzere dava dosyasının Bölge Adliye Mahkemesine gönderilmesine, aşağıda yazılı bakiye 313,77 TL temyiz ilam harcının temyiz eden davalıdan alınmasına, 11/02/2020 tarihinde kesin olarak oybirliğiyle karar verildi.
11. Hukuk Dairesi 2020/3729 E. , 2021/2176 K. “İçtihat Metni” MAHKEMESİ :ASLİYE HUKUK MAHKEMESİ Taraflar arasında görülen davada … 3. Asliye Hukuk Mahkemesi’nce bozmaya uyularak verilen 18.04.2019 tarih ve 2018/203-2019/125 sayılı kararın Yargıtay’ca incelenmesinin davalı vekili tarafından istenildiği ve temyiz dilekçesinin süresi içinde verildiği anlaşılmış olmakla, dava dosyası için Tetkik Hakimi … tarafından düzenlenen rapor dinlendikten ve yine dosya içerisindeki dilekçe, layihalar, duruşma tutanakları ve tüm belgeler okunup, incelendikten sonra işin gereği görüşülüp, düşünüldü: Davacı vekili, davalı şirketin davacıdan aldığı mal karşılığında kesilen üç adet fatura bedelini ödemediğini bunun üzerine … 4. İcra Müdürlüğü’nün 2015/3538 esas sayılı dosyası ile icra takibi başlattıklarını, davalı borçlunun borca itiraz dilekçesinde fatura bedellerini kargo ile gönderdiği çekle ödediğini bildirdiğini, ancak davacıya çek teslim edilmediğini ileri sürerek, itirazın iptaline, davalı aleyhine icra inkar tazminatına hükmedilmesini talep ve dava etmiştir. Davalı vekili, dava konusu faturalara istinaden davacı alacaklı şirkete İş Bankası … Şubesi’ne ait… seri no’lu, 14.05.2015 ödeme tarihli çekin kargo ile gönderildiğini, davacı şirketin çeki teslim aldıktan sonra kaybettiğini, bu durumun davacı şirket yetkilisi tarafından e-mail yoluyla taraflarına bildirildiğini, ilgili çekin kendilerinde olduğunun davacı şirket yetkililerinin kendi arasındaki yazışmalardan da anlaşıldığını belirterek, davanın reddini istemiştir. Mahkemece bozmaya uyularak yapılan yargılamada, davanın faturaya dayalı icra takibine yapılan itirazın iptali istemine ilişkin olduğu, davalının fatura bedelini kargo ile gönderdiği çek ile ödediğini ileri sürmesi sebebiyle ispat yükünün davalıda olduğu, davacının defterleri üzerinde yaptırılan bilirkişi incelemesinde davalı tarafından gönderildiği belirtilen çekin, davacının defterlerinde kayıtlı olmadığı, takip tarihi olan 03.07.2015 tarihi itibariyle davacının davalıdan 9.460,09 TL alacaklı olduğu tespit edildiğinden davanın kabulüne, davalının itirazının iptaline, takibin devamına, davalı aleyhine icra inkar tazminatına hükmedilmesine karar verilmiş, hüküm davalı vekili tarafından temyiz edilmiştir. Dosyadaki yazılara, mahkemece uyulan bozma kararı gereğince hüküm verilmiş olmasına ve delillerin takdirinde bir isabetsizlik bulunmamasına göre, davalı vekilinin bütün temyiz itirazları yerinde değildir. SONUÇ: Yukarıda açıklanan nedenlerden dolayı, davalı vekilinin bütün temyiz itirazlarının reddiyle usul ve kanuna uygun bulunan hükmün ONANMASINA, aşağıda yazılı bakiye 484,66 TL temyiz ilam harcının temyiz eden davalıdan alınmasına, 09.03.2021 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.
Hukuk Genel Kurulu 2019/15 E. , 2020/749 K. “İçtihat Metni” MAHKEMESİ :Asliye Hukuk Mahkemesi 1. Taraflar arasındaki “alacak” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda, İstanbul 12. Asliye Hukuk Mahkemesince verilen davanın kısmen kabulüne ilişkin kararın düzeltilerek onanması kararına karşı davacı vekilince karar düzeltme yoluna başvurulması üzerine yapılan inceleme sonunda Yargıtay (Kapatılan) 13. Hukuk Dairesince düzelterek onama kararı kaldırılarak mahkeme hükmü bozulmuş, Mahkemece Özel Daire bozma kararına karşı direnilmiştir. 2. Direnme kararı davacı vekili tarafından temyiz edilmiştir. 3. Hukuk Genel Kurulunca dosyadaki belgeler incelendikten sonra gereği görüşüldü: I. YARGILAMA SÜRECİ Davacı İstemi: 4. Davacı vekili 05.11.012 havale tarihli dilekçesiyle; dava dışı avukat … ve avukat olan müvekkili arasında kurulan “…ve … Avukatlık Ortaklığı” ile davalı şirketin 08.10.2008 başlangıç tarihli avukatlık sözleşmesi imzaladığını, 02.01.2011 tarihinde yapılan yenileme ile de sözleşmenin 31.12.2011 tarihine kadar süreceğinin kararlaştırıldığını, davalı şirketin her iki avukata ayrı ayrı vekâletnameler verdiğini, işlerini özenli yapmalarına, büroda yeterli sayıda personel istihdam etmelerine rağmen, davalının 16.09.2011 tarihinde “sözleşmede vekil olarak yer alan avukatlar arasındaki ortaklığın sona ermesi” nedenini gerekçe göstererek sözleşmeyi haksız olarak feshettiğini, vekil olarak takip edilen icra ve dava dosyalarından doğan karşı taraf vekâlet ücreti olarak toplam 1.410.059,38TL vekâlet ücretinin ödenmesi için davalı şirkete ihtar gönderdiğini, davalı şirketin bu ihtara olumsuz cevap verdiğini ileri sürerek fazlaya ilişkin hakları saklı kalmak kaydıyla 20.000,00TL vekâlet ücretinin faizi ile birlikte davalıdan tahsiline karar verilmesini talep etmiş, 07.05.2014 tarihli ıslah dilekçesiyle talebini 639.408,00TL’ye yükseltmiştir. Davalı cevabı: 5. Davalı vekili 13.12.2012 havale tarihli cevap dilekçesiyle; sözleşme imzalanırken davacının kendilerini yanılttığını, … ve …Avukatlık Ortaklığı ile sözleşme kurulmasına rağmen böyle bir ortaklığın bulunmadığını sonradan öğrendiklerini, dava dışı Av. … ile birlikte davacıyı vekil olarak tayin ettiğini, bu iki avukat arasında sorun çıkması nedeniyle sözleşmeyi devam ettirmek istemediklerini, avukatlık sözleşmesinde sebep gösterilmeksizin müvekkiline fesih hakkı tanındığını, oysa kendilerinin gerekçe gösterdiklerini, davacının sözleşme devam ederken işler hakkında kendilerine rapor ve bilgi vermediğini, sözleşmenin haklı nedenlerle feshedildiğini, sözleşmede avukatın kazanacağı ücretin açık olarak düzenlediğini, karşı taraf avukatlık ücreti dışında davacının herhangi bir talebinin olamayacağını, davacının haksız kazanç elde etmeye çalıştığını savunarak davanın reddine, HMK’nın 329. maddesi gereğince davacı ve vekilinin ayrı ayrı olarak 5.000,00TL para cezası ile cezalandırılmasına karar verilmesini istemiştir. Mahkeme Kararı: 6. İstanbul 12. Asliye Hukuk Mahkemesinin 13.11.2014 tarihli ve 2012/347 E., 2014/397 K. sayılı kararı ile; sözleşmenin haksız feshedildiği, hükme esas alınan bilirkişi raporuna göre taraflar arasındaki sözleşme gereğince azil tarihi (16.09.2011) itibariyle talep edilebilecek vekâlet ücretinin 1.278.817,06TL olduğu ancak sözleşmenin tarafı olan avukatlarca dosyalar için sarfedilen emek-mesai ve menfaat dengesi ile hakkaniyete göre belirlenen vekâlet ücretinin %30’unu talep edilebilecekleri, bu değerden davacının hissesine düşen miktarın 191.822,55TL olarak hesaplandığı, davacının davasını sözleşmeye dayalı tam ücretten hissesine düşen miktar üzerinden ıslah ettiği, oysa davacının sözleşmeye göre hesaplanan tam ücretten hissesine düşeni değil, hakkaniyete uygun olarak tarafların menfaat dengesine göre hesaplanan ve tam ücretin %30’u olarak kabul edilen miktar kadarını talep edebileceği gerekçesiyle davanın kısmen kabulüne, 191.822,55TL vekâlet ücreti alacağının haksız fesih tarihi olan 16.09.2011 tarihinden itibaren ticari faiziyle birlikte davalıdan tahsili ile davacıya ödenmesine karar verilmiştir. Özel Daire Bozma Kararı: 7. Yerel Mahkemenin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde davacı vekili ve davalı vekili temyiz isteminde bulunmuş, Yargıtay (Kapatılan) 13. Hukuk Dairesinin 13.04.2016 tarihli ve 2015/11047 E., 2016/10364 K. sayılı ilk kararı ile; davacı vekilinin tüm ve davalı vekilinin sair temyiz itirazların reddiyle birlikte faizin ancak temerrüt tarihi olan 14.11.2011 tarihinden itibaren istenebileceği belirtilerek hüküm düzeltilmiş şekliyle onanmış, onama kararına karşı davacı vekilinin karar düzeltme istemi üzerine ise 13.02.2018 tarihli ve 2016/16648 E., 2018/1677 K. sayılı kararı ile; “…1-Davacı, vekâlet ücreti alacağının tahsili istemi ile eldeki davayı açmıştır. Davacı, taraflar arasındaki sözleşmenin davalı tarafından haksız olarak feshedildiğini iddia etmiş, fesih tarihi itibariyle gerek sonlandırdığı gerekse fesih nedeniyle sonlandıramadığı tüm dava ve icra takip dosyalarından doğmuş ve doğacak karşı vekalet ücretlerinin davalıdan tahsiline karar verilmesini istemiştir. Davalı ise sözleşmenin haklı nedenlerle feshedildiğini, sözleşmenin 5. maddesine göre, tarafların herhangi bir neden belirtmeden diledikleri tarihte sözleşmeyi sona erdirme hakkına sahip olduğunu savunmuştur. Mahkemece, bilirkişiden rapor alınmış ve bu rapor hükme esas alınmak suretiyle, neticede fesih haksız kabul edilerek, ” taraflar arasındaki sözleşme gereğince 16.09.2011 azil tarihi itibarıyle talep edilebilecek vekalet ücretinin -1.278.817,06-TL olduğu, dosyalar için sarfedilen emek-mesai ve menfaat dengesi ile hakkaniyete göre sözleşmeye göre belirlenen vekalet ücretinin %30′ nun sözleşme tarafı avukatlarca talep edilebileceği; bu miktardan davacı hissesine düşen miktarın -191.822,55-TL olarak hesaplandığı; davacının davasını sözleşmeye dayalı tam ücretten hissesine düşen miktar üzerinden ıslah ettiği; ancak, davacının sözleşmeye göre hesaplanan tam ücretten hissesine düşeni değil, hakkaniyete uygun olarak, tarafların menfaat dengesine göre hesaplanan ve tam ücretin %30′ u olarak kabul edilen miktardan hissesine düşeni talep edebileceği” gerekçesiyle davanın kısmen kabulüne karar verilmiştir. Taraflar arasında imzalanmış olan 02.01.2011 tarihli avukatlık ücret sözleşmesinin 5. maddesinde” taraflar bir hafta önceden yazılı olarak bildirmek koşulu ile hiç bir sebep ileri sürmeden diledikleri tarihte sözleşmeyi fesh etme hakkına sahiptirler. Avukat sözleşmenin feshi tarihine kadar almış olduğu veya hak kazandığı ücretleri iade ile mükellef değildir “şeklinde düzenleme yer almaktadır. Davalı taraf 16.09.2011 tarihinde davacı avukata fesih iradesini bildirmiştir. Sözleşmenin bu hükmü karşısında davalının davacı ile arasındaki sözleşmeyi haksız olarak feshettiğinden bahsedilemez. Taraflar arasındaki sözleşme hukuken geçerli olup tarafları bağlar ve somut uyuşmazlığın çözümünde sözleşme hükümlerinin uygulanması gerekir. Sözleşmenin 2. Maddesinde “avukata iletilecek uyuşmazlıklar ile ilgili olarak yapılacak takip-dava işlemlerinde lehinize kazanılan meblağ üzerinden veya aleyhe açılan takiplerden şirket lehine kazanılan meblağlar üzerinden karşı taraftan alınacak avukatlık ücreti avukata ait olup, şirketten ayrıca avukatlık ücreti talep edilmeyecektir.” ifadeleri yer almaktadır. O halde davacı avukat, fesih tarihinden önce, sonuçlanıp kesinleşen dava ve icra takip dosyalarında karşı yan vekalet ücretlerinin, birlikte çalıştığı diğer avukatın payı düşüldükten sonra tamamını isteyebilir. Diğer dosyalarda ise, avukatın harcadığı emek, mesaisi, dosyaların bulundukları aşama ve hakkaniyet gereğince vekâlet ücretinin belirlenmesi gerekmektedir. Hal böyle olunca; mahkemece, bu doğrultuda yeniden bilirkişi incelemesi yaptırılarak hasıl olacak sonuca uygun bir karar verilmesi gerekirken yazılı şekilde hüküm tesisi usul ve yasaya aykırı olup, bozmayı gerektirir. Buna göre mahkeme kararının bu nedenle bozulması gerekirken, zuhulen düzeltilerek onandığı anlaşılmakla davacının karar düzeltme talebinin bu yönden kabulüne ve kararın gösterilen nedenle bozulmasına karar verilmesi gerekmiştir. 2- Bozma nedenine göre davacının diğer karar düzeltme itirazlarının incelenmesine gerek görülmemiştir.” gerekçesiyle karar bozulmuştur. Direnme Kararı: 8. İstanbul 12. Asliye Hukuk Mahkemesinin 29.05.2018 tarihli ve 2018/153 E., 2018/286 K. sayılı kararı ile; önceki gerekçelerle direnme kararı verilmiştir. Direnme Kararının Temyizi: 9. Direnme kararı süresi içinde davacı vekili tarafından temyiz edilmiştir. II. UYUŞMAZLIK 10. Direnme yolu ile Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; somut olayda, davacı avukatın yürüttüğü dava ve icra takip dosyaları yönünden avukatlık sözleşmesinin feshinin haksız olup olmadığı, burada varılacak sonuca göre; davacının, a-) Fesih tarihinden önce sonuçlanıp kesinleşen dava ve icra takip dosyalarında, karşı yan vekâlet ücretinden hissesine düşecek tam ücreti mi yoksa hissesine düşecek tam ücretin hakkaniyet indirimi yapılmak suretiyle %30’unu mu talep edebileceği, b-) Fesih tarihi itibariyle sonuçlanmayan dava ve icra takip dosyaları yönünden, fesih tarihi itibariyle hesaplanan karşı yan vekâlet ücretinden hissesine düşecek tam ücretin hakkaniyet indirimi yapılmak suretiyle %30’unu mu hak ettiği yoksa Özel Daire bozma kararında belirtildiği üzere yeniden bilirkişi incelemesinin mi gerektiği noktalarında toplanmaktadır. III. GEREKÇE 11. Uyuşmazlığın çözümü için öncelikle vekâlet sözleşmesinin açıklanmasında ve vekâlet ücretine değinmekte yarar bulunmaktadır. 12. Vekâlet sözleşmesi somut olayda uygulanması gereken mülga 818 sayılı Borçlar Kanunu’nun (BK) 386. maddesinin 1. fıkrasında “Vekalet, bir akittir ki onunla vekil, mukavele dairesinde kendisine tahmil olunan işin idaresini veya takabbül eylediği hizmetin ifasını iltizam eyler.” şeklinde tanımlanmıştır. 13. Vekâlet sözleşmesi ile vekil, müvekkiline karşı iş görme borcu altına girer. Bu bir hizmet edimi, geniş anlamda iş edimi, bir başkası lehine faaliyet de olabilir. Hukuki fiillere ilişkin vekâlette vekil, müvekkilinin menfaatine olarak hukuki işlemler gerçekleştirmek, özellikler subjektif haklar iktisap etmek, kullanmak ve devretmeyi yükümlenir (Yalçınduran T.: Vekalet Sözleşmesinde Ücret, Ankara 2007, s. 35). 14. Avukatlık sözleşmesi ise, her iki tarafa borç yükleyen, ücret karşılığında ivazlı nitelikte olan, belli bir hukuki yardımın yapılmasını öngören ve sözleşmenin bir tarafının mutlaka avukatın oluşturduğu sözleşme türüdür. 15. Avukat ile müvekkil arasında imzalanan sözleşme de vekâlet sözleşmesi niteliğindedir. Ancak genel bir vekâlet sözleşmesinden farklı olarak 1136 sayılı Avukatlık Kanunu gereğince “ücret”, sözleşmenin zorunlu unsurudur. Avukat bu sözleşme ile hukuki yardımda bulunmayı, müvekkil ise yapılan hukuki yardım karşılığında bir ücret ödemeyi üstlenmektedir. Ücretin sözleşme ile belirlenmesi zorunlu olmayıp işin görülmesinden önce veya sonra kararlaştırılması mümkündür. Yanlar arasında ücret konusunda yazılı veya sözlü bir sözleşmenin yapılmaması hâlinde ücret, Avukatlık Kanunu ve Avukatlık Asgâri Ücret Tarifesine göre belirlenir (Kurtoğlu T.: Akdi Vekalet Ücreti ve Avukatın Hukuki Sorumluluğu, Ankara 2016, s. 24, 25). 16. Vekâlet ücreti, savunma hakkının en önemli parçası olan hukuki danışmanlık görevinin, konunun uzmanı hukukçular tarafından yapılmasının doğal sonucudur. Avukatların mesleklerini serbestçe ve herhangi bir kaygı olmadan yapabilmeleri için yaptıkları hizmetin karşılığı olan makul bir ücret almaları gerekir (Anayasa Mahkemesi, 03.03.2004 tarihli ve 2004/8 E., 2004/28 K. sayılı kararı). 17. Avukatlık Kanunu’nun “Avukatlık ücreti” kenar başlıklı 164. maddesi; “Avukatlık ücreti, avukatın hukuki yardımının karşılığı olan meblağı veya değeri ifade eder. Yüzde yirmibeşi aşmamak üzere, dava veya hükmolunacak şeyin değeri yahut paranın belli bir yüzdesi avukatlık ücreti olarak kararlaştırılabilir. İkinci fıkraya göre yapılacak sözleşmeler, dava konusu para dışındaki mal ve haklardan bir kısmının aynen avukata ait olacağı hükmünü taşıyamaz. Avukatlık asgari ücret tarifesi altında vekalet ücreti kararlaştırılamaz. Ücretsiz dava alınması halinde, durum baro yönetim kuruluna bildirilir. (Değişik üçüncü ve dördüncü cümle:13/1/2004 – 5043/5 md.) Avukatlık ücretinin kararlaştırılmamış olduğu veya taraflar arasında yazılı ücret sözleşmesinin bulunmadığı yahut ücret sözleşmesinin belirgin olmadığı veya tartışmalı olduğu veya ücret sözleşmesinin ücrete ilişkin hükmünün geçersiz sayıldığı hallerde; değeri para ile ölçülebilen dava ve işlerde asgari ücret tarifelerinin altında olmamak koşuluyla ücret itirazlarını incelemeye yetkili merci tarafından davanın kazanılan bölümü için avukatın emeğine göre ilamın kesinleştiği tarihteki müddeabihin değerinin yüzde onu ile yüzde yirmisi arasındaki bir miktar avukatlık ücreti olarak belirlenir. Değeri para ile ölçülemeyen dava ve işlerde ise avukatlık asgari ücret tarifesi uygulanır. Dava sonunda, kararla tarifeye dayanılarak karşı tarafa yüklenecek vekalet ücreti avukata aittir. Bu ücret, iş sahibinin borcu nedeniyle takas ve mahsup edilemez, haczedilemez.” hükmünü içermekte olup, buna göre avukatın iki çeşit ücret alacağı bulunmaktadır. 18. Bunlar, avukat ile iş sahibi/müvekkili arasındaki sözleşme ilişkisinden doğan avukatlık ücreti ile yargılama sonunda haklı çıkan taraf yararına hükmedilen ve yargılama gideri niteliğinde olan avukatlık ücretidir. Her iki ücretin kaynağı farklı olup uygulama ve yargısal kararlarda bunlardan ilkine sözleşmeden doğduğu için “akdi vekâlet ücreti”, ikincisine ise kaynağını kanundan aldığı ve yargılama sonunda dava ya da takibin karşı tarafından tahsiline karar verildiği için “yasal vekâlet ücreti” ya da “karşı taraf vekâlet ücreti” denilmektedir. 19. Eldeki uyuşmazlıkta, dava dilekçesinde talep edilenin “yasal vekâlet ücreti” olduğu hususunda uyuşmazlık bulunmamaktadır. 20. Yasal vekâlet ücreti Avukatlık Kanunu’nun yukarıda bahsi geçen 164. maddesinin son fıkrasında düzenlenmiş olup 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun (HMK) 323. maddesinin 1/ğ bendinde, vekille takip edilen davalarda kanun gereğince takdir olunacak vekâlet ücretinin yargılama gideri kapsamında bulunduğu belirtilmiştir. Bu nedenle, yargılama giderlerinden olan yasal vekâlet ücretine hükmedilebilmesi için dava ya da takipte haklı çıkan tarafın her şeyden önce kendisini bir vekille temsil ettirmiş olması gerektiği açıktır. Bu ücret, vekil eden ile avukatı arasındaki sözleşme ilişkisinden kaynaklanan akdi vekâlet ücretinden tamamen farklı olup, dava sonucunda haklı çıkan tarafın kendisini bir vekille temsil ettirmiş olması nedeniyle zarara uğradığı düşüncesinden hareketle yargılama giderlerinden biri olarak kabul edilmiştir. 21. Diğer taraftan HMK’nın 330. maddesinde; vekil ile takip edilen davalarda mahkemece, kanuna göre takdir olunacak vekâlet ücretinin taraf lehine hükmedileceği düzenlemesi bulunmakta ise de az yukarıda metnine yer verilen Avukatlık Kanunu’nun 164/son fıkrasına göre, dava sonunda, kararla tarifeye dayanılarak karşı tarafa yüklenecek vekâlet ücreti avukata aittir. Bu ücret, iş sahibinin borcu nedeniyle takas ve mahsup edilemez, haczedilemez. 22. Gerçekten de bir hükmün ancak davanın taraflarının leh ve aleyhine kurulabileceği gözetildiğinde davanın tarafı olmayıp, yargılamada sadece taraflardan birinin vekili sıfatıyla yer alan avukat hakkında hüküm kurulması beklenemez. Ne var ki bu durum, Avukatlık Kanunu’nun 164. maddenin son fıkrasına göre avukatın kendisine ait olan ücreti talep etmesine engel değildir. Nitekim, söz konusu fıkranın “Dava sonunda, kararla tarifeye dayanılarak karşı tarafa yüklenecek vekalet ücreti avukata aittir.” şeklinde olan birinci cümlesinin Anayasa’ya aykırı olduğundan bahisle iptali isteminde bulunulmuş ise de Anayasa Mahkemesi’nin 10.04.2019 tarihli ve 2017/154 E., 2019/18 K. sayılı kararı ile itiraz konusu kural, Anayasa’nın 10., 36. ve 48. maddelerine aykırı görülmeyerek iptal istemi reddedilmiş ve böylece yargılama gideri niteliğindeki karşı taraf vekâlet ücretinin avukata ait olduğuna dair düzenlemenin Anayasa’ya aykırı olmadığı karar altına alınmıştır. 23. Avukatlık sözleşmesi, sözleşme ile üstlenilen edimin yerine getirilmesi veya sürenin dolması ile sona erebileceği gibi avukatın istifası ya da müvekkilin azli ile de sona erebilir. 24. BK’nın 396/1. maddesi “Vekaletten azil ve ondan istifa her zaman caizdir. Şu kadarki münasip olmayan bir zamanda vekaletten azil veya ondan istifa eden kimse diğerinin zararını zamin olur.” hükmünü içermekte olup, vekâlet sözleşmesi vekil ile müvekkil arasında güven unsuruna dayanan bir sözleşme olması nedeniyle yanlar dilediği zaman sözleşme ilişkisine son vermek hakkına sahiptir. Bu durumda sözleşme ilişkisi devam ederken vekil her zaman istifa edebileceği gibi müvekkil de onu her zaman azletme hakkına sahiptir. İstifa ve azil hakkı tek taraflı ve karşı yana varması gereken irade beyanı ile kullanılır ve sözleşmeyi ileriye etkili olarak sona erdirdiği gibi azil ve istifa beyanı herhangi bir şekle bağlı değildir (Yalçınduran; s. 97, 98). 25. Avukatlık sözleşmesinin azil ile sona ermesi hâlinde avukatlık ücretinin, müvekkil tarafından yapılan azil işleminin haklı olup olmadığına göre belirlenmesi gerekmektedir. 26. Avukatlık Kanunu’nun 174/2. maddesinde “Avukatın azli halinde ücretin tamamı verilir. Şu kadar ki, avukat kusur veya ihmalinden dolayı azledilmiş ise ücretin ödenmesi gerekmez” hükmü mevcuttur. Buna göre avukatın kusur ve ihmaline dayalı olmaksızın yapılan haksız azil sonucunda, avukatın vekâlet ücretinin tamamı, dava lehe sonuçlanıp kesinleşmiş gibi, muaccel hâle gelir. Bu vekâlet ücreti “akdi” ve “yasal (karşı taraf)” vekâlet ücretinin toplamından oluşmaktadır. 27. Anılan düzenlemeye göre; avukat haklı bir nedenle azledildiği takdirde ücrete hak kazanamaz. Azil haklı kabul edildiği hâlde, hakkaniyet gereğince ücrete hak kazanıldığından da söz edilemez. Haksız azil hâlinde ise, avukat hangi aşamada olursa olsun, üstlendiği işe dair avukatlık ücretinin tamamının ödenmesi gerekir. Bu hâlde de, hak edilecek ücretten hakkaniyet indirimi yapılması doğru olmayacaktır. 28. Avukat, takip edip sonuçlandırmış olduğu işler yönünden, azlin haklı olup olmadığına bakılmaksızın ücrete hak kazanır. Azil, ancak azil tarihi itibariyle henüz sonuçlanmamış olan işler bakımından hukuki sonuç doğurur (Kurtoğlu; s. 178). 29. Nitekim, aynı hususlara HGK’nın 29.11.2018 tarihli ve 2017/13-568 E., 2018/1811 K.; 14.01.2020 tarihli ve 2017/13-1821 E, 2020/12 K. sayılı kararlarında da değinilmiştir. 30. Tüm bu açıklamalar ışığında somut olay değerlendirildiğinde; taraflar arasında düzenlenen avukatlık sözleşmenin 16.09.2011 tarihinde davalı tarafından feshedilmesi ile karşı taraf vekâlet ücretinin talep edildiği eldeki davada; Yerel Mahkemece verilen 13.11.2014 tarihli ilk karar ile sözleşmenin feshinin haksız olduğuna hükmedilmiş, verilen kararın her iki tarafça temyizi üzerine hüküm yalnızca faiz başlangıç noktası yönünden düzeltilerek onanmış, yalnızca davacı vekilinin karar düzeltme istemesi üzerine bu kez Özel Dairece taraflar arasında sözleşme hükümlerinin uygulanması gerektiği, sözleşmenin haksız olarak feshedildiğinden bahsedilemeyeceği gerekçesiyle bozma kararı verilmiştir. 31. Yukarıda açıklandığı üzere, avukatlık sözleşmesinin haklı feshi ile haksız feshi, yani avukatın haklı azli ile haksız azline bağlı hükümler farklıdır. Bu durumda, azlin haklı veya haksız oluşu önem arz etmektedir. Yerel Mahkemece verilen ilk kararın düzeltilerek onanmasından sonra davalı tarafça karar düzeltme talebinde de bulunmadığına göre, sözleşmenin haksız feshedildiğine dair Yerel Mahkemece yapılan tespit, davacı lehine usulü kazanılmış hak teşkil eder. 32. Hâl böyle olunca, davaya konu avukatlık sözleşmesinin haksız feshedildiğinin kabulü ile, sonuçlanmış-sonuçlanmamış tüm işlere dair yasal (karşı yan) vekâlet ücretinin hesaplanması ve bunun üzerinden davacının hissesine düşecek bedelin belirlenmesi gerekir. Hesaplanacak bu bedel üzerinden hakkaniyet indirimi yapılması ise 1136 sayılı Avukatlık Kanunu’nun 174/2. maddesindeki açık düzenleme karşısında hukuka aykırı olacaktır. 33. Hukuk Genel Kurulunda yapılan görüşmeler sırasında, sözleşmenin haksız feshinin kesinleşmiş olduğunun kabul edilemeyeceği, Özel Dairenin bozma kararının bütün olarak değerlendirilmesi gerektiği ve davacı lehine usulü kazanılmış hak doğmayacağı, Özel Dairenin kararının doğru olduğu görüşü ileri sürülmüş ise de, bu görüş Kurul çoğunluğu tarafından benimsenmemiştir. 34. O hâlde, direnme kararı açıklanan değişik gerekçe ve nedenlerden dolayı bozulmalıdır. IV. SONUÇ: Açıklanan nedenlerle; Davacı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile direnme kararının yukarıda açıklanan değişik gerekçe ve nedenlerden dolayı 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun geçici 3. maddesine göre uygulanmakta olan 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 429. maddesi gereğince BOZULMASINA, Bozma nedenine göre sair temyiz itirazlarının incelenmesine şimdilik yer olmadığına, İstek hâlinde temyiz peşin harcının yatırana geri verilmesine, Aynı Kanun’un 440. maddesi uyarınca, kararın tebliğinden itibaren on beş gün içerisinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere, 13.10.2020 tarihinde oy çokluğu ile karar verildi.
18. Ceza Dairesi 2018/7790 E. , 2019/1445 K. “İçtihat Metni” KARAR Sesli, yazılı veya görüntülü bir ileti ile hakaret suçundan şüpheli … hakkında yapılan soruşturma evresi sonucunda Ankara Cumhuriyet Başsavcılığınca verilen 30/01/2018 tarihli ve 2017/190222 soruşturma, 2018/12072 sayılı kovuşturmaya yer olmadığına dair karara yönelik itirazın reddine ilişkin Ankara 3. Sulh Ceza Hâkimliğinin 26/02/2018 tarihli ve 2018/1660 değişik iş sayılı kararını kapsayan dosya incelendi. İstem yazısında; “5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 160. maddesinde yer alan “Cumhuriyet Savcısı, ihbar veya başka bir suretle bir suçun işlendiği izlenimini veren bir hâli öğrenir öğrenmez kamu davasını açmaya yer olup olmadığına karar vermek üzere hemen işin gerçeğini araştırmaya başlar. Cumhuriyet Savcısı, maddî gerçeğin araştırılması ve adil bir yargılamanın yapılabilmesi için, emrindeki adlî kolluk görevlileri marifetiyle, şüphelinin lehine ve aleyhine olan delilleri toplayarak muhafaza altına almakla ve şüphelinin haklarını korumakla yükümlüdür.” şeklindeki düzenleme karşısında, Cumhuriyet Savcısının soruşturma yapmak zorunda olduğu, dosya kapsamına göre müştekinin şikayet dilekçesinde şüphelinin twitter isimli sosyal medya hesabında @… kullanıcı adıyla kayıtlı olduğunu ve kendisine karşı önceden de aynı şekilde sosyal medyadan hakarette bulunması sebebiyle şikayetçi olduğundan aralarında husumet bulunduğunu, bu duruma rağmen şüphelinin değişik tarihlerde başka kullanıcılar tarafından paylaşılan ve şahsına yönelik hakaret içeren paylaşımları retweet etmek suretiyle sayfasında paylaşarak hakaret ettiğini, şüpheliden şikayetçi olduğunu beyan ettiği ve şikayet üzerine Ankara Cumhuriyet Başsavcılığınca yapılan soruşturma sırasında, şüphelinin alınan savunmasında adı geçen hesabın kendisi tarafından kullanıldığını, iddia konusu paylaşımları kendisinin yapmadığını, bilgi amacıyla sayfasında retweet etmek suretiyle paylaştığını ifade ettiği görülmekle; suça konu paylaşımların müştekiye hitaben yazılmış “pislik, namert, edepsiz, yalancı, silah kaçakçısı, çirkef, imansız, izzetsiz, rüşvetçi, salyasını akıtan, şerefsiz..” şeklinde hakaret sayılabilecek sözler içeren paylaşımlar olması, bu paylaşımların şüpheli tarafından retweet edildiğinin savunmada kabul edilmesi ve taraflar arasında önceden görülen kamu davasının bulunması hep birlikte değerlendirildiğinde, şüphelinin üzerine atılı suçu işlediğine dair yeterli delil ve şüphenin elde edildiği gözetilerek itirazın kabulüne karar verilmesi gerekirken, yazılı şekilde reddine karar verilmesinde isabet görülmemiştir. ” denilmektedir. Hukuksal Değerlendirme: CMK’nın 160. maddesinin 1. fıkrasında, “Cumhuriyet Savcısı, ihbar veya başka bir suretle bir suçun işlendiği izlenimini veren bir hali öğrenir öğrenmez kamu davasını açmaya yer olup olmadığına karar vermek üzere hemen işin gerçeğini araştırmaya başlar.” 2. fıkrasında, “Cumhuriyet Savcısı, maddi gerçeğin araştırılması ve adil bir yargılamanın yapılabilmesi için, emrindeki adli kolluk görevlileri marifetiyle, şüphelinin lehine ve aleyhine olan delilleri toplayarak muhafaza altına almakla ve şüphelinin haklarını korumakla yükümlüdür.” 170. maddesinin 2. fıkrasında, “Soruşturma evresi sonunda toplanan deliller, suçun işlendiği hususunda yeterli şüphe oluşturuyorsa; Cumhuriyet Savcısı, bir iddianame düzenler.” 172. maddesinin 1. fıkrasında, “Cumhuriyet Savcısı, soruşturma evresi sonunda, kamu davasının açılması için yeterli şüphe oluşturacak delil elde edilememesi veya kovuşturma olanağının bulunmaması hâllerinde kovuşturmaya yer olmadığına karar verir.” hükümleri düzenlenmiştir. Aynı Kanun’un 6545 sayılı Kanunla yapılan değişiklikten sonraki “Cumhuriyet Savcısının kararına itiraz” başlıklı 173. maddesinde ise; “(3) Sulh ceza hâkimliği, kararını vermek için soruşturmanın genişletilmesine gerek görür ise bu hususu açıkça belirtmek suretiyle, O Yer Cumhuriyet Başsavcılığından talepte bulunabilir; kamu davasının açılması için yeterli nedenler bulunmazsa, istemi gerekçeli olarak reddeder; itiraz edeni giderlere mahkûm eder ve dosyayı Cumhuriyet Savcısına gönderir. Cumhuriyet Savcısı, kararı itiraz edene ve şüpheliye bildirir. (4) Sulh ceza hâkimliği istemi yerinde bulursa, Cumhuriyet Savcısı iddianame düzenleyerek mahkemeye verir.” hükümleri yer almaktadır. Soruşturma evresinin asıl yetkilisi olan Cumhuriyet Savcısı, ihbar veya başka bir suretle bir suçun işlendiği izlenimini veren bir hâli öğrenir öğrenmez ceza yargılamasının temel amacı olan maddi gerçeğin ortaya çıkarılması için soruşturmaya başlayacaktır. Bir fiilin işlendiği haberinin alınması üzerine, suçu takibe yetkili makamlar tarafından derhal hazırlık soruşturmasına başlanmasını ifade eden ilkeye “araştırma mecburiyeti ilkesi”; hazırlık soruşturmasının neticesinde fiilin takibini gerektirecek hususlarda fiilin ve failin belli olması, yeterli emareler teşkil edecek vakıaların bulunması, başka bir ifade ile, şüphelerin ciddi olduğunun tespit edilmesi ve dava şartlarının gerçekleşmiş olması durumunda, yetkili makam tarafından kamu davasının açılmasını ifade eden ilkeye ise “kamu davasını açma mecburiyeti ilkesi” denilmektedir. Diğer taraftan Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin (AİHS) 13. maddesi uyarınca da, temel hak ve özgürlükleri ihlal edilen kimselere etkili bir başvuru yapma hakkı tanınması zorunlu olup, anılan hükmün uygulanmasına ilişkin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) kararlarında, (Örn: Vilko E. – Finlandiya kararı 2007; Sürmeli – Almanya kararı 2006) etkili başvuru yolunun hem teoride, hem pratikte erişilebilir, yeterli ve etkili olması gerektiği belirtilmektedir. İncelenen dosyada, şüphelinin ad ve soyadının yazılı olduğu @… kullanıcı adlı twitter hesabından müştekiden bahsedilerek paylaşımlar (retweetler) yapıldığının anlaşılması karşısında; CMK’nın 170/2. maddesi uyarınca dosyadaki mevcut delillerin şüpheli hakkında hakaret suçunun işlendiği hususunda iddianame düzenlenebilmesi için yeterli şüphe oluşturduğu açıktır. Şüphelinin eyleminin sübut bulup bulmadığı hususu, tüm kanıtların, mahkemece birlikte tartışılıp değerlendirilmesi sonucu belirlenmesi gerekmektedir. Yapılan açıklamalara göre, şüpheli hakkında kovuşturmaya yer olmadığına ilişkin karar ve bu karara itiraz sonucunda verilen itirazın reddine dair mercii kararı hukuka aykırıdır. Sonuç ve Karar: Yukarıda açıklanan nedenlerle; Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’nın, kanun yararına bozma isteği doğrultusunda düzenlediği tebliğnamedeki düşünce yerinde görüldüğünden, 1- Ankara 3. Sulh Ceza Hakimliğinin 26/02/2018 tarihli ve 2018/1660 değişik iş sayılı kararının, 5271 sayılı CMK’nın 309. maddesi uyarınca BOZULMASINA, 2- Aynı Kanun maddesinin 4-a fıkrası gereğince, sonraki işlemlerin itiraz mercii tarafından mahallinde tamamlanmasına, 16/01/2019 tarihinde oy birliğiyle karar verildi.
11. Ceza Dairesi 2018/6712 E. , 2021/3540 K. “İçtihat Metni” MAHKEMESİ :Ağır Ceza Mahkemesi SUÇ : Kamu görevlisinin resmi belgede sahteciliği HÜKÜM : Mahkumiyet 1- Sanıklar hakkında kamu görevlisinin resmi belgede sahteciliği suçundan açılan kamu davasına ilişkin yargılamanın toplam 3 oturumda tamamlandığı, ilk iki oturumda hazır bulunan sanıklar müdafinin, iddia makamı tarafından esas hakkında mütalaanın sunulup, bu mütalaa doğrultusunda mahkumiyet hükmünün kurulduğu 18.12.2014 tarihli 3. oturum için “Y gerekçesi nedeni ile duruşmaya katılamayacağından” bahisle mazeret dilekçesi vermiş olması karşısında, 5271 sayılı CMK’nin 197. maddesi, delillere erişme ve savunma hazırlama imkanları itibariyle çekişmeli yargılamanın gereği olan “silahların eşitliği” ilkesi ve Anayasanın 36, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 6. maddeleri ile teminat altına alınan adil yargılanma ilkesi dikkate alınarak; sanıklar müdafiinin mazeretinin kabulü ile sözlü savunma yapma imkanı tanındıktan sonra sanıkların hukuki durumlarının tayini gerekirken, mazeret dilekçesi sunup duruşmanın ertelenmesini isteyen sanıklar müdafiinin talebi reddedilerek yargılamaya yokluğunda devam edilip hüküm kurulması suretiyle savunma hakkının kısıtlanması, 2- Sanık … müdafiinin hazır bulunduğu 04.11.2014 tarihli 2. oturumda Cumhuriyet savcısı esas hakkındaki mütalaasında, sanık …’nin 14.03.2013 tarihli sahte raporu kullanmak suretiyle işlediği kabul edilen kamu görevlisinin resmi belgede sahteciliği suçuna ilişkin herhangi bir beyanda bulunmadığı, sanık müdafinin de bu mütalaaya göre esasa ilişkin savunmasını hazırladığının anlaşılması karşısında; ayrıntıları Yargıtay Ceza Genel Kurulunun 27.05.2017 tarihli ve 746-286 sayılı kararında da açıklandığı üzere; kamusal iddia makamını temsil eden Cumhuriyet savcısının esas hakkındaki mütalaasını yargılama konusu olan tüm suçlar yönünden açıklaması ve bu mütalaanın mahkûmiyet yönünde olması hâlinde uygulanması talep edilen kanun ve maddelerini de kapsaması gerektiği gözetilmeden, sanık müdafiine 14.03.2013 tarihli sahte raporu kullanmak suretiyle işlendiği iddia edilen kamu görevlisinin resmi belgede sahteciliği suçuna ilişkin esas hakkında savunma yapma olanağı sağlanmadan yargılamaya yokluğunda devam edilip hüküm kurulması suretiyle savunma hakkının kısıtlanması, 3- Belgelerde sahtecilik suçlarında aldatıcılık niteliğinin bulunup bulunmadığının takdirinin hâkime ait olduğu dikkate alınarak, suça konu belgeler duruşmaya getirtilip incelenerek aldatıcılık niteliğinin bulunup bulunmadığının belirlenmesi ve denetime olanak sağlayacak şekilde belge asıllarının dosya içinde bulundurulması gerektiğinin gözetilmemesi, 4- Suça konu ek ders ücret çizelgesinin düzenlendiği tarihte, ilköğretim okulu müdürü olan sanık …’nin ek ders ücretinin tamamına hak kazanabilmesi için derslerin tamamına girmesinin gerekip gerekmediği, girmediği ders için de kendisine ek ders ücreti ödenip ödenmediğinin araştırılması, sonucuna göre sanığın hukuki durumunun belirlenmesi gerektiği gözetilmeden eksik araştırma ile hüküm kurulması, 5- Kabule göre de; 5237 sayılı TCK’nin 53. maddesine ilişkin uygulamanın Anayasa Mahkemesinin 08.10.2015 tarihli, 2014/140 Esas ve 2015/85 Karar sayılı iptal kararı ile birlikte yeniden değerlendirilmesinde zorunluluk bulunması, Bozmayı gerektirmiş, sanıklar müdafinin temyiz nedenleri bu itibarla yerinde görüldüğünden, hükümlerin 5320 sayılı Kanun’un 8/1. maddesi gereğince uygulanması gereken 1412 sayılı CMUK’nin 321. maddesi uyarınca BOZULMASINA, 08.04.2021 tarihinde oy birliğiyle karar verildi.
9. Ceza Dairesi 2020/5006 E. , 2021/704 K. “İçtihat Metni” Mahkemesi :Asliye Ceza Mahkemesi Suç : Tefecilik yapmak, tehdit Hüküm : Mahkumiyet, beraat Mahalli mahkemece verilen hükümler temyiz edilmekle dosya incelendi; Tehdit suçundan Hazinenin, tefecilik suçundan katılan …’nin zarar gören sıfatları bulunmadığından, Hazine vekilinin sanıklar …, …. ve …. hakkında tehdit suçundan kurulan beraat hükümlerine, Güzide vekilinin sanık … hakkında tefecilik suçundan kurulan beraat hükmüne yönelik temyiz isteminin 5320 sayılı Kanunun 8/1. maddesi de gözetilerek Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu’nun 317. maddesi uyarınca REDDİNE, İncelemenin başvurularının kapsamına göre katılan Hazine vekilinin sanık … hakkında tefecilik suçundan verilen beraat, sanıklar … ve … hakkında verilen mahkumiyet hükümlerine, sanıklar … ve …’nın tefecilik suçundan kurulan mahkumiyet hükümlerine, katılan … vekilinin sanıklar … ve … hakkında tehdit suçundan kurulan beraat hükümleri ile sanık … hakkında tehdit suçlarından kurulan beraat hükümlerine yönelik temyiz itirazları ile sınırlı olarak yapılmasına karar verildikten sonra gereği düşünüldü: 1- Sanık … hakkında tehdit ve tefecilik suçlarından verilen beraat hükümlerine yönelik temyiz itirazlarının incelenmesinde; Delilleri takdir ve gerekçesi gösterilmek suretiyle verilen beraat hükümleri usul ve kanuna uygun olduğundan yerinde görülmeyen katılan Hazine ve Güzide vekillerinin temyiz itirazlarının reddiyle hükümlerin ONANMASINA, 2- Sanıklar …. ve …. hakkında tefecilik suçundan verilen mahkumiyet ile tehdit suçundan verilen beraat hükümlerine yönelik temyiz itirazlarının incelenmesinde; Sanıkların müştekiye verdiği 6.000 TL borç paraya karşılık her ay 5.250 TL faiz ödediği ancak müştekinin borcunun önce 3.500 TL ardından 73.000 TL ye yükseltildiği, bu borcun tahsilini teminat altına almak için müştekileri sıkıştırıp zorlayarak müştekilerden 35.000 TL lik senet aldıkları ve bu şekilde verilen borç parayı faizi ile tahsil ederek tefecilik suçunu işledikleri iddia edilmiş, mahkemece sabit görülen tefecilik suçundan mahkumiyet, mahkumiyete yeterli kesin ve inandırıcı delil elde edilemediğinden tehdit suçundan beraat kararı verilmiş ise de; TCK’nın 150. maddesinde “Bir hukukî ilişkiye dayanan alacağını tahsil amacıyla tehdit veya cebir kullanması hâlinde, ancak tehdit veya kasten yaralama suçuna ilişkin hükümler uygulanır.” hükmüne yer verildiği, Yargıtay içtihatlarında duraksamasız olarak kabul edildiği üzere bir alacağın, hukuki alacak olarak kabul edilebilmesi ve bunun sonucu olarak hukuki korumadan yararlanabilmesi için, hukuk düzenince meşru kabul edilen bir ilişkiden doğması gerektiği, konusu suç teşkil eden bir ilişkiden kaynaklanan alacakların bu kapsamda değerlendirilmesinin olanaklı olmadığı, Tefecilik yaptığı ve bu faaliyetinden kaynaklanan parayı tahsil etmek için katılanlara karşı tehdit eyleminde bulunduğu iddia edilen sanıkların, suç teşkil eden tefecilik eyleminden kaynaklandığı ileri sürülen alacağın hukuki alacak olarak kabul edilmesinin olanaklı olmaması karşısında eylemlerinin sübutu halinde yağma suçunu oluşturabileceği anlaşılmakla, 5235 sayılı Adli Yargı İlk Derece Mahkemeleri ile Bölge Adliye Mahkemelerinin Kuruluş, Görev ve Yetkileri Hakkında Kanunun 12. maddesi uyarınca eylemleri nitelendirme ve kanıtları değerlendirme görevinin üst dereceli Ağır Ceza Mahkemesine ait olduğu, delillerin birlikte takdir edilmesi bakımından tefecilik suçundan açılan davanın da birlikte görülmesinde zorunluluk bulunduğu gözetilerek görevsizlik kararı verilmesi gerekirken yargılamaya devamla yazılı şekilde hükümler kurulması, Hükmün açıklanmasının geri bırakılmasına engel adli sicil kaydı bulunmayan sanığın kişilik özellikleri ve duruşmadaki tutum ve davranışları irdelenerek yeniden suç işleyip işlemeyeceği hususunda ulaşılacak kanaate göre, hükmün açıklanmasının geri bırakılmasının gerekip gerekmediğine karar verilmesi gerektiği gözetilmeden “Koşulları bulunmadığından” şeklindeki yasal ve yeterli olmayan gerekçe ile sanık … hakkında hükmün açıklanmasının geri bırakılmasına yer olmadığına dair karar verilmesi, Anayasa Mahkemesinin 08/10/2015 tarihli ve 2014/140 Esas, 2015/85 sayılı iptal Kararının Resmi Gazete’nin 24/11/2015 tarihli ve 29542 sayısında yayımlanarak yürürlüğe girmiş olması nedeniyle Türk Ceza Kanunu’nun 53. maddesiyle ilgili olarak yeniden değerlendirme yapılmasında zorunluluk bulunması, Yasaya aykırı, katılanlar Hazine ile Güzide vekilleri ile sanıkların temyiz itirazları bu itibarla yerinde görülmüş olduğundan hükümlerin 5320 sayılı Yasanın 8/1. maddesi de gözetilerek Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu’nun 321 ve 326/son maddeleri uyarınca BOZULMASINA, 18/02/2021 tarihinde oy birliğiyle karar verildi.
9. Ceza Dairesi 2020/5006 E. , 2021/704 K. “İçtihat Metni” Mahkemesi :Asliye Ceza Mahkemesi Suç : Tefecilik yapmak, tehdit Hüküm : Mahkumiyet, beraat Mahalli mahkemece verilen hükümler temyiz edilmekle dosya incelendi; Tehdit suçundan Hazinenin, tefecilik suçundan katılan …’nin zarar gören sıfatları bulunmadığından, Hazine vekilinin sanıklar …, …. ve …. hakkında tehdit suçundan kurulan beraat hükümlerine, Güzide vekilinin sanık … hakkında tefecilik suçundan kurulan beraat hükmüne yönelik temyiz isteminin 5320 sayılı Kanunun 8/1. maddesi de gözetilerek Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu’nun 317. maddesi uyarınca REDDİNE, İncelemenin başvurularının kapsamına göre katılan Hazine vekilinin sanık … hakkında tefecilik suçundan verilen beraat, sanıklar … ve … hakkında verilen mahkumiyet hükümlerine, sanıklar … ve …’nın tefecilik suçundan kurulan mahkumiyet hükümlerine, katılan … vekilinin sanıklar … ve … hakkında tehdit suçundan kurulan beraat hükümleri ile sanık … hakkında tehdit suçlarından kurulan beraat hükümlerine yönelik temyiz itirazları ile sınırlı olarak yapılmasına karar verildikten sonra gereği düşünüldü: 1- Sanık … hakkında tehdit ve tefecilik suçlarından verilen beraat hükümlerine yönelik temyiz itirazlarının incelenmesinde; Delilleri takdir ve gerekçesi gösterilmek suretiyle verilen beraat hükümleri usul ve kanuna uygun olduğundan yerinde görülmeyen katılan Hazine ve Güzide vekillerinin temyiz itirazlarının reddiyle hükümlerin ONANMASINA, 2- Sanıklar …. ve …. hakkında tefecilik suçundan verilen mahkumiyet ile tehdit suçundan verilen beraat hükümlerine yönelik temyiz itirazlarının incelenmesinde; Sanıkların müştekiye verdiği 6.000 TL borç paraya karşılık her ay 5.250 TL faiz ödediği ancak müştekinin borcunun önce 3.500 TL ardından 73.000 TL ye yükseltildiği, bu borcun tahsilini teminat altına almak için müştekileri sıkıştırıp zorlayarak müştekilerden 35.000 TL lik senet aldıkları ve bu şekilde verilen borç parayı faizi ile tahsil ederek tefecilik suçunu işledikleri iddia edilmiş, mahkemece sabit görülen tefecilik suçundan mahkumiyet, mahkumiyete yeterli kesin ve inandırıcı delil elde edilemediğinden tehdit suçundan beraat kararı verilmiş ise de; TCK’nın 150. maddesinde “Bir hukukî ilişkiye dayanan alacağını tahsil amacıyla tehdit veya cebir kullanması hâlinde, ancak tehdit veya kasten yaralama suçuna ilişkin hükümler uygulanır.” hükmüne yer verildiği, Yargıtay içtihatlarında duraksamasız olarak kabul edildiği üzere bir alacağın, hukuki alacak olarak kabul edilebilmesi ve bunun sonucu olarak hukuki korumadan yararlanabilmesi için, hukuk düzenince meşru kabul edilen bir ilişkiden doğması gerektiği, konusu suç teşkil eden bir ilişkiden kaynaklanan alacakların bu kapsamda değerlendirilmesinin olanaklı olmadığı, Tefecilik yaptığı ve bu faaliyetinden kaynaklanan parayı tahsil etmek için katılanlara karşı tehdit eyleminde bulunduğu iddia edilen sanıkların, suç teşkil eden tefecilik eyleminden kaynaklandığı ileri sürülen alacağın hukuki alacak olarak kabul edilmesinin olanaklı olmaması karşısında eylemlerinin sübutu halinde yağma suçunu oluşturabileceği anlaşılmakla, 5235 sayılı Adli Yargı İlk Derece Mahkemeleri ile Bölge Adliye Mahkemelerinin Kuruluş, Görev ve Yetkileri Hakkında Kanunun 12. maddesi uyarınca eylemleri nitelendirme ve kanıtları değerlendirme görevinin üst dereceli Ağır Ceza Mahkemesine ait olduğu, delillerin birlikte takdir edilmesi bakımından tefecilik suçundan açılan davanın da birlikte görülmesinde zorunluluk bulunduğu gözetilerek görevsizlik kararı verilmesi gerekirken yargılamaya devamla yazılı şekilde hükümler kurulması, Hükmün açıklanmasının geri bırakılmasına engel adli sicil kaydı bulunmayan sanığın kişilik özellikleri ve duruşmadaki tutum ve davranışları irdelenerek yeniden suç işleyip işlemeyeceği hususunda ulaşılacak kanaate göre, hükmün açıklanmasının geri bırakılmasının gerekip gerekmediğine karar verilmesi gerektiği gözetilmeden “Koşulları bulunmadığından” şeklindeki yasal ve yeterli olmayan gerekçe ile sanık … hakkında hükmün açıklanmasının geri bırakılmasına yer olmadığına dair karar verilmesi, Anayasa Mahkemesinin 08/10/2015 tarihli ve 2014/140 Esas, 2015/85 sayılı iptal Kararının Resmi Gazete’nin 24/11/2015 tarihli ve 29542 sayısında yayımlanarak yürürlüğe girmiş olması nedeniyle Türk Ceza Kanunu’nun 53. maddesiyle ilgili olarak yeniden değerlendirme yapılmasında zorunluluk bulunması, Yasaya aykırı, katılanlar Hazine ile Güzide vekilleri ile sanıkların temyiz itirazları bu itibarla yerinde görülmüş olduğundan hükümlerin 5320 sayılı Yasanın 8/1. maddesi de gözetilerek Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu’nun 321 ve 326/son maddeleri uyarınca BOZULMASINA, 18/02/2021 tarihinde oy birliğiyle karar verildi.
T.C. YARGITAY 9. Hukuk Dairesi Esas No. 2018/5003 Karar No. 2021/159 Tarihi: 11/01/2021 l İŞÇİNİN RAPORLUYKEN TATİLE GİTMESİ l DOĞRULUK VE BAĞLILIĞA UYMAYAN DAVRANIŞ l İŞVERENİN HAKLI NEDENLE FESHİ l KIDEM İHBAR TAZMİNATININ ÖDENMEYECEĞİ ÖZETİ Dosyadaki bilgi ve belgelere göre; davacının ve iş arkadaşının aynı tarihte aynı doktordan ve aynı sebeple rapor aldıkları, arkadaşının sosyal medya hesabından raporlu olduğu gün davacı ile birlikte Karadeniz turuna çıktıklarını yazdığı, davacının işbu davranışı ile işverenin güvenini kötüye kullandığı, eyleminin yasada öngörülen doğruluk ve bağlılığa uymayan davranış olduğu, davacının seyahatinin turizm amaçlı olduğu açıkça ortadadır. Davacı savunmasında da bu durumu kabul etmiştir. Bu delil durumu karşısında, davalı işveren tarafından gerçekleştirilen fesih haklı sebebe dayandığından kıdem ve ihbar tazminat taleplerinin reddi yerine, kabulü hatalıdır. DAVA: Taraflar arasında görülen dava sonucunda verilen kararın, temyizen incelenmesi davalı vekili tarafından istenilmekle, temyiz talebinin süresinde olduğu anlaşıldı. Dava dosyası için Tetkik Hakimi tarafından düzenlenen rapor dinlendikten sonra dosya incelendi, gereği konuşulup düşünüldü: Y A R G I T A Y K A R A R I Davacı İsteminin Özeti: Davacı vekili özetle; davacının 15/09/2003-28/07/2015 tarihleri arasında davalı işyerinde makine operatörü olarak çalıştığını, iş akdine davalı işverenlikçe haksız olarak son verildiğini tazminat ve sair işçilik alacaklarının ödenmediğini ileri sürerek; kıdem tazminatı, ihbar tazminatı, yıllık izin ücreti, ücret alacağı, fazla mesai, hafta tatili, ulusal bayram ve genel tatil ücreti alacaklarının faiziyle birlikte davalıdan tahsilini talep ve dava etmiştir. Davalı Cevabının Özeti: Davalı vekili özetle; davacının 15/09/2003- 27/07/2015 tarihleri arasında işyerinde çalışmakta iken 09-12/07/2015 tarihleri arası için istirahat raporu aldığını, şirket çalışanlarından Melih’in de aynı tarihlerde aynı hastane ve aynı doktordan aynı teşhis ile istirahat raporu aldığını, davacının raporlu olduğu tarihte sosyal medyada diğer şirket çalışanı Melih ile birlikte “Karadeniz turu başlasın, biz yaşayalım siz dedikodusunu yaparsınız” yazısıyla Bolu Abant yolunda olduğunu belirten paylaşımlarda bulunduklarını, 21/07/2015 tarihinde savunması talep edildiğinde davacının haklı bir mazeret sunmaksızın istirahatli olduğu tarihlerde tatile çıktığını kabul ettiğini, 22/07/2015 tarihli disiplin kurulu kararı ile 27/07/2015 tarihinde gerçeği yansıtmayan bir rapor alarak işverenin güvenini kötüye kullanması ve bağlılığa uymayan davranışlarda bulunması sebebi ile iş akdinin haklı nedenle feshedildiğini bu nedenle kıdem ve ihbar tazminatlarına hak kazanamadığını, başkaca bir alacağının bulunmadığını savunarak davanın reddini talep etmiştir. İlk Derece Mahkemesi Kararının Özeti: İlk Derece Mahkemesince, toplanan kanıtlar ve bilirkişi raporuna dayanılarak, davacının iş akdinin işverenlikçe haklı nedenle feshedildiği kanaatine varıldığından, kıdem ve ihbar tazminatı taleplerinin reddine, ödenmeyen fazla mesai, genel tatil ve hafta tatili ücretlerinin bulunmaması sebebiyle bu taleplerin reddine, yıllık izin ücreti talebinin ise kısmen kabulüne karar verilmiştir. İstinaf başvurusu: İlk Derece Mahkemesinin kararına karşı, davacı vekili istinaf başvurusunda bulunmuştur. Bölge Adliye Mahkemesi Kararının Özeti: Bölge adliye mahkemesince, “Dosyadaki belgelerden; davacının 08/07/2015 tarihinde yüksek ateş teşhisi ile iki gün ve yine 10/07/2015 tarihinde aynı teşhis ile iki gün yatak istirahati aldığı ve alınan savunmasında istirahatli olduğu dönemde doktorun temiz hava al demesi nedeni ile memlekete gittiğini belirttiği görülmektedir. Davacı tanık anlatımlarında, davacının rahatsızlığı nedeni ile rapor aldığı ve raporluyken evine ziyarete gittikleri belirtilmiştir. Davalı işveren tarafından davacının iş akdi raporlu iken tatile çıktığı, gerçeği yansıtmayan istirahat raporu nedeni ile işverenin güvenini kötüye kullandığı gerekesi ile feshedilmişse de, dosya içeriği ile davacının aldığı raporun sahte olduğuna ilişkin somut bilgi ve belge bulunmadığı gibi tanık anlatımlarından da davacının raporlu olduğu dönemde evinde olduğu, davacının raporlu olduğu dönemde çalıştığı makinede iş gücü eksikliği olduğunun da somut olarak ortaya konmadığı, davacı ile işyerinde çalışan iş arkadaşı ile aynı teşhis ile aynı doktordan rapor almış olmalarının tek başına raporun sahte olduğunu ve gerçeği yansıtmadığını ortaya koymayacağı, dosya kapsamı ile ortada haklı fesih nedeni bulunmadığı, davacının arkadaşı ile raporlu olduğu dönemde şehir dışına çıktığı ve işe gelmediği ve işveren yönünden davranışının güven ilişkisini zedelediği düşünülse dahi bu durumun geçerli fesih nedeni olabileceği ve davacının kıdem ve ihbar tazminatına hak kazandığı, mahkemenin aksi yöndeki değerlendirmesinin hatalı olduğu, davacı vekilinin istinaf itirazının bu açıdan yerinde olduğu ancak diğer itirazlarına itibar edilmediği” gerekçesiyle İstanbul Anadolu 7. İş Mahkemesi’nin 23/12/2016 tarih ve 2015/554 esas, 2016/1028 karar sayılı kararının kaldırılmasına ve davacının kıdem ihbar tazminatı taleplerinin kabulüne karar verilmiştir. Temyiz başvurusu: Kararı, davalı vekili temyiz etmiştir. Gerekçe: 1-Dosyadaki yazılara, toplanan delillere kararın dayandığı kanuni gerektirici sebeplere göre, davalının aşağıdaki bendin kapsamı dışında kalan temyiz itirazları yerinde değildir. 2-Taraflar arasında davacının kıdem ve ihbar tazminatına hak kazanıp kazanmadığı uyuşmazlık konusudur. Somut uyuşmazlıkta; davacı 09-12/07/2015 tarihleri arası için 2’şer gün şeklinde ardışık tarihlerde istirahat raporu almış, aynı işyerinde çalışan bir diğer işçi Melih de aynı tarihlerde aynı hastane ve aynı doktordan aynı teşhis ile istirahat raporu almıştır. Davacının raporlu olduğu tarihte sosyal medyada diğer şirket çalışanı Melih, sosyal medya hesabında; “Karadeniz turu başlasın, biz yaşayalım siz dedikodusunu yaparsınız” yazısını paylaşmış, paylaşımın altına da “Serdar Yıldırım ile (davacı) birlikte Bolu Abant yolunda” notunu düşmüştür. Davalı işverence bu olayın ardından davacıdan 21/07/2015 tarihinde savunması talep edildiğinde, davacı 21.07.2015 tarihli savunmasında bu durumu kabul ederek ‘istirahatliydim, doktor temiz hava al dedi, ben de memlekete gittim’ şeklinde beyanda bulunmuştur. Dosyadaki bilgi ve belgelere göre; davacının ve iş arkadaşının aynı tarihte aynı doktordan ve aynı sebeple rapor aldıkları, arkadaşının sosyal medya hesabından raporlu olduğu gün davacı ile birlikte Karadeniz turuna çıktıklarını yazdığı, davacının işbu davranışı ile işverenin güvenini kötüye kullandığı, eyleminin yasada öngörülen doğruluk ve bağlılığa uymayan davranış olduğu, davacının seyahatinin turizm amaçlı olduğu açıkça ortadadır. Davacı savunmasında da bu durumu kabul etmiştir. Bu delil durumu karşısında, davalı işveren tarafından gerçekleştirilen fesih haklı sebebe dayandığından kıdem ve ihbar tazminat taleplerinin reddi yerine, kabulü hatalıdır. Sonuç: Temyiz olunan Bölge Adliye Mahkemesi kararının, yukarıda yazılı sebepten dolayı BOZULMASINA, dosyanın kararı veren Bölge Adliye Mahkemesine gönderilmesine, peşin alınan temyiz karar harcının istek halinde ilgiliye iadesine, 11.01.2021 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.
İlgili Kanun / Madde 6100 S. HMK/27,137 T.C. YARGITAY 9. Hukuk Dairesi Esas No. 2016/22210 Karar No. 2020/7826 Tarihi: 15/09/2020 l ÖN İNCELEME DURUŞMASI YAPILMADAN TANIK BİLDİRİMİ İÇİN KESİN SÜRE VERİLEMEYECEĞİ ÖZETİ Mahkemece bir kısım deliller toplandıktan sonra taraflar hazır olmaksızın hazırlanan dosya üzerinden yapılan ön incelemede tensip zabtı ile davalıya tanık isim ve adreslerini bildirmesi için 2 haftalık kesin süre verilmiş, bu zabıt davalıya 10/02/2015 tarihinde tebliğ olmuştur. Davalı bu ara karar gereği tanık isim ve adreslerini bildirmemiş, daha sonra bilirkişi raporuna karşı beyan dilekçesi ile tanık isim ve adreslerini bildirmiş ise de 23/06/2015 tarihli duruşmada davacının verilen kesin sürede tanıklarını bildirmediği gerekçesi ile davalının tanık dinletme talebinin reddine karar verilmiştir. Yukarıda içeriği aktarılan Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 137 ve 140. maddesi hükümleri dikkate alındığında mahkemenin ön inceleme duruşması yaparak öncelikle uyuşmazlık konularını belirlemesi ve ondan sonra ihtilaflı konularla ilgili delillerini bildirmeleri için taraflara süre vermesi gerekirken, tarafları ön inceleme duruşma davetiyesi gönderilmeden dosya üzerinden yapılan ön incelemede verdiği kesin süreye istinaden davalının savunma hakkını kısıtlar biçimde tanıklarının dinlenmesi talebini reddetmesi bozmayı gerektirmiştir. Y A R G I T A Y K A R A R I Davacı İsteminin Özeti: Davacı vekili, müvekkilinin davalıya ait lokantada 1998-2014 yılları arasında aşçı olarak haftalık 425 TL ücretle çalıştığı, fazla çalışma ve genel tatil çalışması yaptığı halde ücretinin ödenmediği, iş akdinin işverence haksız olarak feshedildiği iddiası ile kıdem ve ihbar tazminatı, yıllık izin ücreti, fazla çalışma ve genel tatil ücreti alacaklarının hüküm altına alınmasını talep etmiştir. Davalı Cevabının Özeti: Davalı davanın reddi gerektiğini savunmuştur. Mahkeme Kararının Özeti: Mahkemece yapılan yargılama neticesinde davanın kısmen kabulüne karar verilmiştir. Temyiz: Kararı davalı vekili temyiz etmiştir. Gerekçe: Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 21/03/2007 tarih ve 2007/8-161 esas, 2007/155 karar sayılı kararı ile de belirtildiği üzere adil yargılanma ve dinlenilme hakkının bir gereği olarak hakim, taraflara duruşmalarda hazır bulunmak, iddia ve savunmalarını bildirmek için imkan vermeli, tarafları usulüne uygun bir biçimde duruşmaya davet etmelidir. Fakat tarafların kendilerine tanınan bu imkana rağmen, duruşmaya gelmek zorunluluğu yoktur. Hukuk davalarında duruşmaya gelmemenin müeyyidesi, dava dosyasının işlemden kaldırılması veya yargılamanın gelmeyen tarafın yokluğunda devam edilmesidir. Dava ile ilgili olan kişilerin davaya ilişkin bir işlemi öğrenebilmesi için, tebligatın usulüne uygun olarak yapılması, duruşma gün ve saatinin muhataba bildirilmesi gerekmektedir. Duruşma günü ile tebligatın çıkarıldığı tarih arasında makul bir süre olmalıdır. Aksi takdirde tarafların hukuksal dinlenme ve savunma hakkı kısıtlanmış olur. AİHM’ye göre de iç hukuktaki duruşmada hazır bulunma hakkını kullanıp kullanmamaya karar verecek olan davanın bir tarafına, duruşmaya katılma imkanı verecek şekilde duruşmanın bildirilmemesi, silahlarda eşitlik ve çekişmeli yargılama ilkelerini özünden yoksun bırakır. Diğer taraftan 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanununun 27. maddesinde yer bulan “Hukuki Dinlenilme Hakkı” gereğince davanın tarafları, müdahiller ve yargılamanın diğer ilgilileri, kendi hakları ile bağlantılı olarak hukuki dinlenilme hakkına sahip olup, bu hakkın yargılama ile ilgili olarak bilgi sahibi olunmasını, açıklama ve ispat hakkını, mahkemenin, açıklamaları dikkate alarak değerlendirmesini ve kararların somut ve açık olarak gerekçelendirilmesini içermektedir. Mahkeme, iki tarafa eşit şekilde hukukî dinlenilme hakkı tanıyarak hükmünü vermelidir. Anayasanın 36. maddesinde ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 6. maddesinde düzenlenen adil yargılanma hakkının en önemli unsuru olan hukukî dinlenilme hakkı, adil yargılanma hakkı içinde teminat altına alınmıştır. Bu hakka, tarafın hâkime meramını anlatma hakkı ya da iddia ve savunma hakkı da denilmektedir. Ancak, hukukî dinlenilme hakkı, bu ifadeleri de kapsayan daha geniş bir anlama sahiptir. Bu hak çerçevesinde, tarafların gerek yargı organlarınca gerekse karşı tarafça yapılan işlemler konusunda bilgilendirilmeleri zorunludur. Kişinin kendisinden habersiz yargılama yapılarak karar verilmesi, kural olarak mümkün değildir. Bu kapsamda hukuki dinlenilme hakkı, bilgilenme/bilgilendirme, açıklama yapma, yargı organlarınca dikkate alınma ve kararların gerekçeli olması gibi hususları içerdiği açıktır. Bilgilenme hakkı, yargılamanın içeriğine dair tam bir bilgi sahibi olmanın yanında gerek karşı tarafın gerekse de yargı organlarının dosya içeriğine yapmış oldukları işlemleri öğrenmelerini kapsar. Bilgilenme/ bilgilendirme hakkının etkin biçimde kullanılabilmesi için gönderilecek tebligat ve davetiyelerde kanunda öngörülmüş şekil şartlarına sıkı sıkıya uyulması gerekmektedir. Ayrıca bu hak sadece davanın başındaki iddia ve savunmalar açısından değil yargılamanın her aşamasında dikkate alınmalıdır. Bu kapsamda devam eden bir yargılamada, tarafların açıklamaları için bilgilendirme yeterli olmayıp yargılamada yer alan diğer kişilerin ( tanık, bilirkişi gibi) açıklamaları açısından da önemlidir. Bilgilenme hakkının usulüne uygun kullanımı ile tarafların haklarında öğrendikleri isnat ve iddialara karşı beyanda bulunabilme, davaya yönelik bilgi ve belge verebilme yani açıklama yapma hakkı da hukuki güvenceye bağlanmaktadır. Böylece davanın her iki tarafına eşit şekilde açıklama yapma hakkı tanınması ile adaletin görünür kılınması sağlanacaktır. Açıklamada bulunma hakkı, tarafların, yazılı veya sözlü şekilde iddia ve savunmalara karşı itirazda bulunabilme, davaya ilişkin beyanda bulunmalarını sağlar. 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 137. maddesinde, “(1) Dilekçelerin karşılıklı verilmesinden sonra ön inceleme yapılır. Mahkeme ön incelemede; dava şartlarını ve ilk itirazları inceler, uyuşmazlık konularını tam olarak belirler, hazırlık işlemleri ile tarafların delillerini sunmaları ve delillerin toplanması için gereken işlemleri yapar, tarafların üzerinde serbestçe tasarruf edebileceği davalarda onları sulhe teşvik eder ve bu hususları tutanağa geçirir. (2) Ön inceleme tamamlanmadan ve gerekli kararlar alınmadan tahkikata geçilemez ve tahkikat için duruşma günü verilemez.” 140. maddesinde ise, “ (1) Hâkim, ön inceleme duruşmasında, dava şartları ve ilk itirazlar hakkında karar verebilmek için gerekli görürse tarafları dinler; daha sonra, tarafların iddia ve savunmaları çerçevesinde, anlaştıkları ve anlaşamadıkları hususları tek tek tespit eder. (2) Uyuşmazlık konularının tespitinden sonra hâkim, tarafları sulhe teşvik eder; bu konuda sonuç alınacağı kanaatine varırsa, bir defaya mahsus olmak üzere yeni bir duruşma günü tayin eder. (3) Ön inceleme duruşmasının sonunda, tarafların sulh faaliyetinden bir sonuç alıp almadıkları, sonuç alamadıkları takdirde anlaşamadıkları hususların nelerden ibaret olduğu tutanakla tespit edilir. Bu tutanağın altı, duruşmada hazır bulunan taraflarca imzalanır. Tahkikat bu tutanak esas alınmak suretiyle yürütülür. (4) Ön inceleme tek duruşmada tamamlanır. Zorunlu olan hâllerde bir defaya mahsus olmak üzere yeni bir duruşma günü tayin edilir. (5) Ön inceleme duruşmasında, taraflara dilekçelerinde gösterdikleri, ancak henüz sunmadıkları belgeleri mahkemeye sunmaları veya başka yerden getirtilecek belgelerin getirtilebilmesi amacıyla gereken açıklamayı yapmaları için iki haftalık kesin süre verilir. Bu hususların verilen kesin süre içinde tam olarak yerine getirilmemesi hâlinde, o delile dayanmaktan vazgeçilmiş sayılmasına karar verilir.” denilmiştir. Somut olayda; Mahkemece davalıya cevap ve delillerini bildirmesi, tanık ücreti ve tanık giderlerini yatırması için 2 haftalık kesin süre verildiği ihtarını içerir tensip zabtı ile dava dilekçesi davalıya 18/09/2014 tarihinde tebliğ edilmiştir. Davalı süresinde verdiği cevap dilekçesi ile tanık deliline dayanmış ancak tanık isimlerini bildirmemiştir. Mahkemece bir kısım deliller toplandıktan sonra taraflar hazır olmaksızın hazırlanan dosya üzerinden yapılan ön incelemede tensip zabtı ile davalıya tanık isim ve adreslerini bildirmesi için 2 haftalık kesin süre verilmiş, bu zabıt davalıya 10/02/2015 tarihinde tebliğ olmuştur. Davalı bu ara karar gereği tanık isim ve adreslerini bildirmemiş, daha sonra bilirkişi raporuna karşı beyan dilekçesi ile tanık isim ve adreslerini bildirmiş ise de 23/06/2015 tarihli duruşmada davacının verilen kesin sürede tanıklarını bildirmediği gerekçesi ile davalının tanık dinletme talebinin reddine karar verilmiştir. Yukarıda içeriği aktarılan Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 137 ve 140. maddesi hükümleri dikkate alındığında mahkemenin ön inceleme duruşması yaparak öncelikle uyuşmazlık konularını belirlemesi ve ondan sonra ihtilaflı konularla ilgili delillerini bildirmeleri için taraflara süre vermesi gerekirken, tarafları ön inceleme duruşma davetiyesi gönderilmeden dosya üzerinden yapılan ön incelemede verdiği kesin süreye istinaden davalının savunma hakkını kısıtlar biçimde tanıklarının dinlenmesi talebini reddetmesi bozmayı gerektirmiştir. SONUÇ: Temyiz olunan kararın sair hususlar incelenmeksizin yukarıda yazılı nedenlerle BOZULMASINA, peşin alınan temyiz harcının istek halinde ilgililere iadesine 15/09/2020 tarihinde oybirliği ile karar verildi.
İlgili Kanun / Madde 4857 S. İşK/17 1475 S. İşK/14 T.C. YARGITAY 9. Hukuk Dairesi Esas No. 2020/3079 Karar No. 2020/10129 Tarihi: 01/10/2020 l İSTİFA l İŞVERENİN İŞÇİLİK ALACAKLARINI ÖDEME VAADİ İLE İŞÇİDEN ALDIĞI İSTİFANIN GEÇERLİ OLMADIĞI l İSTİFA SONRASI BİR SÜRE DAHA ÇALIŞMANIN SÜRMESİNİN İKALE OLARAK KABUL EDİLECEĞİ l İRADE FESADINA DAYANAN İSTİFA HALİNDE FESHİN İŞVERENCE GERÇEKLEŞTİRDİĞİNİN KABUL EDİLECEĞİ l İSTİFADE İRADE FESADININ HER TÜRLÜ DELİLLE KANITLANABİLECEĞİ ÖZETİ İşçinin haklı bir nedene dayanmadan ve bildirim öneli tanımaksızın iş sözleşmesini feshi, istifa olarak değerlendirilmelidir. İstifa iradesinin karşı tarafa ulaşmasıyla birlikte iş ilişkisi sona erer. İstifanın işverence kabulü zorunlu değilse de, işverence dilekçenin işleme konulmamış olması ve işçinin de işyerinde çalışmaya devam etmesi halinde gerçek bir istifadan söz edilemez. Bununla birlikte istifaya rağmen tarafların belirli bir süre daha çalışma yönünde iradelerinin birleşmesi halinde, kararlaştırılan sürenin sonunda iş sözleşmesinin ikale yoluyla sona erdiği kabul edilmelidir. İşçinin istifa dilekçesindeki iradesinin fesada uğratılması da sıkça karşılaşılan bir durumdur. İşverenin tazminatların derhal ödeneceği sözünü vermek ve benzeri baskılarla işçiden yazılı istifa dilekçesi vermesini talep etmesi ve işçinin buna uyması halinde, gerçek bir istifa iradesinden söz edilemez. Bu halde feshin işverence gerçekleştirildiği kabul edilmelidir. İşverenin baskı uygulaması sonucu düzenlenen istifa dilekçesine değer verilemez. Dairemizce bu gibi hallerde feshin işverence gerçekleştirildiği, bununla birlikte işveren feshinin haklı olup olmadığının değerlendirilmesi gerektiği kabul edilmektedir İstifa iradesinin bulunmadığına yönelik olarak irade fesadı iddiası tanık dahil her türlü delil ile ispatlanabilir Y A R G I T A Y K A R A R I Davacı İsteminin Özeti: Davacı vekili, müvekkilinin davalı iş yerinde 09/03/2005-26/05/2014 tarihleri arası çalıştığını, iş sözleşmesinin davalı işverence haklı neden olmaksızın feshedildiğini, fesihten yirmi gün sonra kalan maaşının ödeneceği söylenerek istifa dilekçesi imzalatıldığını beyanla kıdem ve ihbar tazminatı, yıllık ücretli izin, fazla mesai ve genel tatil ücreti alacaklarını talep etmiştir. Davalı Cevabının Özeti: Davalı vekili, davacının iş yerinden istifa ederek işten ayrıldığını, istifa eden kişinin kıdem ve ihbar tazminatının talep etmesinin yasal olarak mümkün olmadığını beyanla davanın reddini savunmuştur. Mahkeme Kararının Özeti: Bozmaya uyan Mahkemece, toplanan deliller ve bilirkişi raporuna dayanılarak, yazılı gerekçeyle davanın reddine karar verilmiştir. Temyiz: Karar davacı vekili tarafından temyiz edilmiştir. Gerekçe: 1-Dosyadaki yazılara toplanan delillerle kararın dayandığı kanuni gerektirici sebeplere göre, davacının aşağıdaki bendin kapsamı dışında kalan temyiz itirazları yerinde değildir. 2-Taraflar arasında, iş ilişkisinin işçinin istifası ile sona erip ermediği konusunda uyuşmazlık bulunmaktadır. İşçinin haklı bir nedene dayanmadan ve bildirim öneli tanımaksızın iş sözleşmesini feshi, istifa olarak değerlendirilmelidir. İstifa iradesinin karşı tarafa ulaşmasıyla birlikte iş ilişkisi sona erer. İstifanın işverence kabulü zorunlu değilse de, işverence dilekçenin işleme konulmamış olması ve işçinin de işyerinde çalışmaya devam etmesi halinde gerçek bir istifadan söz edilemez. Bununla birlikte istifaya rağmen tarafların belirli bir süre daha çalışma yönünde iradelerinin birleşmesi halinde, kararlaştırılan sürenin sonunda iş sözleşmesinin ikale yoluyla sona erdiği kabul edilmelidir. İşçinin istifa dilekçesindeki iradesinin fesada uğratılması da sıkça karşılaşılan bir durumdur. İşverenin tazminatların derhal ödeneceği sözünü vermek ve benzeri baskılarla işçiden yazılı istifa dilekçesi vermesini talep etmesi ve işçinin buna uyması halinde, gerçek bir istifa iradesinden söz edilemez. Bu halde feshin işverence gerçekleştirildiği kabul edilmelidir. İşverenin baskı uygulaması sonucu düzenlenen istifa dilekçesine değer verilemez. Dairemizce bu gibi hallerde feshin işverence gerçekleştirildiği, bununla birlikte işveren feshinin haklı olup olmadığının değerlendirilmesi gerektiği kabul edilmektedir (Yargıtay 9.HD. 3.7.2007 gün 2007/14407 E, 2007/21552 K.). İstifa iradesinin bulunmadığına yönelik olarak irade fesadı iddiası tanık dahil her türlü delil ile ispatlanabilir. Somut uyuşmazlıkta davacı işçilik alacaklarını alabilmek amacıyla istifa dilekçesi verdiğini ileri sürmüş, davalı işveren ise davacının istifa ettiğini savunmuştur. Mahkemece davacının istifa iradesinin fesada uğratıldığının ispatlanamadığı gerekçesi ile dava konusu kıdem ve ihbar tazminatı taleplerinin reddine hükmedilmiş ise de bozma sonrası dinlenen davacı tanığı S.A.’nın “Tarafıma gösterilen istifa dilekçesi ile ilgili bilgim vardır. Kendisine iki üç gün içerisinde tazminatların ödeneceği söylenerek bu belge imzalatılmıştır.” şeklindeki beyanları, gerekçesiz istifa beyanı, davalı tanık söylemleri ve dosya kapsamına göre, davacının 26/05/2014 tarihli istifa dilekçesinin irade fesadı ile malul olduğu ve davacının gerçek istifa iradesinin bulunmadığının anlaşılmasına göre dava konusu kıdem ve ihbar tazminatının kabulü gerekirken reddi hatalıdır. SONUÇ: Temyiz olunan kararın yukarıda gösterilen sebeplerle BOZULMASINA, peşin alınan temyiz harcının istek halinde ilgiliye iadesine, 01/10/2020 tarihinde oy birliği ile karar verildi.
İlgili Kanun / Madde 4857 S. İşK/25 1475 S. İşK/14 T.C. YARGITAY 9. Hukuk Dairesi Esas No. 2017/22156 Karar No. 2020/10256 Tarihi: 01/10/2020 l İŞÇİNİN YAPMAKLA YÜKÜMLÜ OLDUĞU GÖREVLERİ YAPMAMAKTA ISRAR NEDENİYLE FESİH İÇİN “ISRAR” KOŞULUNUN GERÇEKLEŞMİŞ OLMASININ GEREKTİĞİ l HATIRLATMANIN DAHA ÖNCE BELİRLENMİŞ VE İŞÇİYE BİLDİRİLMİŞ GÖREVLERLE İLGİLİ OLMASININ ZORUNLU OLDUĞU l HATIRLATMADAN SONRA İŞÇİNİN SADECE 1 KEZ GÖREVİ YAPMAMASININ FESİH İÇİN YETERLİ OLMADIĞI l İŞÇİNİN GÖREVİ YAPMAMA EYLEMİNİN HATIRLATMADAN SONRADA DEVAMLILIK GÖSTERMESİNİN GEREKTİĞİ ÖZETİ 4857 Sayılı İş Kanunu’nun 25. maddesinin II. Bendinin (h) alt bendine göre, işçinin yapmakla ödevli bulunduğu görevleri kendisine hatırlatıldığı halde yapmamakta ısrar etmesi işveren açısından fesih için haklı bir sebeptir. İş görme edimi, işçi tarafından işverenin verdiği talimatlara uygun olarak yerine getirilmelidir. İşçinin yapmakla ödevli bulunduğu görevleri; kanundan, yönetmelikten, bireysel veya toplu iş sözleşmesinden kaynaklanabilir. İster kanundan, isterse sözleşmeden doğsun, işçinin yapmakla ödevli bulunduğu görevlerinin açık olması gerekir. Söz konusu hükme göre, işçinin yapmakla ödevli olduğu görevlerini yapmaması derhal fesih için yeterli değildir. İşçinin görevlerinin hatırlatılması ( tekrar kendisine bildirilmesi), buna rağmen yapmamakta ısrar etmiş olması gerekir. Hatırlatma daha önce belirlenmiş ve işçiye bildirilmiş görevlere ilişkin olmalı ve işçinin görevlerini yerine getirmekten kaçınmasından sonra yapılmalıdır. Işçiye daha önce bildirilmiş olan görevleri genişletilerek veya ek görevler verilerek hatırlatma yapılamaz. Hatırlatma sözlü veya yazılı olarak yapılabilir. Yapılmayan işin görev kapsamına girdiğini, hatırlatma yapıldığını ve işçinin yapmamakta ısrar ettiğini kanıtlama yükü, işverendedir. (Bkz. … Türk İş Hukukunda Haksız fesih 1. B, Eylül 2020, sf. 197-198.) Bu noktada işverenin hatırlatmasının ardından sadece bir kez görevi yapmama yeterli sayılmamalıdır. İşçinin görevi yapmama eylemi hatırlatmanın ardından da devamlılık arz etmelidir. Devamlılık gösteren görevi yapmama haklı sebep kabul edilmeli, ancak devamlılık göstermeyen görevi yapmama, işyerinde olumsuzluklara yol açmış ise, iş sözleşmesinin feshi geçerli sebep sayılmalıdır. DAVA: Taraflar arasında görülen dava sonucunda verilen kararın, temyizen incelenmesi davacı vekili tarafından istenilmekle, temyiz talebinin süresinde olduğu anlaşıldı. Dava dosyası için Tetkik Hakimi … tarafından düzenlenen rapor dinlendikten sonra dosya incelendi, gereği konuşulup düşünüldü: Y A R G I T A Y K A R A R I Davacı İsteminin Özeti: Davacı vekili, müvekkilinin davalıya ait işyerinde 16.04.2008-17.12.2010 tarihleri arasında çalıştığını ancak iş sözleşmesinin haklı bir sebep olmaksızın sonlandırıldığını ileri sürerek kıdem ve ihbar tazminatı alacaklarının davalıdan tahsiline karar verilmesini talep etmiştir. Davalı Cevabının Özeti: Davalı vekili; iş sözleşmesine haklı sebeple son verildiğini savunarak davanın reddine karar verilmesini istemiştir. Mahkeme Kararının Özeti: Mahkemece, tanık beyanları, davalı işverenlikçe tutulan tutanaklar ile tutanak kapsamlarının ve eylemlerin davacı imzalı iş sözleşmesindeki görev tanımı içerisinde olduğu ve istenen savunmalar karşısında 22.12.2010 günlü ihtarnameyle “İşçinin yapmakla ödevli olduğu görevleri kendisine hatırlatıldığı halde yapmamakta ısrar etmesi” gerekçesiyle feshedildiği, fesih hakkının son eylem tarihinden itibaren 6 günlük hak düşürücü süre içerisinde kullanıldığı bu sebeple işçinin feshinin haklı sebebe dayandığı gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiştir. Temyiz: Kararı davacı vekili temyiz etmiştir. Gerekçe: Taraflar arasında işverence iş sözleşmesinin sona erdirilmesinin haklı sebebe dayalı olup olmadığı konusunda uyuşmazlık bulunmaktadır. 4857 Sayılı İş Kanunu’nun 25. maddesinin II. Bendinin (h) alt bendine göre, işçinin yapmakla ödevli bulunduğu görevleri kendisine hatırlatıldığı halde yapmamakta ısrar etmesi işveren açısından fesih için haklı bir sebeptir. İş görme edimi, işçi tarafından işverenin verdiği talimatlara uygun olarak yerine getirilmelidir. İşçinin yapmakla ödevli bulunduğu görevleri; kanundan, yönetmelikten, bireysel veya toplu iş sözleşmesinden kaynaklanabilir. İster kanundan, isterse sözleşmeden doğsun, işçinin yapmakla ödevli bulunduğu görevlerinin açık olması gerekir. Söz konusu hükme göre, işçinin yapmakla ödevli olduğu görevlerini yapmaması derhal fesih için yeterli değildir. İşçinin görevlerinin hatırlatılması ( tekrar kendisine bildirilmesi), buna rağmen yapmamakta ısrar etmiş olması gerekir. Hatırlatma daha önce belirlenmiş ve işçiye bildirilmiş görevlere ilişkin olmalı ve işçinin görevlerini yerine getirmekten kaçınmasından sonra yapılmalıdır. Işçiye daha önce bildirilmiş olan görevleri genişletilerek veya ek görevler verilerek hatırlatma yapılamaz. Hatırlatma sözlü veya yazılı olarak yapılabilir. Yapılmayan işin görev kapsamına girdiğini, hatırlatma yapıldığını ve işçinin yapmamakta ısrar ettiğini kanıtlama yükü, işverendedir. ( Bkz. … Türk İş Hukukunda Haksız fesih 1. B, Eylül 2020, sf. 197-198. ) Bu noktada işverenin hatırlatmasının ardından sadece bir kez görevi yapmama yeterli sayılmamalıdır. İşçinin görevi yapmama eylemi hatırlatmanın ardından da devamlılık arz etmelidir. Devamlılık gösteren görevi yapmama haklı sebep kabul edilmeli, ancak devamlılık göstermeyen görevi yapmama, işyerinde olumsuzluklara yol açmış ise, iş sözleşmesinin feshi geçerli sebep sayılmalıdır. Somut uyuşmazlıkta; davacı davalı ……AŞ.’ye ait mağazada satış elemanı olarak 2 yıl 8 ay 1 gün süre ile çalışmıştır. Davalı işveren 22.12.2010 tarihinde noter kanalıyla gönderdiği ihtarname ile işçinin yapmakla ödevli bulunduğu görevleri kendisine hatırlatıldığı halde yapmamakta ısrar etmesi sebebiyle işine son verildiğini bildirmiştir. Mahkemece de feshin haklı sebebe dayandığı kabul edilerek kıdem ve ihbar tazminatı taleplerinin reddine karar verilmiş ise de; varılan sonuç dosya içeriği ile örtüşmemektedir. Davalı işverence feshe konu edilen eylemler hakkında 14.09.2010-15.12.2010 tarihleri arasında tutanak tutulduğu görülmektedir. 14.09.2010 tarihinde kredi kartı sliplerini pos dışında muhafaza ettiği için evrakın koybolmasına sebep olduğu, davacının savunma vermekten imtina ettiği tutanak altına alınmıştır. 22.9.2010 tarihinde aynı sebeple evrak kaybolma ihtimaline binaen yine davacıdan savunma istendiği ancak davacının savunma talep yazısını imzalamadığı tutanak altına alınmış ayrıca 22.09.2010 tarihinde davacının sözlü olarak uyarıldığı bildirilmiştir. 1.10.2010 tarihinde kasa devir işlemi yapılmadığı için savunma istendiği, davacının savunmasında iş yoğunluğu sebebiyle yetişemediğini bildirdiği görülmektedir. 22.11.2010 tarihinde sigara alabilmek için kasadan para istediği için savunma istendiği ve savunmasında kural dışı olan bu husus konusunda diğer personelleri denemek için bu şekilde bir harekette bulunduğunu beyan ettiği görülmektedir. 7.12.2010 tarihinde kasiyer prosedürü ile ilgili savunma isteminin yırtılarak imha edildiği belirtilmiştir. 12.12.2010 tarihinde fifo işlemi yapmaması sebebiyle savunmasının istenildiği, savunmasında aceleden hata ettiğini kabul ettiği görülmektedir. 15.12.2010 tarihinde ise 15,00 TL kasa açığı verdiği ve savunmadan imtina ettiği belirtilmiştir. Öncelikle, feshe konu edilen eylemlerin hiçbirinin tek başına haklı fesih ağırlığında olmadığı görülmektedir. Tutanaklar incelendiğinde, davacının kendisinden savunma istenildiğinde savunmasını verdiği dolayısıyla savunma isteminden imtina ettiği yönündeki tutanakların işverence tek yanlı olarak tutulan tutanaklar olduğu, davacının sadece bir tutanak dolayısıyla sözlü olarak uyarıldığından söz edildiği, bunun haricinde diğer tutanaklarda davacıya görevinin hatırlatılıp uyarıldığından söz edildiğine ilişkin bir ibare bulunmadığı görülmektedir. Öte yandan, davalı tanıklarından birinin bilgisinin duyuma dayalı olduğu diğer davalı tanığının ise bölge müdürü olduğu dolayısıyla tutulan tutanakların içeriğinin yöntemince ispatlandığından söz edilemeyeceği, davacının sözlü yada yazılı olarak uyarıldığını gösteren dosya kapsamında bir başka delil de bulunmadığı anlaşılmak ile 4857 Sayılı İş Kanunu’nun 25. maddesinin II. Bendinin (h) alt bendine göre,” işçinin yapmakla ödevli bulunduğu görevleri kendisine hatırlatıldığı halde yapmamakta ısrar” sebebiyle haklı fesih koşulları oluştuğu ispatlanamadığından, feshin olsa olsa geçerli sebebe dayalı olduğu kabul edilerek davacının kıdem ve ihbar tazminatı taleplerinin hüküm altına alınması gerekirken yazılı gerekçe ile taleplerin reddine karar verilmesi hatalıdır. Sonuç: Temyiz olunan kararın yukarıda yazılı sebepten BOZULMASINA, peşin alınan temyiz harcının isteği halinde davacıya iadesine, 01.10.2020 gününde oybirliği ile karar verildi. çalışma ve toplum dergisi
11. Hukuk Dairesi 2020/4656 E. , 2020/3913 K. “İçtihat Metni” MAHKEMESİ :TİCARET MAHKEMESİ Taraflar arasında görülen davada İskenderun Asliye Ticaret Mahkemesince verilen 19.01.2016 tarih ve 2015/361-2016/108 sayılı kararın Yargıtayca incelenmesinin davalı vekili tarafından istenildiği ve temyiz dilekçesinin süresi içinde verildiği anlaşılmış bazı noksanlıkların ikmali için mahalline gönderilen dosyanın eksikliklerin giderilmesinden sonra gönderildiği anlaşılmakla, dava dosyası için Tetkik Hakimi … tarafından düzenlenen rapor dinlendikten ve yine dosya içerisindeki dilekçe, layihalar, duruşma tutanakları ve tüm belgeler okunup, incelendikten sonra işin gereği görüşülüp, düşünüldü: Davacı vekili, davacının davalıya bir borcunun olmadığını, buna rağmen korkutma, ikrah ve baskı yoluyla davacıya bono vasfında, nakden ibareli senet imzalatıldığını ve bu senedin ceza davasına konu olduğunu, davacının bu senetten dolayı borçlu olmadığını belirterek senet sebebiyle borçlu olmadığının tespitine karar verilmesini talep etmiştir. Davalı vekili, davanın süresinde açılmadığını, senedin korkutma ve baskıyla alınmadığını, davacının sahte evrak düzenleme ve dolandırıcılık suçundan şirkete verdiği zararın tazmini için senedin teminat olarak alındığını, senedin ticari ilişkiden kaynaklanmaması nedeniyle ticari deftere işlenmediğini ve senedin icraya konduğunu belirterek davanın reddini talep etmiştir. Mahkemece yapılan yargılama sonucunda, yapılan ceza yargılamasında dava konusu bononun, davalı şirketin uğrayacağı maddi zararlara karşılık teminat olarak verildiğinin belirtilmesi, fakat sanık sıfatındaki davacının ceza yargılamasında beraatine karar verilmesi, davacının takip konusu bono nedeniyle borcunun bulunmadığı gibi davalı şirketin meydana gelen zararında da etkisinin olmadığının anlaşılması gerekçesiyle davanın kabulüne, davacının dava konusu senetten dolayı davalıya borçlu olmadığının tespitine karar verilmiş olup, hüküm davalı vekilince temyiz edilmiştir. Dosyadaki yazılara kararın dayandığı delillerle gerektirici sebeplere, delillerin takdirinde bir isabetsizlik bulunmamasına ve özellikle davaya konu bononun düzenlenme nedeni olarak nakden ibaresinin yazılmış olması, davalı şirketin bononun davacının verdiği zarara karşı teminat olarak verildiğini belirtmiş olması nedeniyle bononun ihdas nedeninin talil edilmiş olması ve ispat yükümlülüğünü davalının üzerine alması ve davalı şirkete davacının zarar verdiği hususunun ispatlanamamasına göre, davalı vekilinin yerinde görülmeyen bütün temyiz itirazlarının reddiyle usul ve kanuna uygun bulunan hükmün ONANMASINA, aşağıda yazılı bakiye 819,96 TL temyiz ilam harcının temyiz eden davalıdan alınmasına, 07.10.2020 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.
12. Hukuk Dairesi 2018/7051 E. , 2019/8439 K. MAHKEMESİ :İcra Hukuk Mahkemesi Yukarıda tarih ve numarası yazılı mahkeme kararının müddeti içinde temyizen tetkikinin borçlu tarafından istenmesi üzerine bu işle ilgili dosya mahallinden daireye gönderilmiş olup, dava dosyası için Tetkik Hakimi … tarafından düzenlenen rapor dinlendikten ve dosya içerisindeki tüm belgeler okunup incelendikten sonra işin gereği görüşülüp düşünüldü: Alacaklı tarafından borçlu aleyhine başlatılan ilamlı takipte, borçlunun icra mahkemesine başvurusunda; başlatılmış olan takipte, alacaklının dayanak ilamdaki …’nun vekili olduğunu, takibe konu Finike Asliye Hukuk Mahkemesinin 2012/361 esas, 2015/158 karar sayılı mahkeme ilamında, borçlunun davadan feragat etmesinden dolayı aleyhine “10.946,72 TL ücreti vekaletin davacıdan alınarak davalıya verilmesine” şeklinde hüküm kurulduğunu, aynı mahkeme ilamına dayanılarak Elmalı İcra Müdürlüğünün 2015/808 esas sayılı dosyası ile takip yapıldığını, asıl alacaklı olan …’nun takipten vazgeçme dilekçesi verdiğini, buna rağmen, davalı vekilinin şahsi alacağı gibi ücreti vekaletten dolayı Elmalı İcra Müdürlüğünün 2016/475 esas sayılı yeni bir takip başlattığını, alacaklı …’a borcunun bulunmadığını, bu nedenle takip dosyasının iptali ile haksız icra takibi nedeni ile %20 tazminatın ödenmesine karar verilmesini talep etmiş, mahkemece davanın reddine karar verilmiştir. 6100 sayılı HMK’nun 323. maddesinde avukatlık ücreti, yargılama giderleri arasında sayılmış, aynı Yasa’nın 330. maddesinde ise, ” Vekil ile takip edilen davalarda mahkemece, kanuna göre takdir olunacak vekalet ücreti, taraf lehine hükmedilir” hükmüne yer verilmiş olup, anılan hükümden yargılama gideri olarak hükmolunan avukatlık ücretinin ancak “yargılamanın tarafları” arasında geçerli olacağı anlaşılmaktadır. 1136 sayılı Avukatlık Yasası’nın 164/son maddesinde; “Dava sonunda, kararla tarifeye dayanılarak karşı tarafa yüklenecek vekalet ücreti, avukata aittir….” düzenlemesi mevcut ise de, hüküm, vekil ile müvekkil arasında çıkacak ve iç ilişkiden kaynaklanan uyuşmazlıkları düzenlemek amacıyla öngörülmüştür(HGK’nun 07.04.2004 tarih ve 2004/12-213 E., 2004/215 K. sayılı kararı). Avukat, bu vekalet ücretini ancak müvekkili adına vekaleten takibe koyabilir. Kendisini alacaklı göstererek, anılan alacak konusunda borçlu hakkında takip yapamayacaktır. Belirtilen yasal düzenlemeler karşısında, taraf lehine, yani asil lehine hükmedilen vekalet ücretinden yine asilin feragat etme yetkisinin bulunduğunun kabulü gerekir. Öte yandan vekillikten azil halinde, taraflar arasındaki vekalet işlemleri sona erer. Vekillikten azilden sonra vekilin icra dosyasından herhangi bir talepte bulunması, bu talebe ilişkin olarak icra müdürlüğünün bir karar vermesi usulsüzdür. Vekil, vekillikten azil halinde, azilin haklı olup olmamasına göre Avukatlık Kanunu’nun 174. maddesi uyarınca vekalet ücretine hak kazanır. Ancak vekilin, vekalet ücreti alacağını alabilmesi için Avukatlık Kanunu’nun 164/son ve 174. maddeleri uyarınca mahkemede dava açarak ayrı bir ilam alması yada doğrudan ilamsız icra takibine başvurması gereklidir. Finike Asliye Hukuk Mahkemesi’nin 2012/361 esas, 2015/158 karar sayılı dosyasında 08/04/2015 tarihinde davadan feragat dolayısı ile davanın reddine karar verildiği, gerekçeli kararda davalı lehine 10.946,72 TL vekalet ücretine hükmedildiği görülmektedir. …’nün 2015/808 esas sayılı icra dosyasında, alacaklının …, borçlunun … olduğu, takibe dayanak olan belgenin, Finike Asliye Hukuk Mahkemesi’nin 08/04/2015 tarih ve 2012/361 esas, 2015/158 karar sayılı ilamı, takip tarihinin ve 08/05/2015 olduğu anlaşılmıştır. …’nün 2016/475 sayılı takip dosyasında alacaklının …, borçlunun … olduğu, takibe dayanak belgenin Finike Asliye Hukuk Mahkemesi’nin 2012/361 esas, 2015/158 karar sayılı ilamı olduğu, takip talebine alacaklının tahsilde tekerrür olmamak şerhini koyduğu, takip tarihinin 13/04/2016 olduğu görülmüştür. Somut olayda, alacaklının, yani dayanak ilamdaki davalı vekilinin, ilamda hükmedilen vekalet ücreti dolayısıyla, öncelikle vekili olduğu davalı … adına takibe başladığı, ancak 01.6.2015 tarihinde, vekilin, asil tarafından vekillikten azledildiğine ilişkin azilnamenin takip dosyasına ibraz edilmesi üzerine, vekilin, bu kez doğrudan kendi adına, aynı dayanak ilamın konusu olan vekalet ücreti alacağı için borçluya karşı yeniden bir takip başlattığı anlaşılmıştır. Alacaklı, vekilini azlettiğine göre, vekilin vekalet ücretini alabilmesi için yukarıda belirtilen hukuki yollara başvurması gerekirken, kendi adına icra takibi başlatarak takibe konu olan ilamda geçen vekalet ücretini talep etmesi mümkün değildir. O halde, mahkemece takibin bu nedenle iptaline karar verilmesi gerekirken, yazılı gerekçe ile davanın reddi yönünde hüküm tesisi isabetsizdir. SONUÇ : Borçlunun temyiz itirazlarının kabulü ile mahkeme kararının yukarıda yazılı nedenlerle İİK’nun 366. ve HUMK’nun 428. maddeleri uyarınca (BOZULMASINA), peşin alınan temyiz harcının istek halinde ilgiliye iadesine, ilamın tebliğinden itibaren 10 gün içinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere, 16/05/2019 tarihinde oybirliği ile karar verildi.
13. Hukuk Dairesi 2014/39561 E. , 2015/33056 K. MAHKEMESİ : Denizli 4. Asliye Hukuk Mahkemesi TARİHİ : 19/06/2014 NUMARASI : 2012/556-2014/245 Taraflar arasındaki itirazın iptali davasının yapılan yargılaması sonunda ilamda yazılı nedenlerden dolayı davanın kısmen kabulüne kısmen reddine yönelik olarak verilen hükmün süresi içinde davacı avukatınca temyiz edilmesi üzerine dosya incelendi gereği konuşulup düşünüldü. KARAR Davacı, davalının vekili olarak Denizli 3 İş Mahkemesinin 2009/431 Esas sayılı dosyasında görev yaptığını ve davanın aynı mahkemenin 2011/12 Karar sayılı ilamı ile davalı lehine sonuçlandığını, bu dava sırasında yapılan yargılama gideri, tanık, bilirkişi, tebligat ve diğer bütün masrafları vekil sıfatı ile yaptığını, yargılama sonucu alınan ilamın infazı için Denizli 5 icra müdürlüğünün 2011/3917 Esas sayılı takibini yaptığını, davalının bu dava ve icra dosyasından doğan ücreti vekalet alacağını vermediğini, kendisine bedelin ödenmesi ve istifasını içerir ihtarname göndermesine rağmen ödeme yapılmadığını, bunun tahsili için Denizli 5 icra müdürlüğünün 2012/4237 Esas sayılı takip dosyası ile davalı hakkında icra takibi yaptığını, davalının itirazı üzerine takibin durduğunu belirterek davalının icra takibine vaki itirazının iptaline, takibin devamına ve % 20 inkar tazminatına karar verilmesini istemiştir. Davalı, davanın reddini dilemiştir. Mahkemece, Davanın KISMEN KABULÜ İLE, davalının Denizli 5. İcra Müdürlüğünün 2012/4237 esas sayılı takip dosyasında talep edilen asıl alacağın 13.303,60 TL lik kısmına vaki itirazın iptali ile, takibin 13.303,60 TL si asıl alacak üzerinden devamına ve bu miktar asıl alacağa takip tarihinden itibaren değişen oranlarda yasal faiz uygulanmasına, Davacının fazlaya ilişkin itirazın iptali talebinin reddine, karar verilmiş; hüküm, davacı tarafından temyiz edilmiştir. 1-Dosyadaki yazılara, kararın dayandığı delillerle yasaya uygun gerektirici nedenlere ve özellikle delillerin takdirinde bir isabetsizlik bulunmamasına göre, davacının aşağıdaki bent kapsamı dışında kalan diğer temyiz itirazlarının reddi gerekir. 2-Davacı, eldeki dava ile yaptığı masraf ve vekalet ücreti alacağının tahsilini istemiş, mahkemece kısmen kabul kararı verilmiştir. Avukatlık Kanununun 171/1 maddesinde düzenlenen “Avukat üzerine aldığı işi kanun hükümlerine göre ve yazılı sözleşme olmasa bile sonuna kadar takip eder.” ve “Avukatlık Asgari Ücret Tarifesi’nin 2 nci maddesinde düzenlenen “… avukatlık ücreti, kesin hüküm elde edilinceye kadar olan dava, iş ve işlemler ÜCRETİ KARŞILIĞIDIR.” Hükümleri gereğince avukat, aksine sözleşme yoksa, işi sonuna kadar takip edip sonuçlandırmadan ücretini talep edemez. (Bkz. Aynı doğrultuda Bkz. HGK. 23.03.1983 4/562-156; HGK. 03.07.1987 3/92-599; 13. HD. 2005/15433 E.2008/3694 K.; 13. HD. 2008/6280 E. 2008/11580) Ancak haksız azil halinde olduğu gibi, avukatın haklı olarak vekillikten istifa etmesi halinde de, işe devam etme olanağı mevcut olmadığından, avukat, haklı istifa tarihi itibariyle muaccel olan vekalet ücreti alacağının ödetilmesini talep edebilir. Borçlar Kanununun 396/1 inci maddesine göre vekillikten istifa her zaman mümkün olup, bu istifa vekalet ilişkisini ileriye doğru sona erdiren bozucu ve yenilik doğuran bir işlemdir. Vekilin istifa hakkını her zaman kullanması da mümkündür. Ancak istifa haklı değil ve müvekkil de bu nedenle zarara uğramışsa, vekil bu zarardan sorumludur. Avukatlık Kanununda ise haksız istifa halinde, vekil yönünden Borçlar Kanunundaki aynı konuya ilişkin açıklanan bu düzenlemelere göre daha ağır bir sorumluluk esası getirilmiştir. Gerçekten de, Avukatlık Kanununun 174/1 maddesinde, “üzerine aldığı işi haklı bir sebep olmaksızın takipten vazgeçen avukat ücret talebinde bulunamaz.” Hükmü mevcut olup, bu hükümle, vekaletten haklı bir neden olmadan istifa eden avukatın, Borçlar Kanunundaki vekalet akdine ilişkin genel düzenlemelerden farklı olarak, herhangi bir zarar şartı olmadan da müvekkile karşı sorumlu tutulduğu görülmektedir. Anılan düzenlemeye göre, haksız olarak işi bırakan, vekaletten istifa eden avukat, ücrete hak kazanamadığı gibi, aksine bir hüküm mevcut değilse aldığı peşin ücretleri, kullanmadığı masraf avanslarını da iş sahibine iade etmek zorundadır. Bu açıklamalardan sonra dava konusu olaya bakılacak olursa; davacı vekalet ücreti ve yaptığı masrafların ödenmediği gerekçesi ile istifa etmiştir. Bu sebeple istifası haklı olup davacı, tahsil edilmese dahi karşı yan vekalet ücretine hak kazanmıştır. Hal böyle iken, mahkemece karşı yan vekalet ücreti yönünden de kabul kararı verilmesi gerekirken yazılı şekilde karar verilmiş olması usul ve yasaya aykırı olup bozma nedenidir. SONUÇ: Birinci bentde açıklanan nedenle sair temyiz itirazların reddine, ikinci bentde açıklanan nedenlerle temyiz edilen hükmün davacı yararına BOZULMASINA, peşin alınan 227,20 TL harcın istek halinde iadesine, 12/11/2015 gününde oybirliğiyle karar verildi.
22. Hukuk Dairesi 2018/12502 E. , 2018/20834 K. MAHKEMESİ :… Mahkemesi DAVA TÜRÜ : ALACAK Taraflar arasında görülen dava sonucunda verilen karar, süresi içinde duruşmalı olarak davalı vekili tarafından temyiz edilmiş ise de; 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun geçici 3. maddesi uyarınca uygulanmasına devam olunan mülga 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 438. maddesi gereğince duruşma isteğinin miktardan reddine ve incelemenin dosya üzerinden yapılmasına karar verildikten sonra Tetkik Hakimi … tarafından düzenlenen rapor sunuldu, dosya incelendi, gereği konuşulup düşünüldü: Y A R G I T A Y K A R A R I Davacı vekili, müvekkili işçinin kıdem tazminatı, ihbar tazminatı ve yıllık izin ücreti alacaklarının hüküm altına alınmasını talep etmiştir. Davalı vekili, davanın reddini savunmuştur. Mahkemece, bozma ilamına uyma kararı verilerek devam edilen yargılama neticesinde, toplanan deliller ve bilirkişi raporuna dayanılarak, yazılı gerekçeyle davanın kısmen kabulüne karar verilmiştir. Kararı, davalı vekili temyiz etmiştir. 1-Dosyadaki yazılara toplanan delillerle kararın dayandığı kanuni gerektirici sebeplere göre, davalının aşağıdaki bendin kapsamı dışında kalan temyiz itirazları yerinde değildir. 2-Somut uyuşmazlıkta, uyulmasına karar verilen 10/06/2014 tarihli ilk bozma ilamında, yabancı dilde hazırlanmış belgelerde gösterilen ödemeler yönünden davacı asilin isticvap edilmesi gerektiği belirtilmiştir. İlk bozma ilamına uyulmasına rağmen, belirtilen bozma sebebi gereğinin yerine getirilmemesi üzerine, 29/09/2016 tarihli ikinci bozma ilamında da, aynı yöne ilişkin bozma sebebine yer verilmiştir. Mahkemece, ikinci bozma ilamına da uyulmasına karar verilmesine rağmen, davacı asilin duruşmaya çağrılmayarak, belirtilen bozma sebebi yönünden işlem tesis edilmemesi usul ve kanuna aykırıdır. Yukarıda yazılı sebepten kararın bozulması gerekmiştir. SONUÇ: Temyiz olunan kararın yukarıda yazılı sebepten BOZULMASINA, peşin alınan temyiz harcının istek halinde ilgiliye iadesine, 02/10/2018 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.
9. Hukuk Dairesi 2015/21647 E. , 2018/17569 K. MAHKEMESİ :İŞ MAHKEMESİ DAVA TÜRÜ : ALACAK Taraflar arasında görülen dava sonucunda verilen kararın, temyizen incelenmesi taraflar vekillerince istenilmekle, temyiz taleplerinin süresinde olduğu anlaşıldı. Dava dosyası için Tetkik Hakimi tarafından düzenlenen rapor dinlendikten sonra dosya incelendi, gereği konuşulup düşünüldü: YARGITAY KARARI A) Davacı İsteminin Özeti: Davacı vekili, davacının 01/06/2000-31/05/2010 tarihleri arasında davalı şirkete ait işyerinde kaynakçı ustabaşı olarak çalıştığını, son ücretinin haftalık net 320,00 TL olduğunu, haftalık yevmiye, fazla … ve genel tatil ücretlerinin ödenmemesi, yıllık izinlerinin kullandırılmaması, sigorta primlerinin gerçek ücreti üzerinden yatırılmaması sebepleriyle iş akdini İş Kanununun 24/II e-f maddesine istinaden haklı olarak feshettiğini ileri sürerek, kıdem tazminatı, ücret, fazla mesai ücreti, genel tatil ücreti ve yıllık izin ücreti alacaklarının davalıdan tahsilini istemiştir. B) Davalı Cevabının Özeti: Davalı vekili, davacının iş yerinde çalışmakta iken 24/05/2010 tarihli keşide ettiği ihtarname ile birtakım haksız istek ve taleplerde bulunduğunu, ihtarnamenin 28/05/2010 tarihinde şirkete tebliğ edildiğini, davacının 27/05/2010 tarihinden sonra işe gelmediğini, bu ihtarname ile aslında haklı fesih için gerekçe yaratmak amacıyla hareket edildiğini, davacının ihtarnamenin tebliğ edildiği gün ve takip eden günlerde işe gelmediğini savunarak, davanın reddini istemiştir. C) Yerel Mahkeme Kararının Özeti: Mahkemece, toplanan delillere ve bilirkişi raporuna dayanılarak, çalıştığı dönemdeki fazla mesai ücretinin ödenmemesi, aylık ücret miktarının …’ya eksik olarak bildirilmesi nedenleriyle iş akdinin davacı işçi tarafından haklı nedenle feshedildiği ve bunun sonucu olarak kıdem tazminatına hak kazandığı gerekçesiyle, davanın kısmen kabulüne karar verilmiştir. D) Temyiz: Kararı taraf vekilleri temyiz etmiştir. E) Gerekçe: 1-Dosyadaki yazılara, toplanan delillerle kararın dayandığı kanuni gerektirici sebeplere göre, tarafların aşağıdaki bentlerin kapsamı dışında kalan temyiz itirazları yerinde değildir. 2-Taraflar arasında, işçilik alacaklarının zamanaşımına uğrayıp uğramadığı konusunda uyuşmazlık bulunmaktadır. Zamanaşımı, alacak hakkının belli bir süre kullanılmaması yüzünden dava edilebilme niteliğinden yoksun kalmasını ifade eder. Bu tanımdan da anlaşılacağı üzere zamanaşımı, alacak hakkını sona erdirmeyip sadece onu “eksik bir borç” haline dönüştürür ve “alacağın dava edilebilme özelliği”ni ortadan kaldırır. Bu itibarla zamanaşımı savunması ileri sürüldüğünde, eğer savunma gerçekleşirse hakkın dava edilebilme niteliği ortadan kalkacağından, artık mahkemenin işin esasına girip onu incelemesi mümkün değildir. Zamanaşımı, bir borcu doğuran, değiştiren ortadan kaldıran bir olgu olmayıp, salt doğmuş ve var olan bir hakkın istenmesini ortadan kaldıran bir savunma aracıdır. Bu bakımdan zamanaşımı alacağın varlığını değil, istenebilirliğini ortadan kaldırır. Bunun sonucu olarak da, yargılamayı yapan yargıç tarafından yürüttüğü görevinin bir gereği olarak kendiliğinden göz önünde tutulamaz. Borçlunun böyle bir olgunun var olduğunu, yasada öngörülen süre ve usul içinde ileri sürmesi zorunludur. Demek oluyor ki zamanaşımı, borcun doğumu ile ilgili olmayıp, istenmesini önleyen bir savunma olgusudur. Şu durumda zamanaşımı, savunması ileri sürülmedikçe, istemin konusu olan hakkın var olduğu ve kabulüne karar verilmesinde hukuksal ve yasal bir engel bulunmamaktadır. Hemen belirtmelidir ki, gerek İş Kanununda, gerekse Borçlar Kanununda, kıdem ve ihbar tazminatı alacakları için özel bir zamanaşımı süresi öngörülmemiştir. Uygulama ve öğretide kıdem tazminatı ve ihbar tazminatına ilişkin davalar, hakkın doğumundan itibaren, eski 818 sayılı Borçlar Kanununun 125 inci maddesi uyarınca on yıllık zamanaşımına tabi tutulmuştur. 01.07.2012 tarihinde yürürlüğe giren yeni 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun 146 ıncı maddesinde de genel zamanaşımı 10 yıl olarak belirlenmiştir. Tazminat niteliğinde olmaları nedeni ile sendikal tazminat, kötüniyet tazminatı, işe başlatmama tazminatı, 4857 sayılı İş Kanununun; 5 inci maddesindeki eşit işlem borcuna aykırılık nedeni ile tazminat, 26/2 maddesindeki maddi ve manevi tazminat, 28 inci maddedeki belgenin zamanında verilmemesinden kaynaklanan tazminat, 31/son maddesi uyarınca askerlik sonrası işe almama nedeni ile öngörülen tazminat istekleri on yıllık zamanaşımına tabidir. Bu noktada, zamanaşımı başlangıcına esas alınan kıdem tazminatı ve ihbar tazminatı hakkının doğumu ise, işçi açısından hizmet aktinin feshedildiği tarihtir. Zamanaşımı, harekete geçememek, istemde bulunamamak durumunda bulunan kimsenin aleyhine işlemez. Bir hakkın, bu bağlamda ödence isteminin doğmadığı bir tarihte, zamanaşımının başlatılması hakkın istenmesini ve elde edilmesini güçleştirir, hatta olanaksız kılar. İşveren ve işçi arasındaki hukuki ilişki iş sözleşmesine dayanmaktadır. İşçinin sözleşmeye aykırı şekilde işverene zarar vermesi halinde, işverenin zararının tazmini amacı ile açacağı dava da tazminat niteliğinde olduğundan on yıllık zaman aşımına tabidir. 4857 sayılı Kanundan daha önce yürürlükte bulunan 1475 sayılı Yasada ücret alacaklarıyla ilgili olarak özel bir zamanaşımı süresi öngörülmediği halde, 4857 sayılı İş Kanunun 32/8 maddesinde, işçi ücretinin beş yıllık özel bir zamanaşımı süresine tabi olduğu açıkça belirtilmiştir. Ancak bu Kanundan önce tazminat niteliğinde olmayan, ücret niteliği ağır basan işçilik alacakları ise 818 sayılı Borçlar Kanununun 126/1 maddesi uyarınca beş yıllık zamanaşımına tabidir. 01.06.2012 tarihinden sonra yürürlüğe giren 6098 Sayılı TBK.’un 147. Maddesi ise ücret gibi dönemsel nitelikte ödenen alacakların beş yıllık zamanaşımına tabi olacağını belirtmiştir. Kanundaki zamanaşımı süreleri, 6098 Sayılı TBK 148. Maddesi gereğince tarafların iradeleri ile değiştirilemez. İş sözleşmesi devam ederken kullanılması gereken ve iş sözleşmesinin feshi ile alacak niteliği doğan yıllık izin ücreti alacağının zamanaşımı süresinin fesih tarihinden başlatılması gerekir (HGK. 05.07.2000 gün ve 2000/9-1079 E, 2000/1103 K). Sözleşmeden doğan alacaklarda, zamanaşımı alacağın muaccel olduğu tarihten başlar. (TBK. m. 149(818.BK.128). Türk Borçlar Kanununun 117 inci maddesi uyarınca, borcun muaccel olması, ifa zamanının gelmiş olmasını ifade eder. Borcun ifası henüz istenemiyorsa muaccel bir borçtan da söz edilemez. 6098 Sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun 151 inci maddesinde zamanaşımının nasıl hesaplanacağı belirtilmiştir. Bu maddenin birinci fıkrası, zamanaşımının alacağın muaccel olduğu anda başlayacağı kuralını getirmiştir(818 sayılı BK.128). 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun 152. maddesi gereğince, asıl alacak zaman aşımına uğradığında faiz ve diğer ek haklar da zamanaşımına, uğrar. Diğer bir deyişle faiz alacağı asıl alacağın tabi olduğu zamanaşımına tabi olur(818 sayılı BK.131). Türk Borçlar Kanunu’nun 154. maddesi (818 Sayılı BK 133/2) uyarınca, alacaklının dava açmasıyla zamanaşımı kesilir. Ancak zaman aşımının kesilmesi sadece dava konusu alacak için söz konusudur. 6098 Sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun 153/4 maddesinde “Hizmet ilişkisi süresince, ev hizmetlilerinin onları çalıştıranlardan olan alacakları için” zamanaşımının işlemeyeceği ve duracağı belirtilmiştir. Bu maddenin iş sözleşmesiyle bağlı her kişiye uygulanması olanağı bulunmamaktadır. Hizmetçiden kastedilen, kendisine ev işleri için ücret ödenen, iş sahibiyle aynı evde yatıp kalkan, aileden biriymiş gibi ev halkı ile sıkı ilişkileri olan kimsedir(818 sayılı BK. Mad.132). 6098 Sayılı TBK 154. Maddesinde (818 sayılı BK. 133) zamanaşımını kesen nedenler gösterilmiştir. Bunlardan borçlunun borcunu ikrar etmesi (alacağı tanıması), zamanaşımını kesen nedenlerden biridir. Borcun tanınması, tek yanlı bir irade bildirimi olup; borçlunun, kendi borcunun devam etmekte olduğunu kabul anlamındadır. Borç ikrarının sonuç doğurabilmesi için, eylem yeteneğine ve malları üzerinde tasarruf yetkisine sahip olan borçlunun veya yetkili kıldığı vekilinin, bu iradeyi alacaklıya yöneltmiş bulunması ve ayrıca zamanaşımı süresinin dolmamış olması gerekir. Gerçekte de borç ikrarı, ancak, işlemekte olan zamanaşımını keser; farklı anlatımla zamanaşımı süresinin tamamlanmasından sonraki borç ikrarının kesme yönünden bir sonuç doğurmayacağından kuşku ve duraksamaya yer olmamalıdır. Aynı maddenin 2.fıkrası uyarınca, dava açılması veya icra takibi yapılması zamanaşımını kesen nedenlerdendir. Kanunun 156. maddesi ise, zamanaşımının kesilmesi halinde yeni bir sürenin işlemesi gerektiğini açıkça belirtmiştir. Madde açıkça düzenlemediğinden ihtiyati tedbir istemi ile mahkemeye başvurma veya işçilik alacaklarının tespiti ve ödenmesi için Bölge … İş Müfettişliğine şikâyette bulunma zamanaşımını kesen nedenler olarak kabul edilemez. Ancak işverenin, şikâyet üzerine Bölge … Müdürlüğünde alacağı ikrar etmesi, zamanaşımını keser. Uygulamada, fazlaya ilişkin hakların saklı tutulması, dava açma tekniği bakımından, tümü ihlal ya da inkâr olunan hakkın ancak bir bölümünün dava edilmesi, diğer bölümüne ait dava ve talep hakkının bazı nedenlerle geleceğe bırakılması anlamına gelir. Yargıtay Hukuk Genel Kurulunca benimsenmiş ilkeye göre, kısmi davada fazlaya ilişkin hakların saklı tutulmuş olması, saklı tutulan kesim için zamanaşımını kesmez, zamanaşımı, alacağın yalnız kısmi dava konusu yapılan miktar için kesilir. Zamanaşımı, dava devam ederken iki tarafın yargılamaya ilişkin her işleminden ve hâkimin her emir ve hükmünden itibaren yeniden işlemeye başlar ve kesilmeden itibaren yeni bir süre işler. 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunun 155. maddesi hükmü, “Zamanaşımı müteselsil borçlulardan veya bölünemeyen borcun borçlularından birine karşı kesilince, diğerlerine karşı da kesilmiş olur.” kuralını içermektedir. Bu maddeye göre, müteselsil borçlulardan birine karşı zamanaşımının kesilmesi diğer müteselsil borçlulara karşı da zamanaşımını keser. (818 sayılı BK. Mad.134) Türk Borçlar Kanununun 160. maddesinde (818 Sayılı BK 139), zamanaşımından feragat düzenlenmiştir. Anılan maddeye göre, borçlunun zamanaşımı defini ileri sürme hakkından önceden feragati geçersizdir. Önceden feragatten amaç, sözleşme yapılmadan önce veya yapılırken vaki feragattir. Oysa daha sonra vazgeçmenin geçersiz sayılacağına ilişkin yasada herhangi bir hüküm bulunmamaktadır. O nedenle borç zamanaşımına uğradıktan sonra borçlu zamanaşımı defini ileri sürmekten feragat edebilir. Zira, burada doğmuş bir defi hakkından feragat söz konusudur ve hukuken geçerlidir. Bu feragat; borçlunun, ileride dava açılması halinde zamanaşımı definde bulunmayacağını karşılıklı olarak yapılan feragat anlaşmasıyla veya tek yanlı iradesini açıkça bildirmesiyle veyahut bu anlama gelecek iradeye delalet edecek bir işlem yapmasıyla mümkün olabileceği gibi, açılmış bir davada zamanaşımı definde bulunmamasıyla veya defi geri almasıyla da mümkündür. 5521 sayılı İş Mahkemeleri Kanununun 7 nci maddesinde, iş mahkemelerinde sözlü yargılama usulü uygulanır. Ancak 01.10.2011 tarihinde yürürlüğe giren 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 447 inci maddesi ile sözlü yargılama usulü kaldırılmış, aynı yasanın 316 ve devamı maddeleri gereğince iş davaları için basit yargılama usulü benimsenmiştir. Sözlü yargılama usulünün uygulandığı dönemde zamanaşımı def’i ilk oturuma kadar ve en geç ilk oturumda yapılabilir. Ancak 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun yürürlükte olduğu dönemde 319 uncu madde hükmü uyarınca savunmanın değiştirilmesi yasağı cevap dilekçesinin verilmesiyle başlayacağından, zamanaşımı defi cevap dilekçesi ile ileri sürülmelidir. 01.10.2011 tarihinden sonraki dönemde ilk oturuma kadar zamanaşımı definin iler sürülmesi ve hatta ilk oturumda sözlü olarak bildirilmesi mümkün değildir. Dava konusunun ıslah yoluyla arttırılması durumunda, 1086 sayılı HUMK hükümlerinin uygulandığı dönemde, ıslah dilekçesinin tebliğini izleyen ilk oturuma kadar ya da ilk oturumda yapılan zamanaşımı defi de ıslaha konu alacaklar yönünden hüküm ifade eder. Ancak Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun yürürlüğe girdiği 01.10.2011 tarihinden sonraki uygulamada, 317/2 ve 319. maddeler uyarınca ıslah dilekçesinin davalı tarafa tebliği üzerine iki haftalık süre içinde ıslaha konu kısımlar için zamanaşımı definde bulunulabileceği kabul edilmelidir. Cevap dilekçesinde zamanaşımı defi ileri sürülmemiş ya da süresi içince cevap dilekçesi verilmemişse ilerleyen aşamalarda 6100 Sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 141/2 maddesi uyarınca zamanaşımı defi davacının açık muvafakati ile yapılabilir. 1086 sayılı HUMK yürürlükte iken süre geçtikten sonra yapılan zamanaşımı define davacı taraf süre yönünden hemen ve açıkça karşı çıkmamışsa (suskun kalınmışsa) zamanaşımı defi geçerli sayılmakta iken, 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun uygulandığı dönemde süre geçtikten sonra yapılan zamanaşımı definin geçerli sayılabilmesi için davacının açıkça muvafakat etmesi gerekir. Başka bir anlatımla 01.10.2011 tarihinden sonraki uygulamalar bakımından süre geçtikten sonra ileri sürülen zamanaşımı define davacı taraf muvafakat etmez ise zamanaşımı defi dikkate alınmaz. Zamanaşımı definin cevap dilekçesinin ıslahı yoluyla ileri sürülmesi de mümkündür (Yargıtay HGK. 04.06.2011 gün 2010/ 9-629 E. 2011/ 70. K.). Somut uyuşmazlıkta; kısmi olarak açılan davada davalı tarafından cevap dilekçesinde zamanaşımı def’inde bulunulmadığı, ıslaha karşı yasal süre içinde sunulan 03.11.2014 havale tarihli beyan dilekçesinde ise davaya karşı zamanaşımı def’inde bulunulduğu, hükme esas alınan bilirkişi ek raporunda dava tarihinden geriye doğru 5 yıl gidilerek bulunan 18.06.2005 tarihi sonrası için fazla mesai hesabı yapıldığı anlaşılmıştır. Davalı tarafından yasal süresi içinde davaya karşı zamanaşımı def’i ileri sürülmediğinden, 23.10.2014 tarihli ıslah dilekçesine karşı ileri sürülen zamanaşımı def’inin ıslaha konu miktarlar bakımından dikkate alınarak fazla mesai alacağının belirlenmesi gerekirken, Mahkemece yazılı şekilde karar verilmesi hatalıdır. 3-İşçinin iş sözleşmesi feshedilmediği halde çeşitli nedenlerle kıdem tazminatı adı altında yapılan ödemler avans niteliğinde sayılmalıdır. İşçinin iş sözleşmesinin feshinde kıdem tazminatına hak kazanılması durumunda, işyeri ya da işyerlerinde geçen tüm hizmet sürelerine göre kıdem tazminatı hesaplanmalı, daha önce avans olarak ödenen miktar yasal faiziyle birlikte mahsup edilmelidir. Dairemizin Kararlılık kazanmış olan uygulaması bu doğrultudadır (Yargıtay 9.HD. 2008/18826 E, 2008/14859 K). Dosya içeriğine göre, iş akdinin devamı sırasında davacının imzasına havi 27.06.2008 tarihli ibraname ile davacıya “3.870,82 TL” kıdem tazminatı ödendiği anlaşılmaktadır. Yapılan bu ödemenin kıdem tazminatı hesabından yasal faiziyle birlikte mahsup edilerek bakiye kıdem tazminatının hüküm altına alınması gerekirken, “3.780,82 TL”nin faizsiz şekilde mahsubu ile karar verilmesi isabetsizdir. 4-İşçinin kullandırılmayan izin sürelerine ait ücretlere hak kazanıp kazanmadığı noktasında da taraflar arasında uyuşmazlık bulunmaktadır. 4857 sayılı İş Kanununun 59. maddesinde, iş sözleşmesinin herhangi bir nedenle sona ermesi halinde, işçiye kullandırılmayan yıllık izin sürelerine ait ücretlerin son ücret üzerinden ödeneceği hükme bağlanmıştır. Yıllık izin hakkının ücrete dönüşmesi için iş sözleşmesinin feshi şarttır. Bu noktada, sözleşmenin sona erme şeklinin ve haklı nedene dayanıp dayanmadığının önemi bulunmamaktadır. Yıllık izinlerin kullandırıldığı noktasında ispat yükü işverene aittir. İşveren yıllık izinlerin kullandırıldığını imzalı izin defteri veya eşdeğer bir belge ile kanıtlamalıdır. Bu konuda ispat yükü üzerinde olan işveren, işçiye yemin teklif edebilir. Somut uyuşmazlıkta, Mahkemece hükme esas alınan bilirkişi raporunda işyerindeki hizmet süresine göre davacının 130 günlük yıllık izne hak kazandığı tespit edilmiştir. İş akdinin devam ettiği sırada düzenlenen 27.06.2008 tarihli makbuz hükmündeki ibraname ile davacıya ‘2006, 2007, 2008 yılları izin ücreti’ adıyla 811,85 TL ödenmiştir. Mahkemece; hak edilen ve kullandırılmayan izin sürelerine ait ücretlerin iş sözleşmesinin feshedildiği tarihte muaccel olduğu dikkate alınarak davacının hak ettiği 130 günlük yıllık izin ücretinin fesih tarihindeki çıplak ücret üzerinden hesaplatılıp, iş akdinin devamı sırasında ödenen 811,85 TL’nin hesaplama sırasında mahsup edilerek çıkacak sonuca göre bir karar verilmesi gerekirken 2006, 2007, 2008 yıllarında hak edilen yıllık izin sürelerinin hesaplamada dışlanması ile belirlenen bakiye 82 gün üzerinden yıllık izin hesabı yapan bilirkişi raporuna itibarla karar verilmesi hatalıdır. 5-Dava dilekçesinde, davacının genel tatillerde çalıştığı iddia edilerek genel tatil ücretleri talep edilmiş, Mahkemece söz konusu alacağın ispatlanamadığından reddine karar verilmiştir. Yargılama sırasında dinlenen davacı tanıklarının beyanlarından davacının dini bayramlar ile 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı dışındaki genel tatil günlerinde çalıştığı anlaşılmakla, 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı ve dini bayramlar dışlanarak genel tatil ücret alacağının hesaplanması gerekirken, hatalı değerlendirme ile genel tatil ücreti alacağı talebinin tamamen reddine karar verilmesi isabetsizdir. 6-Hükme esas alınan ek bilirkişi raporunda davacının hak ettiği fazla mesai ücreti net 13.961,10 TL olarak hesaplanmıştır. Mahkemece, bu miktar üzerinden karineye dayalı makul indirim (takdiri indirim) yapılarak fazla mesai alacağının hüküm altına alınması gerekirken, net 13.361,10 TL üzerinden takdiri indirim yapılarak hüküm kurulması hatalı olup, bozmayı gerektirmiştir. F) Sonuç: Temyiz olunan kararın, yukarıda yazılı sebeplerden dolayı BOZULMASINA, peşin alınan temyiz harcının istek halinde ilgiliye iadesine, 04.10.2018 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.
9. Hukuk Dairesi 2015/22101 E. , 2018/17832 K. MAHKEMESİ :ASLİYE HUKUK (İŞ) MAHKEMESİ DAVA TÜRÜ : ALACAK Taraflar arasında görülen dava sonucunda verilen kararın, temyizen incelenmesi davacı vekili tarafından istenilmekle, temyiz taleplerinin süresinde olduğu anlaşıldı. Dava dosyası için Tetkik Hakimi tarafından düzenlenen rapor dinlendikten sonra dosya incelendi, gereği konuşulup düşünüldü: YARGITAY KARARI A) Davacı İsteminin Özeti: Davacı vekili dava dilekçesinde özetle; davacının 15/03/2010 tarihinden 03/07/2013 tarihine kadar davalı iş yerinde makineci olarak çalıştığını, iş akdinin haksız feshedildiğini, 2013 Mart, Nisan, Mayıs, Haziran, Temmuz aylarına ilişkin ücret alacağının bulunduğunu, davacının geç ve düşük ücret üzerinden sigortalandığını, iki ayda bir Pazar günleri çalıştığını, fazla … ve hafta tatili ücretlerini alamadığını ileri sürerek; kıdem tazminatı, fazla mesai ücreti, ücret ve hafta tatili ücreti alacaklarını istemiştir. B) Davalı Cevabının Özeti: Davalı vekili cevap dilekçesinde; yetki ve görev itirazlarının bulunduğunu, davacının yıllık izinlerinin kullandırıldığını, davacının … süresi içerisinde sürekli izin kullandığını, devamsızlık yaptığını, iş yerinde uyumsuz davranışlarda bulunduğunu, mesai saatlerinde işe geç geldiğini, izinsiz olarak işten ayrıldığını, 3 gün üst üste izinsiz işe gelmediğinden iş akdinin haklı şekilde feshedildiğini, savunarak, davanın reddine karar verilmesini talep etmiştir. C) Yerel Mahkeme Kararının Özeti: Mahkemece özetle; … kayıtları,dinlenen tanık beyanları, dosya içerisinde mevcut tutanaklar ve tüm dosya kapsamı birlikte değerlendirildiğinde; davacı işçinin iş akdini düşük ücret üzerinden sigorta yaptırılması ve bir takım alacaklarının ödenmemesi nedeniyle haklı nedenle feshettiği kanaatine varıldığından kıdem tazminatı alacağının kabulüne,davalı işveren tarafından ibraz edilen ücret bordrolarında fazla mesai ve genel tatil ücret tahakkuku mevcut olmadığı, dinlenen tanık beyanlarından dini bayramlarda … yapılmadığı ve davacının son 3 aydaki fazla … ücretini almadığının anlaşıldığı, bilirkişi tarafından hesaplanan fazla mesai ve resmi tatil alacağına %10 hakkaniyet indirimi yapılarak, fazla mesai alacağı yönünden talebin kısmen kabulüne davacı işçinin hafta tatili alacağını ispatlayamadığında buna yönelik talebinin ise reddine karar verilerek hüküm kurulmuştur. D) Temyiz: Kararı davacı temyiz etmiştir. E) Gerekçe: 1-Dosyadaki yazılara, toplanan delillerle kararın dayandığı kanuni gerektirici sebeplere göre davacı vekilinin aşağıdaki bendin kapsamı dışında kalan temyiz itirazları yerinde değildir. 2-Davacının fazla mesai alacağı talebi hüküm altına alınırken davacı tanıklarının da son üç ay hariç fazla mesailerin ödendiği şeklindeki davalı tanıkları ile de uyumlu olan beyanlarına itibar ile fazla mesai ücretlerinin son üç ay hariç ödendiği kabul edilerek bu talep hüküm altına alınmış ise de; ödemeye ilişkin davalı tarafından sunulmuş yazılı bir belge bulunmamaktadır. Kural olarak ödeme savunması tanık ile ispat edilemez. Bu itibarla mahkemenin tanıkların ödeme yapıldığı açıklamalarına değer vererek kurduğu hüküm hatalıdır. Mahkemece davacı tanıklarının dahi fazla mesai ücretlerinin son üç ay hariç şeklindeki tanıklıkları da gözetilerek davacı asilden bu husus sorulup oluşacak sonuca göre karar verilmesi gerekirken fazla mesai ücreti alacağı talebinin eksik inceleme ve ödemenin tanıkla ispatına itibar edilerek karar verilmesi hatalıdır. F) Sonuç: Temyiz olunan kararın, yukarıda yazılı sebepten dolayı BOZULMASINA, peşin alınan temyiz harcının istek halinde ilgiliye iadesine 09.10.2018 tarihinde oy birliğiyle karar verildi.